• Sonuç bulunamadı

2.5. Zorlanmaya Sebep Olan İçsel Faktörler ve İnanç

2.5.2. Fanilik Bilinci ve Yokluk Tehdidi

Varoluşsal bakımdan insan, bu dünyada pek çok kaygı ve korku yaşar. Özellikle yok olma düşüncesi, ölüm kaygısı ve korkusu bütün korku ve kaygıların temeli kabul edilebilir. Birbirinden farklı korku ve kaygı türlerini ihtiva eden ölüm korkusu bu haliyle oldukça karmaşık ve büyük ölçüde belirsiz bir duygusal yapı şeklinde değerlendirilebilir. Bu heterojen yapıyı oluşturduğu varsayılan korku türlerini

“belirsizlik, acı duyma, yalnızlık, gerileme ve yakınlarını, denetimi, bedeni, kimlik duygusunu kaybetme” korkusu şeklinde sıralamak mümkündür.

Ölüm olgusu, üzerinde ne konuşulursa konuşulsun bir ve son defa tecrübe edilecek bir olgudur ve ölüm hakkındaki duygulanımları veya tutumları “korkudan”

ziyade “kaygı” hali ile açıklamak daha doğru olur. Göka’nın (2013, s. 68) bildirdiği üzere ‘ölüm’ bizim ve sevdiklerimizin zamanının; istençsiz veya bilinçdışı gerçekleşen yaşantılar gücümüzün; verilecek kararlarla ilgili kaygılar bilgimizin; anlamsızlık tehdidi değerlerimizin; yalıtılmışlık empati yeteneğimizin ve reddedilme olasılığı, diğer insanlar üzerindeki denetimimizin sonluluğunu yansıtır. Bunların hepsi sadece faniliğin yani önünde sonunda hayat sahnesinden çekileceğimizin göstergesi olarak kalmaz;

insani varoluş olarak gücümüzün sınırlarına da işaret eder. Tabiattaki düzen ve işleyiş, biyolojik-genetik sınırlar, toplumsal-ahlaki kurallar, maddi kısıtlılıklar vb. adeta varoluşumuzun sonluluğunu, sonuna kadar özgür olmamızın imkânsızlığını, sonsuzluk diye bir şey olmadığını bireyin yüzüne haykırır.

Becker’e (2013, s. 113) göre bireyin kaygısı, açıkça bir melek ya da hayvan olma belirsizliğini yenme konusundaki bütün yetersizliğinin bir sonucudur. Ona göre birey ölümüne ilgisiz kalarak yaşayamaz. Ne bu kaderi kesin olarak denetleyebilir ne de

insanî durumun dışında kalarak onu mağlup edebilir. Dolayısıyla birey bu ürpertiden kaçamaz. Becker bu ürpertiyi “korku” şeklinde adlandırır ve ona göre bireyin ölüm korkusunun gerçek odağı belirsizliğin kendisi değil, özelde bireye genelde tüm insanlığa verilen cezanın bir sonucudur. Bu ceza, bilgi ağacının meyvesini yiyen Âdem’e Tanrı’nın “Sen şüphesiz öleceksin” demesidir. Başka bir söyleyişle bilincin son dehşeti, bireye verilen kendi ölümünün bilgisi ve bilinçli bir varlık olarak âlemde tek başına olan birey hakkındaki bu tuhaf hükümdür. O, ölümü insanoğlunun tuhaf ve en büyük kaygısı olarak görür ve cennet bahçesi mitinin oluşturulmasının ve modern psikolojinin yeniden keşfinin bu kaygıdan kaynaklandığını iddia eder.

Batson ve Ventis’e (1982, s. 7) göre dindarlığın asıl kaynağı bireyin bir gün öleceği gerçeğiyle nasıl baş etmesi gerektiği sorusuna cevap bulabilme çabasından ibarettir. Dolayısıyla dinî inancın nihai hedefi, ölümün meydana getirdiği sıkıntı ve gerilimden bireyi uzaklaştırmaktır. Çünkü birey bir gün mutlaka öleceğini ancak bu dünyadan ayrılsa dahi öldükten sonra bir başka yerde var olma umudu ile dine yönelir.

Dinî inanç bireye ölümün, hastalıkların ve eksikliklerin olmadığı ebedî bir hayat vaat eder. Birey ahiret inancıyla çektiği tüm acı, ıstırap, haksızlık ve adaletsizliklerin mükafatını alacağını umut eder. Dinî inancın ölüm sonrası hayat ile ilgili çizmiş olduğu bu olumlu tablo içerisinde birey için ölümün anlamı değişir. Bu tabloda ölüm yok edici, ürkütücü ve korkutucu bir olgu olmaktan çıkar; huzurun, iyiliklerin ve adaletin hâkim olduğu sonsuz bir hayata geçişi ifade eden manevi bir köprü kimliğine kavuşur (Yaparel, 1987, s. 36).

Bahadır (2002, s. 84), bireyin ölüm karşısındaki tutumunda dinî inancın belirgin bir rol üstlendiğini söyler. Zira ölüm sonrasına inanç sadece ceza-mükâfat ikilisi olarak değil, bireyin içindeki edep, haya ve adalet duygusuna cevap vermek bakımından da önem taşır. Sıkıntı ve endişe kaynağı olan durumlardan inanç ve din ile kurtulmak ya da bunlarla sıkıntının azaltılmasını sağlamak mümkündür. Mesela ölümden çekinen ve öleceği korkusuyla yoğun bir endişe yaşayan birey için ahiret inancı işlevsel bir değere sahiptir. Argyle’nin de (1978, s. 272-273) belirttiği gibi insanın fani bir varlık olduğu gerçeği, dinî inancın oluşumunu ve dindarlığı besleyen önemli faktörler arasında yer alır. Bu bağlamda hayatta acı çeken, zamana yenik düşen, zorlanan ve bütün uğraşlarının en azından öteki dünyada telafi edileceği umudu ile yaşayan birey için inandığı dinin öğretileri, ölüm sonrasında her şeyin düzelebileceğine dair mesajlarıyla bireyin bu yöndeki beklentilerine ve özlemlerine cevap verir.

Kındi, “Def’u-l Ahzan”ın sonunda ölüm korkusu üzerinde durur ve ‘ölüm olmasaydı insan da olmazdı’ der. Ölümün yok oluş şeklinde değil; sürekli ve daha yüksek bir hayata geçiş formunda değerlendirilmesi gerektiğine dair şu fantaziye başvurur. “Eğer sperma akıllı ve konuşabilen bir varlık olsaydı, gelişiminin hiçbir aşamasında bir sonraki merhaleye geçmeyi ve sonunda dünyaya gelmeyi istemezdi. İşte insanın ölümden sonraki hayata geçişi spermanın gelişim süreçlerini tamamlayarak dünyanın genişlik ve ferahlığına çıkmasına benzer. Yani ölüm bir yok oluş değil, daha yüksek bir doğuma geçiştir.” Kındi’ye göre bireyin ölümden korkmasının temelinde kontrolsüz şehvet ve öfke duygularından kaynaklanan tutkular yatar (Çağrıcı, 1995, s.

221-241).

Dinî inancın ölüme kazandırdığı bu optimist anlamın psikolojik değerlendirmesi herkes açısından aynı değildir. Örneğin psikanalitik bakış açısıyla ölüm ötesiyle ilgili inanç, dünyada karşılaşılan zorluklar ve engellemeler karşısında bireyin teselli bulmak amacıyla kendi kendine uydurduğu tatmin kaynağıdır. Bazıları daha da ileri giderek dinî yaklaşımların özünde en belirgin güdünün ölüm korkusu olduğunu iddia eder.

Dinî inancın kaynağını ölüm korkusuna indirgeyenlere karşılık olarak Jung ve takipçileri, ölüm ötesi bir hayata inanmanın insan için kaçınılmaz zorunlu bir yöneliş olduğu üzerinde birleşir. Bu görüşte olanlara göre ölümden sonra yeniden dirilişi ve sonsuz bir hayatın varlığını haber veren dinin en önemli fonksiyonlarından birisi, inananların ölüm kaygısını gidererek sonsuzluk duygusunu tatmin etmesidir.

Merter (2012, s. 241) zaman ve ölüm mevzularını irdeleyen, nefs mertebeleri ilminin ve latif duygular psikolojisinin; yaşadığımız çağın temel patolojisi olan “ölüm korkusu”na, çok belirgin bir rahatlama getireceği inancındadır. Ona göre bilinçdışına atılmış ölüm korkusu sadece ferdi bir sorun değil, bütün bir medeniyetin varoluş tarzını belirleyen, dünyanın geleceği ile ilgili vahim bir problemdir. Bu korku gün geçtikçe, nefsin alt katlarında sıkışıp kalan insanı ve buna bağlı olarak çevresini yıpratıp tüketir.

Durumun vahametini hisseden batılı filozof ve psikologların, son yüzyıl içerisinde, akılcı yollarla, hummalı bir şekilde insanın son sorularından ilki olan ölüm korkusuyla baş etmeye çalıştıklarını görürüz. Örneğin Yalom, Varoluşçu Psikoterapi kitabının büyük bölümünü ölüme ayırmıştır. Tüm bu eserler okunduğunda ortaya çıkan hayret verici gerçek, ölüm konusunda rahatlatıcı tek bir açıklamanın bile getirilmemiş olmasıdır. Rasyonel akılla, hatta sufilerin “ilme’l yakin (bilerek yaklaşma)” diye tanımladıkları bakış açısıyla bile, ölüm gerçeğine vakıf olmak mümkün değildir. Bu ve

daha sonraki “ayne’l yakin (görerek yaklaşma)” mertebesinden geçip “Hakke’l yakin”

mertebesine gelindiğinde ölüm ancak “yaşanarak” anlaşılabilmektedir.

Bu dünyada karşılaşılan travmatik olaylar, bela ve musibetler, haksızlık ve mağduriyetlere rağmen ruh sağlığını kaybetmeden ayakta kalma ve bunlarla başa çıkmada en önemli teselli ve telafi kaynağı, gerçek adaletin, güzelliğin ve ölümsüzlüğün hüküm sürdüğü bir öteki dünya inancıdır. Ahiret inancı yalnızca kişinin kendi ölüm korkusuna karşı değil aynı zamanda sevdiği yakınlarını kaybetmesinin doğurduğu yıkıcı fantezi ve yanılsamalardan da koruyucu bir rol oynar (Karaca, 2000, s. 255-257).

Ölümlü dünyanın dert ve sıkıntıları içerisinde sabır ve tevekkülle Rabbine yönelen müminin dilinden dökülen “Allah’tan geldik ve Allah’a döneceğiz” (Bakara/2, 156) ifadesinin dışa vurduğu sonsuz güven duygusu ve ruh selametinin, inancın gücü dışında başka hiçbir yolla elde edilemeyecek eşsiz bir koruyucu değere sahip olduğu görülmktedir (Hökelekli, 2012, s. 151).