• Sonuç bulunamadı

Berger’e (1993, s. 29-30) göre dış dünya, bireyin kendi aktiviteleriyle biçimlendirdiği eksik ya da açık uçlu bir dünyadır. Bu sebeple o, kendi kendisine bir dünya oluşturmak zorundadır. Bu durum aslında insanın eksik ve yetersiz doğmasından, sürekli gelişme ve olgunlaşma ihtiyacı içerisinde olmasından kaynaklanır. Başka bir deyişle birey, kültürel yapıda mevcut olanları kendince özümser ve buradan hareketle kendine yeni bir dünya kurar. Bu yeni dünya “dışsallaşma”, “nesnelleşme” ve

“içselleşme” süreçlerinden geçerek şekillenir. İşte burada söz konusu olan bu üç süreçle kişi bir yandan içinde yetiştiği dinî ve sosyo-kültürel değerleri özümseyerek bir nevi

kendi kültürünün ürünü olurken, öte yandan da bunları kendi psikolojik yapısıyla harmanlayarak kendisine özgü bir kişilik yapısı geliştirir. Böylece insan kendisi için, temeli sosyo-kültürel ve dinî değerlere dayalı, ama kendi biricikliğini de yansıtan ruhsal ve zihinsel bir dünya kurar. İnsanın kendi ürünü olan bu dünya, aynı zamanda onu etkileyen dışsal bir gerçekliktir. Diğer bir ifadeyle insan kendisine sosyal bir dünya yaratır, ancak zamanla dışsal ve bağımsız bir gerçeklik haline gelen bu dünya kişiyi sürekli etkilemeye devam eder. Böylece dış dünya birey için anlamlı hale gelir.

Bir dine inanan birey, o dinin tanrı tasavvurundan bir şekilde etkilenerek zihninde bir tanrı imgesi geliştirir. Bu gelişim bizzat Tanrı tarafından şekillendirildiği gibi, Tanrıya ilişkin duygu ve düşünceleri ile de birey kendine özgü bir tasavvura sahip olabilir. Bireyin Tanrı tasavvuru, onun dinle ilişkisinin mahiyetini de belirler. Bu bağlamda şu hususu ısrarla vurgulamak gerekir ki bireyin Tanrı tasavvuru, sadece duygusal yanı ağır basan öznel bir tecrübe değil, onun dünya görüşünü şekillendiren, yaşamına dair anlam üreten ve bunları tutarlı ve dengeli bir halde düzenleyen bir yapılanmadır (Vergote, 1999).

Psikolojik bir inşa olarak Tanrı tasavvurunun, bireyin hayatında önemli etkileri vardır. Bu tasavvurun bireyin ruh ve beden sağlığına, öz-saygısına, psiko-sosyal uyumuna ve zorluklarla başa çıkmasına şu ya da bu şekilde etkide bulunduğunu söylemek durumundayız. Ayrıca bireyin zihninde bir tanrı imgesi oluşurken çevresinin, kişilik özelliklerinin ve yaşantıların sonunda edindiği tecrübenin, onun Tanrı’ya yönelik olumlu veya olumsuz bir algı geliştirmesinde etkin bir rol oynadığı gerçektir. Buradan hareketle söylenebilir ki birey ve Tanrı algısı diyalektik olarak birbirini besler.

Bağlanma teorisinin din ile ilişkisini inceleyen Kirkpatrick ve Shaver, bu iki faktörün etkileşimde olduğunu iddia eder. Kirkpatrick psikanalizden aldığı kavramlarla bireyin Tanrı’yla “güven hissedilen”, “kaçınma yaratan” ve “kaygılı-kararsız” olmak üzere üç farklı biçimde ilişki kurduğunu söyler. Bunun da bireyin hem inanç gelişimini hem de ruh sağlığını etkilediğini düşünür. Tanrı’ya güvenen birey her şartta ona yönelir, kendini değerli görür. Tanrının, kendisini sevdiğini iç dünyasında canlı bir şekilde hisseder (Karaca, 2007, s. 173). Kaçınmalı bağlanma, bireyin Tanrı’ya yakın olma gayretinin azalması sonucunda bağlanma ihtiyacını bastırmasıyla tezahür eder. Bu durumda birey güvenlik ihtiyacına ilişkin farklı arayışlarda olduğundan Tanrı’yı güvenli bir liman olarak görmez. Kaygılı bağlanmada ise bireyde Tanrı’yla kurduğu ilişkide hislerine karşılık bulamayacağı kaygısının ön plana çıktığı görülür (Kirkpatrick, 2006, s.

135-137).

Bireyin Tanrı’yı olumlu, yardımsever, merhametli özellikleriyle algılaması benlik duygusunu güçlendiren bir işleve sahiptir. Çünkü böyle bir algılama bireyin kaygı düzeyini azaltarak onun tahammül eşiğini, yani dayanma gücünü yükseltir. Daha güçlü bir varlığa bağlanma duygusuyla bireyin kendine güveni gelir. Yaşadığı zorluklar karşısında sınırlı gücünün farkına varan birey, merhamet edici Tanrı’sına sığınır ve ondan yardım bekler. Diğer bir ifadeyle, Tanrı’ya sığınma ve ondan destek isteyerek zorluklar karşısında sabır ve metanet gösterme eğilimi40, bireyin kendini güçlü hissetmesini, zorluklarla baş etme ve mücadele azmini artırmasını, hayatın acılarla dolu olduğu gerçeğiyle yüzleşerek olgunlaşmasını, iç huzuru kazanmasını sağlar (Ekşi, 2001;

Kula, 2006; Yapıcı, 2007; Ayten, 2012). Bireyin Tanrı’nın her yerde hazır ve nazır olduğuna inanması, tehlike anında onun cesaretini artıran bir işlev üstlenir. Tehlikeli durumlar haricinde ise Tanrı’nın her an kendisiyle birlikte bulunduğu inancı, günlük hayatın problem ve zorluklarına göğüs germede ona yardımcı olur (Kirkpatrick, 2006;

Karaca, 2007).

Tanrı tasavvurları, zaman zaman olumlu veya olumsuz birtakım atıfların veya yüklemelerin kaynağı da olabilmektedir. Mesela savaş, deprem, yangın, sel, kaza gibi olaylar veya hastalık, ölüm, başarısızlık gibi durumlar karşısındaki atıf ve yüklemeler, Tanrı tasavvurlarının niteliğine bağlı olarak şekillenmektedir41. Birey yaşadığı zorluklar karşısında bazen bir müsebbip arar ve Tanrı’yı sorumlu tutar. Bu durum Tanrı’nın, kendisine özellikle acı vermek istediğini, ona yardım etmek istemediğini ya da ona yapılan kötülüklere göz yumduğunu düşünen bireyde bazen öfke ve güvensizliğe sebep olur. Hatta bu hal bireyi Tanrı’nın varlığından şüphe duymaya ve inançlarını sorgulamaya kadar götürür. Tanrı’ya yönelik devamlı öfke durumu bireyde düşük

40 Tanrıyı şefkat ve merhamet sahibi olarak gören insanların daha olumlu bir benlik kavramına sahip oldukları görülmüştür (Schaefer & Gorsuch, 1991, s. 448-461; Beit Hallahmi & Benjamin, 1997, s.

165; Hayta, 2006, s. 56). Yapıcı (2007), üniversite öğrencileri üzerinde gerçekleştirdiği bir araştırmadaAllah ile içsel temas kuran, O’na sığınan, O’na güvenen ve O’nu sık sık hatırlayan gençlerin ruh sağlıklarının diğerlerine göre daha iyi düzeyde olduğu sonucuna varmıştır. Diğer taraftan, kendi acziyetlerinin, çaresizliklerinin, güçsüzlüklerinin şuuruna vararak Allah’ın yardım ve desteğini isteyen gençlerin, günlük hayatın akışı içerisinde maruz kaldıkları yoğun stres, depresyon ve umutsuzlukla daha rahat başa çıkabildiklerini, dolayısıyla daha düşük intihar olasılığına sahip olduklarını tespit etmiştir.

41 Hayatta karşılaşılabilecek zorluklar karşısında yapılan atıf ve yüklemelerin Tanrı tasavvurlarının niteliğine bağlı olarak şekillendiğine dair“ayak izleri” adlı hikaye kaydadeğer bir örnektir. Bir adam rüyasında kendini kumsalda Tanrı’sıyla birlikte yürürken görür. Gökyüzünde adamın hayatından çeşitli sahneler yansımaktadır. Kumsalda da ikisi kendisine, ikisi de Tanrı’ya ait olan dört ayak izi vardır. Adam, hayat sahnelerini izlerken birden şaşırır çünkü kumsaldaki ayak izleri bazen tek kişiye aittir. Bu tek kişilik izler ise yalnızca bireyin hayat yolculuğunun en zor ve acılı zamanlarında ortaya çıkmaktadır. Adam Tanrı’sına, yardıma en çok ihtiyaç duyduğu zamanlarda yalnız kalmaktan ötürü ne kadar üzüldüğünü ifade eder. Tanrı ise adama merhametle bakar ve o acılı dönemlerinde adamı kucağına alıp taşıdığını söyler (Sharma, 2006, s. 47).

özsaygı, depresyon, kaygı, kişisel öfke, zayıf problem çözme yetenekleri ve güvensiz bağlanma gibi hallere sevkeder. Ayrıca bireyin kişisel tanımlaması abartılı narsist belirtilere sahipse, yani birey kendisini diğer insanlardan daha üstün ve iyi görerek özel bir ilgi hak ettiğini düşünürse, bunlar yerine gelmediği zaman da Tanrı’ya yönelik bir öfke durumuna düşebilir. Genel olarak da kötülük problemi ve acı, dinî şüphenin altında yatan temel sebepler olarak görülür (Exline & Rose, 2013, s. 70-73).

Kötülük problemi, çoğu kere inanmayan insanların inançsızlığı tercih etmelerinin temel kaynağıdır. Dinî inanç sistemlerinin mensuplarına bu problemin üstesinden gelebilmek için çeşitli yaklaşımlar (teodise) sunduğunu görürüz. Bu anlamda teodiseler, bireyin başına gelen ölüm, yaralanma, sel, deprem gibi talihsizlik olarak algılanan tecrübelerin anlamını ortaya koymaya çalışır. Örneğin bireyin hayatta tecrübe ettiği ve kendisi için hayatın anlamını tehdit eden zorlanımlı hadiseleri ilâhî adalet açısından anlamlı ve makul hale getirerek meşrulaştırmak ister. Bireye, yaşadığı tecrübeyi ilâhî düzenin bir gereği veya parçası olarak görmesi için bir bakış açısı sunar.

“Niteliksiz herhangi bir şey için” der Aquinas (1960, s. 167), “iyi ya da kötü şeklinde bir karara varabiliriz. Ancak öngörülemeyen bazı sebepleri hesaba kattığımızda, bu verdiğimiz kararın aksi bir şeyle de karşılaşabiliriz”. Örneğin deniz suyu, insan ve balığa yönelik tek bir obje olarak değerlendirilebilir. Ancak deniz suyu insan için içilemez ve yok edici olabilecekken, balıklar için yaşam kaynağı ve kurtarıcı olması gibi bir niteliğe bürünebilmektedir (Yasa, 2014, s. 49-50). Buradan da anlaşılacağı üzere İslamî kültürde Tanrı, -inananlara hitaben- yarattığı imtihan düzeneğinin sadece kendisi tarafından bilindiğini vurgular. Bu hitap bireye göreceli (rölativist) olabilmeyi hatırlatır.

Zira rölativizmde bireyden bireye değişmeyen nesnel bir gerçeğin veya herkes için geçerli olan mutlak doğruların olmadığı, bu gerçeğin veya doğrunun zamana ve topluma göre değişebileceği düşüncesi vardır. Diğer bir deyişle zorlanan birey için imanın anlamı, ilahi düzenin ne olduğunu bilmekten ziyade, ilahi bir düzenin var olduğuna inanmaktan geçmektedir (Çelik, 2007, s. 42).

Teodiselerin hayatı anlamlandırma veya kötülük problemine karşı savunucu yaklaşım sergileme çabasına, “referans şüphesi” veya “harfi harfine açıklama ve anlama çalışmalarından kaynaklanan şüphe” olarak ifade edilen zihinsel süreç örnek gösterilebilir. Bu şüphe biçimi bireyde daha çok dinî metinleri anlama ve içselleştirme sürecinde görülür. (Kayıklık, 2011, s. 179-180). Örneğin Öztürk’ün (2013, s. 55-56) belirttiği üzere birey, İblis’in Kuran’daki hikâyesini lâfzî olarak anladığında, iyilik-kötülük düalitesinin mahiyeti bireyin önüne ciddi bir problem olarak çıkar. Kuran’a

göre imtihan dünyası olan bu alemde İblis yahut Şeytan diye adlandırılan kötülük Allah’ın kozmos planının zorunlu bir parçasıdır. Lakin alemde kötülüğün mevcudiyeti Allah’ın adaletine halel getirmez. İnanan insanlar çoğu kere bunun bilincindedir. Ancak kaygı, öfke ve yoksunluk duyguları ön plana çıktığı zaman Allah’ın adil olmadığı duygusu devreye girebilir. Buradan hareketle inanan insanın gerek kendi yaşadığı gerekse çevresinde gözlemlediği hadiseleri ya şüphe ve inkar ya da teslimiyet içinde algıladığı söylemek durumundayız.

İnsanın dinî algılarının, Tanrı tasavvurunun ve teodiseye bakışının şekillenmesinde dış dünyadan gelen malumatlar da belirleyici olabilmektedir.

Bardakoğlu’na (2001) göre birey, mensubu olduğu dinin özellikle inanç esasları ve ibadet hayatını, içinde yaşadığı toplumun kültüründe yer etmiş şekliyle öğrenip kendince içselleştirir. Dolayısıyla, tarihi tecrübeden akıp gelen bu dinî mirası benimseme, genelde iradi ve bilinçli bir tercihten çok, bireyin kendini içinde bulduğu şartların bir ürünü olarak ortaya çıkar. Bireyin bilinci ve kişisel yetkinliği, onun dindarlık ahlakında daha ön plandadır. Resmi yada gayri resmi din bilginleri ile cemaat ve tarikat önderlerinin dinî söylemleri çoğu kere geleneksel olarak aktarılan bilgilerin ya aynen kabulüne ya da dönüştürülmesine neden olabilir. İşte burada halkın dinî yaşantısının dışsal bir etki ile biçimlendirilmesi söz konusudur. Tüm bu açıklamalar göstermektedir ki bireyin dinî dünyası “dışsallaşma”, “nesnelleşme” ve “içselleşme”

olmak üzere üç aşamadan geçerek oluşmaktadır (Berger,1993, s. 29-30).