• Sonuç bulunamadı

2.8. Zorluklarla Başa Çıkma Sürecinde Sabır

3.1.2. Tecrübe Edilen Acı ve Travmatik Hadiselerden Sonraki Yas Süreci

Yas, kaybettiğimiz kişiye, nesneye veya yaşantıya bağlı olan her bir anı ve beklentinin tekrar tekrar canlandırıldığı ve her seferinde onların artık yok oldukları

yargısı ile yüzleştiğimiz bir süreçtir. Bu süreç boyunca kaybettiklerimiz bize eşlik etmek üzere hep yanı başımızdadır fakat aynı zamanda onların orada olmadıkları hakikati gündelik gerçekliğimizin aniden sarsılmasına yol açar. Yasta söz konusu olan, yoksul ve boş hale gelmiş bir dünyadır. Yas içindeyken boş bir uzamdan, bir boşluktan ibaret dünyamız bütün büyüsünü kaybeder. Kayıp kavramı diğer taraftan, ilk bebeklikten başlayarak hayatın herhangi bir evresinden diğerine geçtikçe aşina olduğumuz, bildik ve doyum sağlayıcı bir konumu/nesneyi terk etme anlamına da gelir.

Başka bir deyişle yas, büyüyüp gelişmemizin özet öyküsüdür. Örneğin hayatımızın en başında ılık, sarıp sarmalayan, olağanüstü bir simetriye sahip rahmin ortamını geride bırakmamız gerekir ve bu, kayıp hanemizin ilk kalemidir (Özmen, 2017, s. 154-155).

Yas süreci iki dönemden oluşur. İlk dönem, kaybın meydana geldiği ya da kişideki kayıp tehdidini tetiklediği “kriz döneminde keder”dir. Bu dönemde kişide psikosomatik belirtiler ve şok, yadsıma, pazarlık, ağrı, anksiyete ve ağlama, suçluluk duyguları, ego işlevlerinde bölünme, öfke gibi haller görülür. Gözlemlediğimiz hadiselerde travmatik olayları bizzat yaşayanların ve onların yakınlarının bu halleri yaşadığına şahit olduk. Yas sürecine girenin zihni ve bedeni, kayıp karşısında duraklayarak yitirme veya ölüm gerçeğini yavaş yavaş kabul eder ve kriz dönemi sona erer. Yas sürecinde ikinci dönem “yas tutma” dönemidir.

Yas tutma, bir kişinin veya nesnenin zihinsel tasarımı ile olan ilişkidir. Yani fiziksel anlamda kaybedilen birisi, bir de kaybedilenin psikolojik ikizi vardır. Yas sürecinde fiziksel kişiyi toprağa gömeriz fakat psikolojik ikizini gömemeyiz, onunla ilişkimiz devam eder. Zihnimizde kimseyi, özellikle de anlamlı, keyifli ya da bize acı veren ilişkimiz olanları öldüremeyiz. Bizim için önemli birinin ya da bir nesnenin gitmesine izin vermek istemeyiz. Çünkü bilinçdışında zaman kavramı yoktur. Birine ya da bir şeye duygusal yatırım yaptığımızda onun zihinsel ikizini (tasarımını) zihnimizin bir köşesinde saklarız. Bu saklayış kederi başlatır. Keder, kaybettiğimizle aramızda elle tutulur bir bağdır. Ancak sürüp giden hayatın talepleri yavaş yavaş kendini göstermeye başlayınca kayıptan kendimizi kurtarmak ve yaşama devam etmek isteriz. Yine de bir parçamız hala tutsak kalır. Ruhumuz, kaybedilenle ilişkimizi gözden geçirmeyi tam olarak bitirememiştir ve onu bırakmaya hazır değildir. Sonuçta kederin sona ermesini ve kaybedilen kişiyi hatırlatacak daha az şey olmasını istemek, birey için bilinçdışında kaybedilene ihanet etmiş/ediyormuş gibi görülebilir (Volkan&Zintl, s. 38). Vaka XIV (Metastazlı kanser hastası)’te annesinin ölümünü kabullenemeyen kızın, annesinin eşyalarını başkalarına vermek istememesini bu duruma örnek gösterebiliriz.

Duygusal stresler, bizi bir dizi fiziksel yakınma ve hastalık riski altında bırakır.

Örneğin bazı kişiler bir yakınları öldüğünde bir-iki yıl boyunca çok daha fazla sigara içerler ya da alkolden daha fazla medet umarlar. Bu kişiler bir yakınını kaybetmemiş olanlara kıyasla ağrıdan, sızıdan daha çok yakınırlar (Volkan & Zintl, 2018: 38).

Şizofren genç ve genç kızın ölümü vakalarında görüleceği üzere, oğlunun hastalığına üzülen ve depresyona giren babayla, üniversite öğrencisi kızın dayısı, yaşadıkları zorluğun üstesinden gelebilmek için ilk zamanlar alkol aldıklarını söylemişlerdir.

Kayıpların türünün ve yoğunluğunun farklı olmasından bahsedilir. Örneğin boşanmadaki yas işinin, ölümden sonra tutulan yastan biraz farklı bir gidişatı olduğu iddia edilir. Çünkü eski eşle etkileşim halen sürmekte ve yasal işlemler yas işinin asıl kısmı haline gelmektedir. Volkan ve Zintl (2018: 38), ölüm ve boşanma sonrası yaşanan kayıplar arasındaki temel farkın eski eşe dünya gözüyle bakabilme olasılığının hiç tükenmemesi olduğunu söyler. Onlara göre bu durum bireyde hayal kurmayı ve ülküleştirmeyi kısıtlayarak, ayrılığın gerçek nedenlerinin göz önünde kalmasını sağlar.

Aynı dinamiklerin göçmenlerin kederinde de yaşandığını iddia ederler. İsteyerek memleketten ayrılmanın, boşanma yüzünden keder duymakla eşdeğer duygulanımlara sebep olduğunu çünkü birey eğer isterse boşandığı eşini ya da ayrıldığı memleketini tekrar görebilme umuduna sahiptir. Bu türden geri dönüşler, hayal kurmayı ve ülküleştirmeyi kontrol altında tutar. Burada gerek Vaka XII (Felç süreci ve ölüm), gerekse Vaka XIV (Metastazlı kanser hastası)’te anlatıldığı üzere, hastalığa ilk yakalanış ve ölüm arasındaki sürede yakınlarının onları geri getirebilme, yani sağlıklarına tekrar kavuşacakları hususunda besledikleri umudun hiç tükenmemesi bu duruma örnek gösterilebilir.

Kayba psikolojik karşı koyuşlarımız, sıklıkla ölen kişiye ait olan ya da onu hatırlatan nesnelere değişik şekillerde yansıtılır. Örneğin kaybedilenle bağın yoğun yaşandığı ve hatıralarla dolu bir evi kapatmak, giysileri dağıtmak geride kalanlar için ölümü kabullenmeyi kolaylaştırır. Genç kızın ölümü vakasında görüleceği üzere kızlarının ölümünün ardından yeni bir eve taşınan ailenin, metastazlı kanser hastası vakasında belirtildiği gibi karısının ölümünden sonra yeniden evlenen ve yeni bir ev satın alıp taşınan adamın bu davranışı ölümü kabullenmeyi kolaylaştırmak amacıyladır.

Kaybedilen kişinin psişik eşine yoğun bir biçimde bağlı kalındığı sürece bu türden bir kopuşu gerçekleştirmeye hazır olmayanlarla karşılaşmak da ihtimal dahilindedir. Vaka XIII (Şehidin hikayesi) ve Vaka III (Evlilik hikayesi)’te anlatıldığı üzere baba ocağıdır deyip otobüs kazasında kaybettiği anne-babasının evindeki eşyaları hala muhafaza eden

ve yıllık izinlerini o evde geçiren genç ile, kızlarının çocukluğunun geçtiği ve şehidenin arabasını koydukları eski evlerine sık sık gelen anne-babanın bu davranışı, yas sürecindeki tepkilerin değişiklik arzedebileceğine birer örnektir.

Özdeşimler yası tamamlamamıza yardım eder. Psişik eşin seçilen özellikleriyle özdeşim yaparak, diğer kişinin en çok gereksinim duyduğumuz yanlarını alıp sindiririz.

İlişkimizde iyi olan şeyleri içimize alır ve onları kimliğimizin bir parçası yaparız.

Özdeşimler, kaybettiğimiz kişiye ya da nesneye yakın kalabilmemiz için bilinçdışı bir arzuyla güdülenir ve bir tür içsel hatıra gibi işlev görürler (Volkan & Zintl, 2018, s. 45).

Yas tamamlandıkça yeni işlere, ilişkilere yatırım yapmak için şiddetli bir istek duyarız. Artık harcayacak enerjimiz vardır ve geçmişe tutsak değilizdir. Bu enerjiyle birlikte olgunluk ve empati (eşduyum/duygudaşlık) gelir. Kendimizi daha iyi anlamaya başlarız. Bu durum, ‘acımasız armağanlar’ a benzetilir. Bir erkek hastası Volkan’a (Volkan&Zintl, 2018, s. 43), eşinin ölümünden sonra yaşamın geleneksel dindarlıkla ilgisi olmayan manevi bir boyutunu keşfettiğini söyler. Bunu, tüm yaşamı boyunca radyoda kısa dalga istasyonlarını dinleyip sonra birdenbire uzun dalga istasyonu olduğunu da keşfetmeye benzetmiştir. Tüm bunlar olgunlaşmanın simgeleri olarak görülür. Vaka XIV (Metastazlı kanser hastası) ve Vaka VIII (Anne ve çocuklarının ölümü)’de görüldüğü annelerin ölümünden sonra kocalarının yeniden evlenmelerini buna örnek gösterebiliriz. Şurası da bir gerçektir ki hiçbir şey, kaybedilenin yerini doldurmaya yetmez. Oğlunu kaybeden bir haham, ölüme dair duygularını şöyle dile getirir: “Oğlumun yaşamı ve ölümü sayesinde, hiçbir zaman olamayacağım kadar duyarlı bir insan, daha etkili bir din adamı, daha anlayışlı bir yol gösterici oldum. Ama eğer oğlumu geri getirecek olsaydı bu meziyetlerin hepsini gözümü kırpmadan geri verirdim”. Vaka X (Genç kızın ölümü)’da görüleceği üzere kızlarını kaybeden babanın ve annenin daha içe kapanık hale gelişi ve ibadetlere daha çok vakit ayırmaları fakat kızlarına duydukları özlemin hiç tükenmemesi bu duruma örnektir.

Yas tutma yetisini bozan bazı etkenler vardır. Yas tutma sırasında psikolojimizin yapması gereken temel iş, kayıptan sonra yoksunluk ya da terk edilme yaşantısının oluşturduğu hasarları tamir etmek ve yeni duruma uyum sağlamaktır. Çocukluğu sırasında ebeveyninden birisinin ölümüyle karşılaşmış bir insanın sonradan yeni kayıpları kaldırabilmesi, yani yas sürecini sağlıklı bir biçimde tamamlayabilmesi daha zor olacaktır. Çünkü erken yaşta ebeveyn kaybı yaşayanların duygusal yapılarında, ister istemez belli eksiklikler, sorunlar bulunacaktır. Bu nedenle “bağlanma teorisi” gibi yaklaşımlar, tüm ruhsal rahatsızlıkların kökenini çocukluk sırasındaki bağların

kopmasında ararlar. Yas sürecini tamamlayabilecek duygusal olgunluğa ulaşabilmek için çocukluk yaşantılarını kayıpların hasarı olmadan atlatabilmenin yanı sıra sağlıklı bir ergenlik dönemi yaşamış olmak da gerekir. Ergenlik döneminin temel görevi, anne-babamızdan ruhsal ayrılmayı becererek onlardan ayrı bir kimlik geliştirebilmektir. Yani ancak ergenlik döneminde psikolojimiz bu görevi tamamlamışsa her türlü ayrılığa katlanabilir, ayrı bir birey olarak ayakta kalabiliriz. Sağlıklı bir çocukluk ve ergenlik yaşamış olmak, yas sürecini de sağlıklı bir biçimde yaşayabilmenin adeta sigortası gibidir (Göka, 2013, s. 167).

Yas sürecinin sağlıklı bir şekilde atlatılabileceğine dair, “Annem Hakkında Bir Kitap” adlı kitabında Toby Talbot annesinin ölümünden sonra yaşadığı kederin yavaş yavaş azalışını ve buna eşlik eden iyimserliğini şöyle anlatır: “Dünyaya parça parça yeniden giriyorum. Yeni bir dönem, yeni bir beden, yeni bir ses… Kuşlar uçarak, ağaçlar büyüyerek, köpekler kalktıklarında koltukta sıcak bir yer bırakarak beni avutuyorlar. Bir hastalığın yavaş yavaş iyileşmesi gibi, insanın kendini bu şekilde iyileştirmesi… Bana sevmeyi ve sevgiyi almayı öğreten oydu. Korkmamayı da…

Yaşamında ve ölümü karşılayış biçiminde daima huzur içindeydi. Hazırdı. Özgür bir kadındı. ‘Bırak beni, gideyim’ demişti. Peki anne, seni bırakıyorum, git… Ayrılık zamanı geldi. Benim için dünyaya tek başına dönme zamanı… “ (Volkan&Zintl, 2018, s. 42). Vaka XIII (Şehidin hikayesi)’te görüleceği üzere şehidenin annesinin, Vaka XIV (Metastazlı kanser hastası) ve Vaka VIII (Anne ve çocuklarının ölümü)’de geride kalan çocukların kadere teslimiyetleri bu duruma örnek gösterilebilir.

Yas tutma yetisini bozan ikinci etmen, kaybedilen ilişkinin özgül doğasıyla bağlantılıdır. Yas sürecini sağlıklı biçimde tamamlayabilmemiz, yasımızı tutabilmemiz için kaybetme fikrine katlanabilmemiz gerekir. Aşırı bağımlı ve bitmemiş meselelerle yüklü bir ilişkinin ardından matem sürecinin daha zorlu geçeceği aşikârdır. Böyle bir ilişki kişisinin kaybına tahammül edebilmek gerçekten kolay değildir ve matem sürecinin evreleri çok daha uzun ve yoğun belirtili olacaktır. Bir ilişki ne kadar mutlu ve olgunsa, onu bırakmak o kadar kolay olur. Kaybettiğimiz kişiye ne kadar bağımlı isek onu bırakmak o kadar zorlaşır.

Bir ilişki yaşandığı sırada mutlu ve olgun isek böyle bir ilişki kişisi vefat ettiğinde onun ölümünü kabullenmeniz daha kolay olur. Kaybettiğimiz kişiye ne kadar bağımlıysak, özgüvenimizi yükseltmek için ona o kadar ihtiyaç duyarız, onu bırakmak, ölümünü kabullenmek o kadar zorlaşır. Ebeveyn-çocuk ilişkisinde görülen bağımlılık, çok doğal bir bağımlılık türüdür ve bağlılıkla iç içedir. Ebeveyn ve çocuğun birbirine

bağlılığı, birçok güçlü duygusal hatta biyolojik kemendin bir araya gelmesiyle oluşur ve olağan yaşam koşullarında bunun koparılması çok zordur. Ölümün gelip çocuk ve ebeveyn arasındaki bağı koparması halinde, dayanılması çok güç bir durum ortaya çıkar. Bu nedenle çocuğun anne veya babasının ölümünü, ebeveynin çocuğunun ölümünü kabullenmesi, dünyanın her yerinde, her zaman acıklı, trajik sahneler içeren bir süreç olmuştur. Göka’nın (2013, s. 168) söylediği gibi, “Evlat acısı her tarihsel dönemde tartışılmaz biçimde acıların en büyüğü olarak karşımıza çıkmaktadır”. Vaka IV, X, VII ve XI’de görüleceği üzere elektrik işçisinin iş kazasıyla, üniversite ikinci sınıf öğrencisi genç kızın babasının kucağında, sekiz saatlik ömrüyle bebeğin anne kucağı görmeden, engelli gencin trafik kazasındaki ölümü, ebeveynler için kifayetsiz acıya sebep olmuştur.

Kaybın ortaya çıktığı koşullar da yas yetisini bozabilmektedir. Bir yakınının kaybı, kimi zaman insanı öylesine hazırlıksız yakalar veya ölüm öylesine acıklı ve acılı bir biçimde gelir ya da bir anda birçok yakınımızı birden kaybetme talihsizliğine uğrarız ki, en dayanıklı insanların bile böyle durumlara katlanması imkânsız olabilir. Evlilik hikayesi adlı vakada anlatıldığı üzere trafik kazasında yanan otobüsün içinde anne-babasının yanmış cesetleriyle karşılaşan gencin bu duruma ilk etapta tahammül etmesi çok zordur. Bazı hallerde sağlıklı yas süreci bizzat ölümün doğası tarafından engellenir.

Hiç beklenmedik, ani bir ölümle çok sevdiğimiz birini kaybedişimize eşlik eden şok, yas tutma sürecini daha en başından dondurabilir. Elektrik işçisinin elektrik akımına kapılarak, üniversite öğrencisi genç kızın babasının kucağında kalp krizi geçirerek, Vaka VIII (Anne ve çocuklarının ölümü)’de anlatıldığı üzere gencecik çocukların yine kalp krizi geçirerek, sağ kolu olmayan gencin kendi kullandığı arabayla trafik kazası geçirip ölümleri buna örnek gösterilebilir. Bu tür beklenmedik ölümler, geride kalanlar için dünyanın güvenli bir yer olduğu duygusunu sarsar, varoluşsal güvenlik hissini yıkar. Yaşanılan şokun ve yas sürecinin başlamadan donup kalmasının nedeni budur (Göka, 2013, s. 169).

Bir yakınımızın ani ölümü hepimizi çok derinden etkiler. Bazen sarsıntımız çok büyük olur, yaşanılan kederin yükü çok ağırdır. Böyle katlanılması zor, beklenmedik ölümlerde yas sürecinin sağlıklı bir biçimde işlemesini sağlamak çok ama çok güçtür.

Her ölüm için söz konusu olan aile sistemindeki yeni rol dağılımları, ani ölümlerde çok daha acil ve dramatik bir biçimde gerçekleşir. Ölüm, sıklıkla aile sistemini altüst eden, önceden hiç hesap edilmemiş değişimlere neden olabilir. Vaka XIV ve VIII’de görüleceği üzere metastazlı kanser hastasının ve önce iki kardeşleri sonra annelerinin

ikişer yıl arayla ölümlerine katlanmaya çalışan çocukların, babalarının evlenmesine ilk zamanlarda karşı çıkmaları buna örnek gösterilebilir.

Ansızın gerçekleşen kayıplardan daha yıkıcı, daha zor ölüm biçimleri de vardır.

Bunlar, hem beklenmedik ölümlerdir hem de şiddet, travma, intihar ve cinayet unsurları içerirler. Vaka IX (Alkol ve Cinayet)’da görüleceği üzere babasının işkenceyle öldürüldüğüne ve yirmi gün süren yaşam mücadelesine şahitlik eden gencin yaşadığı yas süreci normal seyretmemiştir. Yakınlarını bu tür ölümlerde yitirenlerde yas sürecinin yolunda ilerleyip tamamlanması pek mümkün değildir. Bu tür kayıplardan sonra yasın komplike, hastalıklı bir hale dönüşme ihtimali daha büyüktür. Böyle trajik ölüm biçimlerinde yas süreci daha abartılı tepkilerle seyrettiği gibi, potansiyel olarak da komplike yas cevaplarına daha çok neden olur. Babasını bir cinayete kurban veren gencin babasının ölümünden sonra yaklaşık bir ay boyunca hastanede yatması ve dokuz yıl sonra bu süreci anlatması istendiğinde hatırlamadığını söylemesi buna örnek gösterilebilir. Bu tür ölümler, çoğu kimse tarafından genellikle zamansız ve haksız olarak görüldüğü için inkâr, şok ve öfke duygularını yoğunlaştırır. Örneğin üniversiteli genç kızın, trafik kazasında kamyon altında can veren küçük kızın, sekiz saatlik ömrüyle bebeğin, sağ kolu olmayan engelli gencin, geride evlenecek çocukları kalan metastazlı kanser hastasının ölümlerinin geride kalanlar için zamansız ve erken olduğu düşünülmüştür.

Trajik ölüm biçimlerinde kurban için acı ve hayatta kalma mücadelesi ölümle sona ermiştir ama benzeri bir acı yaşantısı ve zorlu bir hayat mücadelesi geride kalanlar için henüz yeni başlamaktadır. Alkol ve cinayet adlı vakada anlatıldığı üzere işkenceyle öldürülen babasının tanınmaz haldeki yüzünü gören gencin, sağ kolu olmayan gencin kendi kullandığı arabayla kaza yapıp öldüğü haberini alan ana-babanın, küçük kızının kamyon altında kalarak can verdiğini gören annenin, bir saat boyunca elektrik akımına kapılarak can veren ve tanınmaz haldeki oğlunun cesedini gören babanın yaşadığı travmanın tarifi imkansızdır. Böylesi bir şekilde can verenlerin yakınlarına, yaşayacakları muhtemel acı ve zorluklar açısından “ikinci kurban” dense yeridir.

Yakınlarını berbat bir ölümle yitirmiş olanlar da gerçekten kendilerini bu olayın kurbanı gibi hisseder, kayıp düşüncesine ruhsal ve duygusal olarak hazırlanmak için zamanları olmadığından ani travmatik ölümün ardından gelen duygusal dalgalar tarafından altüst edilirler. Böyle ölüm biçimlerinde ikinci kurban olan kalanların yas sürecini sağlıklı bir biçimde atlatamamaları beklenen bir durumdur.

İnsanların ölümle buluşma şekilleri farklılıklar arz eder. Bireyin ölümü sırasında neler yaşadığı bilimsel anlamda kanıtlanabilir bir deneyim değildir. Kimisinin hayatı uykusunda geçirdiği kalp krizi ile sonlanabilirken, kimileri ise yanma, boğulma, trafik kazası vb. sebeplerden ötürü bütünlüğü korunamamış, aşırı derecede tahrip olmuş bir bedenle toprağa teslim edilmektedir. Kimilerinin ise toprağa teslim edilecek bir cesedine dahi ulaşamamak ihtimal dahilindedir. Dünya hayatını hüsn-i hatime ile sonlandırmak dileğinde olduğu üzere, ölümün de güzeli ile karşılaşmak çoğu inananın Tanrısından talebidir. Ancak kişinin ölüme gidiş şekli, bedenin ölüm sonrasında aldığı şekil veya tahribat, estetik anlamdaki bozukluk ve benzeri halleri, kişinin ahiret hayatında göreceği muamelenin veya dünya hayatının bir karşılığı olarak kendisine verilecek ceza veya mükâfatın nasıllığına dair bir gösterge değildir. Kimileri bir ölüm hadisesinde ölenin niçin öldüğü, kimileri ise nasıl öldüğüyle daha çok ilgilenir. Bu durum, geride kalanların yas sürecini etkileyen faktörlerdendir. Örneğin Vaka XIV (metastazlı kanser hastasının ölümü)’te, bayanın cenazesi toprağa teslim edilip eve gelindikten sonra orada konuşma yapan ve bir kadın cenazesi gömülürken erkeklerin arkalarını dönmesi, kadının cenazesini görmemeleri gerektiğini söyleyen kişinin bu düşüncesinin İslamî öğretideki bağlam ve amaç ile hiçbir alakası yoktur. Kraldan çok kralcı olurcasına ve literal mananın dışına çıkmadan verilen bu söylem, cenaze yakınlarını üzmüştür. Aynı kişi, Vaka IV (Elektrik işçisinin ölümü)’ten hatırlanacağı üzere, yanarak ölen işçinin cenaze namazında bu tür ölümlerden ibret alınması gerektiğini söyleyip kanaatimizce kaş yapayım derken göz çıkarmış, cenaze yakınlarının yas sürecinde duymak isteyebilecekleri telkinlerin aksine bir söz söylemiştir.

Trajik ve ani ölümler duygusal bakımdan geride kalanlar için en yüklü olanlarıdır. Çünkü geride kalanlar bir de bu ölüm biçiminin toplumsal algılanmasıyla boğuşmak zorunda olacak, sürekli kendilerini herkese karşı hesap verme pozisyonundaymış gibi hissedeceklerdir. Kimi insanlar bu gibi nedenlerle kayıplarını dahi açıklayamazlar. Tüm yas sürecini gizli gizli yaşar, kimseye belli edemezler.

Kendilerini güçlü sanan bir çevrede yaşayanlar acılarını belli edemez, gözyaşlarını içlerine akıtırlar. Yakınlarını trajik bir ölümle yitirenler öylesine ağır biçimde yaralanırlar ve yaralarını belli etmemek, içlerinde tutmak zorundadırlar ki yaraları içlerine kanar durur. Vaka IX (Alkol ve Cinayet), IV (Elektrik İşçisinin Ölümü), XI (Engelli Gencin Trafik Kazası), I (Yanık Hadisesi ve Ölümle Tanışma) ve III (Evlilik Hikayesi)’te görüldüğü üzere cenaze yakınlarının sessizliği ve tek başınalığı aramaları, konunun tekrar tekrar açılmasını istememeleri buna örnek gösterilebilir.

Trafik kazaları, iş kazaları, terör ve vahşet kurbanlarında ise çoğu kez yaşamın son anlarına dair, en sağlıklı psikolojilerin bile katlanmakta çok zorlanacağı korkunç kanlı detaylar söz konusudur. Yakınlarını böyle bir ölümle kaybedenler, sadece onlar değil, bu olayı görenler, tanık olanlar, hatta medya aracılığıyla duyanlar bile oturup her şeyi, insanı, insanlığı, hayatı, amaçlarını yeniden düşünmek zorunda kalırlar. Yakınları ise bunun yanı sıra, hem ani kaybın getirdiği toplumsal ve mali yüklerle uğraşmak hem de bu arada yapabilirlerse yas sürecine girmek durumundadır. Vaka I (Yanık hadisesi ve ölümle tanışma)’de anlatıldığı üzere beş yaşındaki çocuğunun kamyon altında ezilerek can vermesine bizzat şahit olan annenin eşyaya veya insanlığa bakışını tahmin etmek zor değildir.

Vahşi bir ölümle yakınlarını kaybedenlerin sağlıklı bir yas sürecinden ziyade komplike bir matem yaşamaları ihtimalinin daha yüksek olma nedeni, henüz daha kederlenmeye vakit bulamadan insanın iç-dünyasının öfke, hiddet ve hınçla

Vahşi bir ölümle yakınlarını kaybedenlerin sağlıklı bir yas sürecinden ziyade komplike bir matem yaşamaları ihtimalinin daha yüksek olma nedeni, henüz daha kederlenmeye vakit bulamadan insanın iç-dünyasının öfke, hiddet ve hınçla