• Sonuç bulunamadı

2.4. Dindarlık ve Maneviyata Yaklaşımlar

2.4.2. İnanç, Şüphe ve İman

Arapça “emn” kökünden türeyen, ‘güvenmek’ anlamına gelen iman kelimesine sözlüklerde genellikle “güven vermek, güven duymak, tasdik etmek, doğrulamak ve gönülden bağlanmak” anlamları verilir. Bunun yanı sıra “sağlamlaştırmak, kesin karar vermek, tasdik etmek” manasındaki “akd” kökünden türeyen ‘itikad’ kavramı da imanın eşanlamlısı olarak kullanılır (Mehmedoğlu, 2013, s. 23-24). Örneğin İbn Arabi, Arapça bir terim olarak “inanç (itikad, akide)” kelimesinin kök anlamının bir düğümü veya bir şeyi sımsıkı bağlamak olduğunu söyler. Ona göre, ‘her insan Tanrı hakkında birşeylere inanıyor’ ifadesi, ‘her insan Tanrı hakkında belirli bir düğüme bağlanmış’ manasına gelir (Almond, 2016, s. 73).

Görüldüğü üzere iman ve inanç kavramları aynı anlamda kullanılır. Ancak Din Psikolojisi alanyazınında bu kavramların anlam farklılıklarına sık sık vurgu yapılır.

Örneğin imanı ‘güven’ olarak betimleyen Allport’a (2004, s. 139-140) göre iman daha eden ve anlamlı bir yaşam algısı oluşturarak kendine has bir mutluluk ve doyum kaynağı oluşturduğunu belirten birçok araştırmacı bulunmaktadır (Bahadır, 2002: 28-31; Akgül, 2004: 19–20;

Acaboğa, 2007: 6-7; Göcen, 2013: 123).

az emin olunan hususları ifade ederken inanç daha kesin konularda kullanılmaktadır.

Mehmedoğlu’na (2013, s. 52) göre, imandaki duygusal yapının en önemli göstergesi kişiye güven temin etmesidir. Bu sebeple birçok teolog, filozof ve psikolog imanı, bağlılık ve güven duygusuyla açıklar. Ancak güven duygusunun imanı oluşturan asıl ve tek duygu olmadığını söylemek gerekir. İmanın muhtevasında sabır, tevekkül, teslimiyet, sevgi, korku, şefkat, merhamet, tevazu ve fedakârlık gibi diğer duygular da en az güven kadar etkilidir.

Allport’un dediklerine benzer nitelikte görüş bildiren Wilber’e göre birey önce ruha inanır, sonra ruha iman eder, daha sonra doğrudan ruhu yaşar ve en son ruh haline gelir. Bu iddiasına dayanarak oluşumu için görüntü, sembol ve kavram gerektiren

“inancın” zihinsel düzeyden kaynaklandığını belirtir. Ona göre, manevi olmayan herhangi bir zihinsel inanç er ya da geç gücünü kaybeder, zorlama gücünü kaybeden inancın bitişiyle de iman devreye girer (Türk, 2016, s. 75).

İnanç kısa vadeli, genellikle günlük hayata ilişkin deneyimlerle ortaya çıkan ve kolay değişebilen duygusal, zihinsel veya davranışsal bir tutumdur. Dinî inanç veya iman ise daha kuşatıcı daha engin, köklü, bütüncül, zor değişebilen; bireyin geçmiş ve geleceğini içine alan hem duygusal hem zihinsel hem de davranışsal motivasyonu olan varoluşsal aşkın bir tutumu ifade eder. İnançta zihinsel boyut aktif unsurken dinî inanç veya imanda duygusal ve iradi boyut aktiftir (Apaydın, 2016, s. 68).

Dinî inançla iman arasında da fark vardır. Bireyin sahip olduğu inanç duygusal (zor zamanlarda Allah’a yönelmek ve dua etmek gibi), zihinsel (peygamberlere, meleklere, cennet-cehenneme inanmak gibi) veya davranışsal bir dinamiğe (namaz kılmak, kurban kesmek gibi) dayanabilir. Bu bakımdan psikolojik açıdan iman duygusal, zihinsel ve davranışsal dinamikleri içinde barındıran ve bireyin içselleştirdiği en güçlü dinî tutumdur. Dinî inançla iman arasındaki farkı daha iyi kavramak amacıyla Hucurat Suresi 14. ayette anlatılan durumu örnek gösterebiliriz. İslam peygamberi Hz.

Muhammed’in karşısına geçip mümin olduklarını iddia eden kişilere kendilerini

“Mümin” telakki etmemeleri, sadece teslim olan manasında “Müslüman” sıfatını kullanmaları gerektiği, zira imanın kalplerine yerleşmediği, bu halin de Müslümanların nüfus ve nüfuzunun artması sebebiyle otoriteye/güce bağlanmanın başka bir deyişi olduğu söylenir. Buradan da anlaşılacağı üzere dinî inanç bazen bireyin iradesi dışında toplumsal ve ortamsal faktörlerin dayattığı bir öğrenme, kabul veya taklidi bir pratik olabilir. İman ise aşkın bir gerçekliğin fıtri kabulünü, dinî inancın hem duygusal, hem

zihinsel hem de davranışsal olarak özümsenip içselleştirilmesini ifade eder (Apaydın, 2016, s. 69).

İmanın mekân tuttuğu yer zihin değil gönüldür34. “İman” der Öztürk, “zihinsel ve entelektüel bir çabayla aşamalı olarak elde edilen bir netice olmanın ötesinde, içten gelen bir duyuş, deruni bir keşiftir. İmanda güven, şükran, duygu gibi unsurlar tazeliğini yitirmişse, bu kertede ancak imanın ölmüş hali olan itikattan (dogma) söz edilebilir. Ne var ki itikat bir ilişki değil, zihnin bir köşesinde atıl vaziyette öylece duran ve ancak zaman zaman hatırlanan kesin bir kanaattir”. Ayrıca inanç, zihni gelişmeye bağlı bir süreçtir ve inananın zihni durumuna, sübjektif kesinliğine işaret eder. İman ise, inanandan soyutlanmadan ele alınır ve inanan (süje), inanılan (obje)’dan daha ön planda gelir (Özcan, 2015, s. 40-43).

Ayrıca bireyin, dinin emirleri ve yasakları doğrultusunda davranışlarını ayarlama gücü olarak tanımlanan dinî iradenin iman ile bağlantısı sürekli vurgulanır ve hakiki manada bir imanın özgür irade ile gerçekleşeceği dile getirilir. İman ile inançsızlığın bireye eşit mesafede bulunmaları, iradenin bu seçimdeki vazgeçilmezliğinin temel göstergesi olarak kabul edilir.

İnanmak/iman etmek ya da inanmamak bireyin özgür iradesi ile gerçekleşen zihinsel bir eylemdir. Bu eylem sürecinde de inansın yahut inanmasın bireyin bazı şüpheler taşıdığı gözardı edilemeyecek bir gerçektir. İnanmayan birey hem kendi doğruları hem de inananların doğruları hakkında şüpheye düşebildiği gibi, inanan birey ise kendi doğrularına ilişkin şüpheler taşır. Dinî psikoloji literatüründe gerek sebepleri ya da kaynakları gerek niyet ve sonuçları yönünden birtakım dinî şüphe çeşidi tanımlanır.

Bireyin bu şüphelerini Allport, “tepkisel-olumsuz”, “bireyin ilgilerine karşılık bulamamasından, geleneksel dinin eksikliklerinden ve Tanrı anlayışından kaynaklanan”, dinsel arayışın kaynaklarıyla ilişkili, bilimsel şüphe ve referans şüphesi” başlıkları altında değerlendirir. Allport'un görüşüne katılan Clark, bu şüphe çeşitlerine “büyü ile dinin karışmasından kaynaklanan” şüpheyi ekler. Bu şüphenin yaşanmasına sebebiyet veren hal, bireyin Tanrıyı herhangi bir konuda zorlayabileceği ya da etkileyebileceği

34 Hazleton (2017), şüphenin aslında bir kalp meselesi olduğunu, tüm bu şüpheyi ortadan kaldırdığımızda geriye kalan şeyin inanç olmayacağını söyler. Bunun kesin ve kalpsiz bir teslimiyetten ibaret olacağını, gerçeği kavradığımızdan emin olduğumuzda bu kesinliğin hızlıca dogmatizme ve doğruculuğa dönüşeceğini iddia eder. Bununla, hislerini açığa vurmaktan çekinmeyen, inanılmaz derecede haklı olmanın verdiği gururu taşıyan cehalet veya bağnazlığı kastettiğini söyler.

düşüncesidir. Bu düşüncede birey, Tanrının edilen duayı kabul etmediği veya problemi çözmediğini zannederek şüpheye düşebilir.

Bu şüphe çeşitleri farklı bilim insanları tarafından değişik isimlendirmelerle açıklanır. Örneğin bireyin inancının hatalı ya da yanlış olabileceğine ilişkin hakiki bir endişe taşıdığı ve nihai bir karara ulaşma peşinde koştuğu “arayış şüphesi (varoluşsal şüphe)” genellikle dinî yaşamında köklü bir değişimin başlangıcında olan yetişkinlerde veya din değiştirme kararlılığındaki kimselerde görülür (Mehmedoğlu, 2013, s. 115).

Bencillik şüphesi, dinini veya inancını kendi arzuları ve istekleri için bir basamak/araç olarak gören, kendi çıkarını düşünüp emellerine ulaşamayan bireylerde görülür. Sadakat şüphesi, iman eden bireyin imanının gereğini yapıp yapmadığıyla ilgili şüphedir. Burada birey samimiyetini ve sadakatini sorgular. Bilimsel şüphe, bireyin inandığı inanç sisteminin öğretilerinin bilimsel yöntemlerle araştırılması, ispatlanması ve bunların bilimsel verilerle çelişmemesi gerektiği düşüncesiyle ortaya çıkan şüphedir.

Bilimsel şüpheye benzeyen bir diğer şüphe türü referans şüphesi (kavramsal şüphe)dir.

Bu şüphe, dinî öğretilerin içeriklerinde yer alan bazı kavramlara itiraz veya tepki şeklinde ortaya çıkar. Ancak burada dinî yaşam tarzının ve dinî kaidelerin reddinden ziyade, dinî inanç sistemlerinde yer alan bazı müphem, muğlâk, akıl ve idrak sınırlarını zorlayan ifadelerin harfi harfine alınması nedeniyle düşülen kararsızlık söz konusudur.

Algısal şüphe, bireyin Tanrı tasavvuruna bağlı olarak ortaya çıkan şüphe çeşididir. Burada birey, Tanrı’nın otoritesi ile insanın özgürlüğü arasında ikileme düşer35. Tanrıya imanın, bağlanma, boyun eğme veya teslimiyet içermesi ve dolayısıyla bunun özgürlük alanını sınırlıyor görünmesi bireyde şüphe ve kararsızlığa yol açar yaşadığın takdirde hayat Tanrı’sız olmaz. Başımdan şöyle bir şey geçti: Beni bir kayığa oturttular ve tanımadığım bir sahilden karşı kıyıya yönelttiler. Ben açıldıkça beni oraya götüren akıntı da şiddetleniyordu. Hedeften uzaklaşıyordum. Benim gibi akıntıya kapılan kürekçilere daha sık rastlar oldum. Bazıları durmadan kürek çekiyordu, bazıları ise küreklerini fırlatıp atmıştı. Bir kısmı akıntıya karşı çabalıyordu, bir kısmı kendini ona bırakmıştı. Bir ara bana gösterilen yönü unuttum ve küreği elden düşürdüm. Her taraftan tayfalar, neşeli zafer çığlıklarıyla yelkenliler ve kürekli kayıklarla önümden geçiyor, akıntıdan aşağılara gidiyorlar, bana ve aralarında “başka bir yön olamaz” diye teminat veriyorlardı. Ben de onlara inanıyordum ve onlarla birlikte ilerliyordum. Önümde sadece koşar adım yaklaştığım ve korktuğum yok oluşu görüyordum, hiçbir yerde kurtuluş göremiyordum.

Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O zaman geriye baktım ve sayısız kayıklar gördüm: Durmadan ve inatla akıntıyı geçiyorlardı. Kıyıyı, kürekleri ve yönleri hatırladım. Geriye doğru akıntıya ters istikamette kıyıya doğru kürek çekmeye başladım. Kıyı Tanrı’ydı, yön gelenek, kürekler bana verilen özgürlüktü. Kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Tanrı’yla birleşeyim diye” (Tolstoy, 2011, s. 59-60).

için devam eden bir çaba, sürekli neyi bildiğini sorgulayan, bireyi sorunlarla/düşüncelerle güreştiren bir süreçtir ve bu süreç şüpheyle birlikte gider. Yine bu durum, inançla hiç bitmeyen bir sohbet ve bazen ona karşı bilinçli bir meydan okumayı da içerir.

Bilişsel, duyuşsal ve iradi süreçlerden geçen iman, dinamik bir yapı arz eder.

Her zaman aynı yoğunlukta kalmaz ve bir anda şekillenmez. Tillich’in (2014) belirttiği üzere iman eyleminde görülen şüphe, cesaret eylemine eşlik eden bir şüphedir. Ayrıca kaygının ciddiyetini gösteren ciddi bir şüphe, imanın tasdiki anlamına gelir. İman hedefine ulaşmada bir aşama olarak halledilmesi gereken şüphe; karara varmadan önceki tereddüt hali, iki zıt şey arasında gidip gelen bir zihin durumudur. Şüphe, bilişsel süreçlerin ağırlıkta olduğu inanç aşamasında daha yoğun; buna karşılık bilişsel, duy(g)usal ve iradi süreçlerin birlikte bulunduğu iman aşamasında ise daha az yoğunlukta ya da hiç yoktur. Şüphe, inanç ve inançsızlık arasında tereddütlü ve tepkisel bir süreçtir. Bu yönüyle inançtan da inançsızlıktan da farklıdır. Ayrıca bir yönüyle inanç için daha ileri bir aşamaya geçişi başlatabilirken, diğer yönüyle de inançsızlığın ilk aşamasını temsil edebilmektedir.

İmanı özel kılan ve onu diğer inançlardan ayıran ilk özellik “gayb” alanıyla ilgili olmasıdır. Diğer bir ifadeyle o, görünen âlemin dışında görünmeyen varlık âlemine veya din dili ile söylenecek olursa “gayba iman”dır. Özel ve benzersiz olması; doğruluk, kesinlik, teslimiyet ifade etmesi ve dinamik/aktif36 olması imanın diğer özellikleridir (Mehmedoğlu, 2013, s. 35-42).

Düzgün (2013, s. 42), imanın körü körüne bir taklitle değil bilinçle gerçekleşmesi gerektiğini söyler. Zira bilerek inanma, müminlerin imanını temelsiz, boş ve kısa zamanda sonu gelen bayağı teslimiyetlerden ayırır. Bu tür bir imanda karşılıklılık vardır çünkü insan Allah’a belli gerekçelere dayanarak inanır, bu gerekçelerin en başında da va’d ve güven kategorileri gelir. İnanmanın karşılığında Allah’ın va’dleri ve Tanrı kavramının insana telkin ettiği güven, insanın inanmasının mekanik değil bilinçli bir inanma aktı olmasını zorunlu kılar. İnanma, insan olmanın ne anlama geldiği hususunda kişinin çektiği iç sıkıntılarının ve varoluşçuların

36 Frager’e (2012, s. 49) göre imanın iki türü vardır. “Körü körüne iman” vardır ki birey bu tür imanda sadece diliyle “İmanım var. Allah’a inanıyorum” der. Diğer tarafta da “hakiki iman” vardır ve bu iman, sadece sözde kalmayan, kişinin bütün davranışlarına da yayılan bir özelliktedir. Birey

“inanıyorum” demese bile imanı hareketlerinde vücut bulur. O, imanını diliyle inkâr eden insanların da var olduğunu fakat davranışlarıyla ve uğraştıkları sanatla iman ettiklerini iddia eder. Bu insanların zahiren şüpheci veya agnostik göründüklerini fakat hayat tarzlarıyla, üretken buluşlarıyla imanlarını tasdik ettiklerini iddia eder.

ifadelendirdiği şekliyle, var olmanın getirdiği bunaltının bir cevabıdır. Var olma, anlamsız bir süreç olarak görülürse böyle bir bulantı ve bunalım doğal olarak nükseder.

İnsanın asırlardır sorup da bir türlü bulamadığı soruların cevapları, inanma eyleminin içinde gizlidir. Bu gizlilik insanın sonluluğu gerçeğinde yatar. Öyle bir sonluluk ki insan, bilme ve irade etme gibi en önemli iki eylemi işler kıldığı her an bunu hisseder.

Bu sonluluktur ki, onu kendisinin taşıdığı bu eksik niteliği taşımayan Sonsuz ve Sınırsız Olan’a, inanma ve ona güvenme eylemine yönlendirir.

Birey için zorluklarla başa çıkma sürecinde en etkin destekçisi ve yardımcısı imanıdır. Deneyle kanıtlanamayacak bir gerçekliğin varlığına inanmak, deruni bir tecrübeyle ona güvenmek ve bağlanmak bireyi hayatta/ayakta tutar. Örneğin birey, hayatın anlamı üzerine sorularına cevap, fanilik bilincine ilişkin düşüncelerine yönelik teselli bulur. Bu cevap ve teselliler bireyde hayatı benlik bütünlüğü ile sonlandırma ve inandığı Tanrı’nın rızasını kazanma arzusunu doğurur.

2.5. Zorlanmaya Sebep Olan İçsel Faktörler ve İnanç