• Sonuç bulunamadı

2.5. Zorlanmaya Sebep Olan İçsel Faktörler ve İnanç

2.5.3. Engellenme, Yoksunluk ve Adalet Duygusu

Bireyin bir ihtiyacına, istek ya da arzusuna kavuşmak üzere harekete geçtiği sırada gerek kendi içinden, gerekse dış dünyadan kaynaklanan çeşitli sebeplerden dolayı hedefine ulaşamaması durumuna “engellenme” adı verilir. Engellenme halinde bireyde gerginlik artarak öfke, korku, kaygı, sıkıntı ve çaresizlik gibi duygular ortaya çıkar.

Ayrıca bir toplumda davranış kalıplarının ve değer yargılarının kargaşası ve kaybolması (anomie), bireyin kendisini boşlukta kalmış gibi hissetmesine sebep olur. Bu durumda birey doğru-yanlış, güzel-çirkin, iyi-kötü, olumlu-olumsuz ayrımını yapamayabilir. Zira amacını, beklentisini ve değer yargılarını yitirme noktasına gelebilir. Öyle ki birey kendine, içinde bulunduğu topluma, geleceğe yönelik güvenini kaybeder. Endişe, kaygı, korku, kızgınlık, öfke, kin, nefret, düşmanlık duyguları içinde mutsuz, tedirgin bir yaşam sürdürmeye çalışır (Köknel, 1996, s. 25). İster gerçekten bir engellenme yaşasın isterse yaşamasın insanlar kendilerini başkalarıyla kıyaslayarak yetersizlik ve yoksunluk duyguları yaşayabilirler. Örneğin bir kişi ekonomik açıdan, fiziksel bakımdan, sosyal ilişki ve statü yönünden kendini başkalarından daha dezavantajlı görebilir. Bu durum onda yetersizlik ve yoksunluk duygularını harekete geçirir. Bu duygulara kızgınlık, öfke, içe kapanma ya da daha fazla mücadele etme davranışları eşlik edebilir.

Bu noktada “engellenme ve yoksunluk duygusu nasıl ortaya çıkar?” sorusuna cevap aramak gerekir. Birey, gündelik hayatının doğal akışı içerisinde çok çeşitli olaylarla karşılaşabilir. Bunların bir kısmı rahatlıkla üstesinden gelinebilecek tarzda

iken bir kısmı kişide gerilim ve stress oluşturabilir. İnsanlar zihinsel dengeleri bozulmadığı ve kendilerine kognitif bir kargaşa yaşatmadığı müddetçe maruz kaldıkları hadiseleri pek fazla sorgulamaz. Fakat istenmeyen bir durumla karşılaşırsa “Başıma neden bu kötü olay geldi?”, “Kötülük neden var?”, “Allah şeytanı neden yarattı?”,

“Kötülükleri neden engellemiyor?” gibi sorular teodise problemini karşımıza çıkarmaktadır. Yoksunluk ve engellenmeden beslenen bu problem doğal olarak adalet duygusunu ve arzusunu harekete geçiricidir.

Bilindiği üzere insan beslenme ve korunma gibi temel ihtiyaçlarını doyurunca sevgi, saygı, bilme ve estetik zevkler gibi daha üst düzey gereksinimlerini karşılamaya çalışır. Bununla birlikte temel fizyolojik ihtiyaçları doyuma ulaşan insan, herhangi bir tehdit altında yahut tehlike içinde bulunmamasına rağmen farklı nedenlerle kendi türüne saldıran, işkence yapan, yaralayan, öldüren tek canlı türü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu da yine güç ilişkileri içinde adalet arzusunu motive eden bir durumdur.

İnsan biyo-psiko-sosyal bir varlıktır. Bu özelliğiyle o, bireyler arası iletişim ve etkileşim süreciyle hem kendisini hem de çevresini geliştirir. Bununla birlikte insan zaman zaman birlikte yaşama kültürünün ve özgürlük-sorumluluk bilincinin aksine davranışlar sergileyebilir. Hergün gerek sosyal çevreden gerekse gazete, tv ve internet başta olmak üzere medya ve sosyal medyadan edinilen bilgilerle geçim sıkıntısı, kıskançlık krizleri, ego tatmini, nefsî arzular, öfke patlamaları vb. sebeplerle ölen/öldüren, yaralayan/yaralanan insanların dramatik öykülerine şahit olmaktayız.

İnsanlığın var oluşundan bu yana yaşanan bu olaylardan bazıları bireysel veya kolektif şuurumuza bir saldırı niteliğindedir38. Örneğin doğal hayatın akışı içinde gerçekleşen ve

38 Bu konuda özellikle şu örnekleri hatırlatmakta fayda görüyoruz: Doksanlı yıllarda, Sırpların Müslümanlara yaptığı katliamlardan sağ kurtulan ve Sırp askerler tarafından tecavüze uğrayarak hamile bırakılan kadınlara muhabir şöyle sorar: “Neler yaşadınız, neler hissettiniz, karnınızdaki çocuklara ne oldu?”. Kimisi hemen kürtaj yaptığından, kimisi de çocuğu doğurur doğurmaz hemen devlete teslim ettiğinden bahseder: “O çocuk, kocamı gözümün önünde öldüren bir adamın çocuğuydu, ama ona kıyamadım, doğurdum, o da Allah’ın yarattığı bir canlıydı ve suçu yoktu, yüzüne dahi bakamadım, ilgililere teslim ettim, hemen ayrıldım oradan!”. Yıllar sonra Srebrenitza’ya geri dönen ve hayatın güzelliklerine sevinmeyi unutan bazı anneler, bir gün çocuğunun veya eşinin bedeninden bir parça bulunacağı ümidiyle, kederleriyle baş başa kalmışlardır. O annelerden birisi şöyle der: “Her anne gibi çocuğunun evlenmesine, mutlu bir geleceğe sahip olmasına sevineceğime;

ben bir gün çocuğumun kemiklerinin bulunmasına ve mezar yerinin belli olması ümidimin var olmasına seviniyorum”. Milenyumun ilk yıllarında Irak’ta yapılan katliamları hatırlayalım ve bu esnada çekilen bir fotoğrafı ele alalım. Fotoğrafta bir ABD askeriyle iki Iraklı çocuk var. Üçü de başparmaklarını havaya kaldırıp "zafer" işareti yapmışlar. On iki-on üç yaşlarındaki çocuklardan biri, üzerinde İngilizce yazı bulunan bir karton tutuyor, onun hemen arkasında da ABD'li çavuş sırıtırken görülüyor. Fotoğrafın altında da şu bilgi var: "Medeni ülkenin askerleri hakkında bilgi için fotoğrafa bakınız”. İlk bakışta fotoğrafta bir sorun görünmüyor. Irak'taki bir Amerikan askeri iki çocukla neşeli bir hatıra pozu vermiş. Ama askerin, çocuğun eline tutuşturduğu pankartı okuyunca insanın kanı donuyor. Yazı İngilizce ve Iraklı çocuğun pankartta ne yazdığından haberi yok. Orada “Çavuş

her canlının önünde sonunda tecrübe edeceği ölüm hadisesinde olaya etki eden faktörler hesaba katıldığında iyilik ve kötülüğün neliği üzerine düşünen insan zaman zaman adalet duygusunda karamsarlık yaşayabilir. Bu durum bilişsel düzenin (denge) kaosa (dengesizliğe) dönüşmesini, bu da bilincin yaralanmasını ve duygu durumunun bozulmasını beraberinde getirebilir.

İslamî inanç bağlamında “hayat” denilen sistem dünyada yapıp etmelerden ibaret olmayıp, “mead” denilen ahiret hayatı ile birlikte bir bütünlük oluşturur. Kur’an’da çoğu ayet başından sonuna kadar hayatta insanın başına bir takım istenmeyen, arzu edilmeyen hallerin gelebileceğini söyler. Diğer bir deyişle insanoğluna dünya hayatında bir elim yağda diğer elim balda şeklinde, dikensiz bir gül bahçesi vaat edilmez. Adalet ve merhamet değerleriyle temelleri atılan dünya sisteminde bir Müslüman iman eder ki sınırlı süreli hayat güzergâhında zulüm varsa zalime zulmünün hesabı sorulacak;

mağdur, mağduriyetinin mükâfatını alacaktır. Salih amel işleyebilmek için, salih olmayan amelin de işlenebilir olması gerektiği bilincinden hareketle “Başa neden geldi bu hal?” sorusu bu minvalde cevaplanması gerekir. İslamî kültürde bir mü’minden tevekkül halinde olması, fiillerini iradi ve ihtiyari olarak yapması, fiil kötüyse ve gücü yetiyorsa o kötülüğe engel olması, engelleyemediği bir zulüm varsa bunun da hesabının mutlaka görüleceğine inanması istenir.

İslamî inanç sisteminde Allah’ın insanoğlunu dünyaya göndermekteki amacı onu imtihana tabi tutmaktır. Ayrıca bu imtihan öyle bir düzenektir ki, network ağı gibi birbirine geçmiş insan davranışlarından ve ilişkilerinden meydana gelmekte, bu ağdaki kablolardan biri etkilendiğinde sistem gereği diğer bütün kablolar etkilenebilmektedir.

Diğer bir deyişle, bir insanın yaşadığı kendi imtihanıyken çevresinin o imtihan sürecinde o insana nasıl davrandığı da çevresinin imtihanı haline gelmektedir. İmtihan, sınanmayı gerektiren ve sınananın da canını yakan bir tecrübedir. Bu imtihanın, insanın sınırlı süreli hayatında kendi iradesiyle yapıp etmelerine bağlı olarak değerlendirileceği, sonucunda da insanın cezai müeyyide veya mükâfat ile karşılaşacağı Kur’an’da sık sık tekrarlanır, Hz. Peygamber de bunu sözlerinde çokça hatırlatır (bk. Nevevi, 1974, s.

354-356; 57/Hadid, 20).

Bireyin zulmü engellemek ve adaleti tesis etmek gayesiyle çıktığı yolda zorluklara karşı nasıl tavır alması, nasıl harekete geçmesi gerektiğine dair İslamî kültür müntesiplerinden bazı şeyler talep eder. İslam peygamberi Hz. Muhammed, bir zulüm Boudreault babamı öldürdü ve sonra kız kardeşime tecavüz etti” yazıyor. Çavuş Boudreault, fotoğrafta dünyaya sırıtan asker.

veya adaletsizlikle karşılaşıldığı vakit bireyin öncelikle o zulmü ortadan kaldırmak için bizzat harekete geçmesi, buna gücü yetmediği takdirde bu davranışın zulüm olduğunu dillendirmesi, buna da güç yetiremediği vakit en azından zalimin/adaletsizliğin tarafında olmaması gerektiğini söyler. İşte burada dinî inancın bireye dayanma gücü verdiğini görmekteyiz. Esasen Marks’ın işlevsel açıdan dini “kalpsiz bir dünyanın kalbi ve halkın afyonu” olarak tanıtması da bu anlamda dikkat çekicidir. Çünkü insan, dinî inancıyla yaşadığı her türlü acı, felaket, yoksulluk, yoksunluk, engellenme ve ölüm gibi olumsuzlukların üstesinden gelmeye çalışır. Hayatına inançları doğrultusunda bir anlam yükler. Bu durumda yaşadığı olayların katlanılması güç acı ve ıstırabını daha az hissetmeye başlar. Artık dinî inançlar insanlara kalpsiz bir dünyada acı ve çileyi hissettirmeyen bir işlev üstlenir. Kuşkusuz bu süreçte dinî öğretiler, kutsal kitaplarda geçen kıssalar, rol modeller ve iyi insan olmanın övülmesi merkezi öneme sahiptir39.