• Sonuç bulunamadı

1.4. Temsil Kavramı

1.4.1. Televizyon Haberlerinde Temsil

Toplumsal ya da bireysel tüm düzeylerde medya kültürel bir boyutta temsil alanını oluşturmaktadır. Medyada temsil gücü ve alanı en yüksek olan aracın ise televizyon olduğu bilinmektedir (Yılmaz, 2016: 2). Bunun en önemli nedeni televizyonun bütün kitlelere hitap eden bir araç olması ve temsil gücünü görüntülerle desteklemesi olarak sıralanabilmektedir. Televizyon temsil işlevini kullanırken görüntüleri sadece aktarmakla kalmamakta, bunun yanında anlamlandırma sürecine yeni anlamlar katmakta ve bu süreci sürekli yeniden inşa ederek sürdürmektedir (akt. Yılmaz, 2016: 17).

Temsil etme, tam olarak sürekli haldeki bir seçim, yapılandırma, sunum sürecine işaret etmektedir. Bu, televizyonda sıkça toplumsal temsillerin inşası ile kendini gösteren bir durum olmaktadır. Özellikle haber bültenlerinde yeniden inşa edilen temsiller yoluyla kimi olaylar ve kimlikler ön plana çıkarılırken, kimisi de arka planda bırakılmaktadır (Karaduman, 2009: 50). Televizyonda, belli süreçlerden geçip üretimi tamamlanmış olarak izleyiciye sunulan haberlerin ne kadar gerçeği yansıttığı ve neyi, kimi temsil ettiği sorularını beraberinde getirmektedir (akt. Çoban, 2009: 24).

Toplumsal inşa alanında yapılan çalışmalarda kimliklerin nasıl oluştuğu sorusu öne çıkmaktadır. Bu çalışmalar, medyayı belli kişiler için bir anlam yükleyerek kimlik oluşturan bir aracı olarak görmekte ve bu anlamın temsillerle üretildiğini ve inşa edildiğini vurgulamaktadır (Pandır, Efe ve Paksoy, 2015: 3). Egemen gücün değerlerinin temel alındığı televizyon haberleri ile temsil edilen olaylar vasıtasıyla, kişiler anlam dünyalarına ilişkin bilgileri kodlamakta ve televizyonun sunduğu gerçeklik ile yeniden üretmektedir (Sığın Karaduman, 2009: 1).

Stuart Hall dilin bir anlamlandırma pratiği olduğunu ve temsil sisteminin kurallarına göre işlediğini ifade etmektedir (akt. Çelenk, 2005: 82). Bundan dolayı anlamın ve gerçekliğin, toplumsal olarak inşa edildiği söylenebilmektedir. Bu bağlamda, medyada temsil yoluyla belli anlamlar yüklenerek inşa edilen kimlikler toplumsal olarak şekillendirilmekte, dolayısıyla gerçeği temsil eden değişmez kimlikler ve anlamlar olarak görülmemektedir (akt. Pandır, Efe ve Paksoy, 2015: 3).

Medyanın temsilleri ile egemen güçler arasında oldukça sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Özellikle dezavantajlı olarak adlandırılan, dışlanan toplumsal grupların medyadaki temsilleri, egemenlerin ideolojik söylemlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır (Göker ve Keskin, 2015: 234). Medya ideolojik bir işleyiş olarak, toplumda var olan kalıpları yaymakta ve aynı zamanda ideolojik temsiller yoluyla dengede tutmaktadır (akt. Kovacı, 2016: 67). van Dijk’a göre ideolojiler belli bir grubun inançlarına göre aktarılmakta, böylece temel toplumsal temsil biçimleri oluşturulmaktadır ve kişilere biz ve öteki bilinci yerleştirilerek aradaki sınırlar temsiller yolu ile belirginleştirilmektedir (akt. Göker ve Keskin, 2015: 236). Özellikle haberlerde sıkça yer verilen ırk, millet, cinsiyet gibi konularda dışlama,

ötekileştirme stratejileri ile ideolojik anlamları yeniden üretmektedir (akt. Ekşioğlu Sarılar, 2018: 143).

Medyanın her kolunda rastlanması mümkün olan olumsuz temsiller özellikle televizyon haberlerinde çok daha belirgin bir hale gelmektedir. Çünkü bu haberlerin genel amacı egemenlerin varlığının ve güçlerinin pekiştirilerek devam etmesini sağlamaktır (Boztepe, 2017: 98). Söz konusu temsil olduğunda, medyada en çok ön plana çıkan haberler üzerinde eleştirel bir yaklaşımın gelişmesinde önemli rol oynayan Hall, van Dijk, Schudson, Tuchman, Fowler ve Hacket’ın haber üretim sürecinin egemenlerin var olan güç/iktidar yapısını pekiştirmek adına ilerlediği konusunda aynı görüşe sahip oldukları görülmektedir (Boztepe, 2015: 264). Eleştirel yaklaşıma göre, bir toplumda azınlık olarak yer alan kişilerin medyada temsil ediliş şekillerinin gerçek hayatta neden olduğu sonuçları olmaktadır. Buna göre, bir metinin tek başına bir önemi bulunmamaktadır. Medyanın etkisi ile şekillendirilip tekrarlanarak oluşan birikimler ile oluşturulduğunda işlevsel olmaktadır (akt. Ekşioğlu Sarılar, 2018: 143).

Haberlerin ideolojisini en çok yansıtan faktörlerden biri haberlerde biz ve ötekinin nasıl temsil edildiği yani geniş bir ifadeyle hangi görüntü ve cümlelerle tanımlandığı olmaktadır (Devran, 2010: 126). Haberde yer verilen mecazlar, kavramlar, anahtar sözcükler ve semboller yoluyla temsil gerçekleştirilmekte ve haberin çerçevelendirmesi yapılmaktadır (Çoban, 2009: 24). Haberlerde egemen güçler, seçkin kişiler olumlu ve bireysel olarak temsil edilirken, güçsüzler, yoksullar, karşıt gruplar, azınlıklar vb. daha çok olumsuz ve bireysel olmayan, ait olduğu çevreye göre sınırlandırılmış olaylar dahilinde haberlere konu olabilmektedir (akt. Karaduman, 2007: 51).

Televizyon, özellikle haberleri kullanarak temsil ettiği kimliklere dair toplumsal bir algı oluştururken egemen güçlerin ideolojilerini kullanmaktadır. Neticede bazı kimlikler haberler vasıtasıyla güçlendirilirken, bazı kimlikler zayıflatılmakta hatta çoğu kez görünmez kılınmaktadır (Sığın Karaduman, 2009: 2). Haberler aracılığı ile egemen güçlerin ideolojilerine karşı gözüken her türlü kişiler, gruplar ve görüşler olumsuz bir şekilde temsil edilerek dışlanmakta ve ötekileştirilmektedir (Kovacı, 2016: 2). Medyada kullanılan temsil biçimleri, belirli

kabullerin oluşmasında ve bunun devamlılığı sağlanmasında oldukça etkin olarak özellikle dünya üzerinde biz ve onlar ayrımının kabullenilmesine katkıda bulunmaktadır (Boztepe, 2015: 224).

İKİNCİ BÖLÜM

TELEVİZYON HABERLERİNDE SURİYELİLERİN TEMSİLİ VE TÜRKİYE’DEKİ ETKİLERİ

Çalışmanın odak noktası olan Suriyeliler ve temsillerinin irdelendiği, televizyon haberlerinde Suriyelilerin temsili ve Türkiye’deki etkileri başlıklı ikinci bölümde, Suriye’de yaşanan olaylar ve Türkiye’ye yaşanan göç dalgasının etkileri kapsamında konuyla ilgili olarak, savaş kavramı, Arap Baharı, göç kavramı, Suriyelilerin Türkiye’deki durumlarından bahsedilecektir. Uygulama bölümünde yer alan Suriyelilerin, televizyon haberlerinde nasıl temsil edildiklerini daha iyi anlayabilmek adına önemli olan televizyon haberlerinde Suriyelilerin temsili konusu incelenecektir. Son olarak temsil çeşitliliğinden yola çıkılarak, söz konusu durumu daha iyi anlayabilmek ve var olan bilgi eksikliği ve kafa karışıklığına ışık tutabilmek adına mülteci, sığınmacı, göçmen kavramları açıklanacaktır.

2.1. Savaş Kavramı

Geçmişten günümüze, insanlık tarihinin başından beri savaşlar hep var olmuştur. Bilinen ilk savaşlardan günümüze kadar, dünya birçok türde savaşa tanıklık etmiştir. Bu savaşlar istila, sömürge, din, hanedan, devrim, ulusal ve kişisel gibi pek çok kritere ayrılırken (Daver, 1992: 183), coğrafi açıdan yerel ve genel savaşlar olarak ayrılmaktadır (akt. Aktaş ve Özmen, 2013: 38). Günümüze bakıldığında ise teknolojinin gelişen ve savaşın değişen yüzü ile birlikte savaş türleri de dönüşmeye başlamıştır ve bu savaş türleri soğuk savaş, sıcak savaş, az gerilimli savaş, haklı savaş, dolaylı savaş, sınırlı savaş, örtülü savaş, gerilla savaşı ve psikolojik savaş gibi şekillere bürünmeye başlamıştır (Daver, 1992: 183)

Savaş kavramının birçok türü bulunmasına rağmen geçmişten günümüze kadar kavramla ilgili ortak bir tanım yapılamamıştır. Bu bağlamda savaşla ilgili yapılan tanımlara bakılacak olursa; milattan önce 500’lü yıllarda Herakletios savaşın her şeyin babası olduğunu savunmaktayken yine milattan önce 300’lü yıllarda Sun Tzu, Savaş Sanatı adını verdiği çalışmasında savaşı yaşam veya ölümle sona eren bir alan olarak görmüş ve savaşların devletler için hayati önem taşıdığına dikkat çekmiştir. Quincy Wright ise savaşı devlet ve siyasi gruplar arasında yapılan silahlı çatışma

olarak tanımlamıştır. Yine bu tarihlerde Carl Von Clausewitz, Savaş Üzerine adlı çalışmasında savaşı siyasetin başka araçlarda devam ettirilmesi olarak görmüştür (Güdek, 2017: 80) ve Clausewitz savaşı tanımlarken, devlet dışı olan her şeyin önemsiz olduğunu savunmuştur (Güneş, 2014: 180). Çiçero’nun tanımında ise savaş taraf olanların kuvvet yoluyla çatışması olarak karşımıza çıkmaktadır (akt. Varlık, 2013: 117). Görüldüğü üzere savaş kavramını ve savaşın özünü açıklamak adına çok eski tarihlerden beri bir uğraş söz konusu olmuştur ve günümüze kadar devam eden bu uğraşlar sonucu, literatürde yer alan çok sayıda savaş tanımına rastlamak mümkündür.

Türk Dil Kurumu Sözlüğünde de benzer şekilde yine savaşla ilgili tek bir tanım yapılamamış ve birden fazla tanıma yer verilmiştir. Bu tanımlar; ‘bir toplumun diğer bir topluma kendi istediklerini kabul ettirmek maksadıyla elindeki tüm olanakları ve güçlerini kullanarak yaptığı düzenli saldırı’, ‘birden fazla devlet arasında ya kendi istediklerini kabul ettirmek ya da diğerlerinin isteklerine boyun eğmemek için birbirleriyle siyasi ilişkilerini kesip silahlı güçler yoluyla çatışmaları’ gibi cümleler kullanılarak yapılmıştır (akt. Aktaş ve Özmen, 2013: 38).

Savaş kavramının pek çok bakış açısından tanımı yapılmasına rağmen tek bir tanımda uzlaşılamamasının asıl nedeni ise, 1945 yılından sonra kurulmuş olan dünya düzeni ile hukukun bir bütün olması isteği ile Birleşmiş Milletler tarafından savaşlara yasak koyulması olmuştur (Varlık, 2013: 116). Birinci Dünya Savaşı’na kadar yasal bir hak olarak kabul edilmiş olan savaşın, yaşanan büyük yıkımlar ve kayıplar sonucunda, sanılandan çok daha ciddi bir durum yarattığı ve uluslararası sistem için tehdit oluşturduğu görülmüş ve beraberinde savaşın yasallığı tekrar sorgulanmaya başlanmıştır. Bu noktadan sonra savaşların önüne geçebilmek ve barış hakimiyeti yaratmak adına uğraşlar verilmeye çalışılmıştır (Güdek, 2017: 85). 20. Yüzyıla gelindiğinde verilen uğraşlar ve yapılan çalışmaların sonucunda, savaşın bir suç olarak görülmesi ve yasaklandığının ilan edilmesine rağmen pratikte sonuç değişmeyerek dünyada savaşlar varlığını sürdürmeye devam etmiştir (Güdek, 2017: 87- 88).

Devletlerin birbirlerine karşı olan güç gösterileri ve aralarındaki ilişkiler savaş ve barış olguları üzerinden gerçekleştirilmektedir. Bu durumda da denilebilir ki,

özellikle çok sayıda disiplini içinde barındıran savaş olgusu, tarihsel süreçte yaşanan değişimler ve gelişmelerle paralel bir şekilde sürekli yeni boyutlar kazanarak her defasında daha da içinden çıkılmaz karmaşık bir duruma gelmektedir (Varlık, 2013: 127). Özellikle de Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, başka bir deyişle 20. Yüzyıldan sonraki süreç içinde genellikle ulusların orduları arasında geçen savaş olgusu daha farklı bir içeriğe bürünerek, devlet dışı grupların daha çok din, etnik köken ve mezhep odaklı, ideolojik amaçlarla yapılan bir hareket halini almıştır (Güneş, 2014: 179). Savaşın bu evrimine sebep olan iki önemli unsurun ise gelişen ve değişen teknoloji ve beraberindeki strateji olduğu varsayılmaktadır (Gürcan, 2012: 87). Dolayısıyla teknolojinin giderek güçlendiği günümüz koşullarında savaşsız bir toplum düşünmek neredeyse bir hayal olmaktadır.

Savaşın tarih boyunca değişmeyen yüzü, her zaman içinde ölümleri, acıları barındırması ve telafisi mümkün olmayan yıkımlara ve kayıplara sebep olarak insanların ve devletlerin kaderlerini belirleyen bir olgu olarak varlığını sürdürmesi olmuştur (Çağlar, 2002: 307). Günümüzde ekonominin en büyük yapı taşlarından birini silah sanayisi oluşturmaktadır ve çıkarları doğrultusunda tüm egemen güçler için savaşlar oldukça kârlı bir yatırım aracı olarak kullanılmaktadır (akt. Yıldıran Önk, 2011: 3991).

Teknolojinin geldiği son nokta ile gerçekleştirilen bu savaşlar ise tarihi sürece bakıldığında, bulunduğumuz dünyaya ve savaşın gerçekleştiği bölgeye şimdiye kadar verilmiş en büyük zararları veren, kişilerin, grupların, toplumların günlük hayatına en fazla olumsuz etkide bulunan, en fazla ölümle sonuçlanan ve tüm bunların sonucunda da en fazla maddi-manevi maliyeti olan savaşlar olarak gerçekleşmektedir (Güdek, 2017: 98).

İnsanlık tarihinin başından bugüne kadar bütün olumsuz sonuçlarına rağmen, hatta tek bir olumlu yanı olmamasına rağmen, ‘savaş’ olgusu hep varlığını sürdürmüştür. Giderek egemen güçlerin çıkar ve güç gösterilerinin aracı halini alan savaş olgusu, her ne olursa olsun, kime ve neye karşı yapılırsa yapılsın, içinde ölüm ve dramlar barındırdığı müddetçe ve yine insanlık için büyük trajedilere sahne olduğu sürece kabul edilemez bir olgu olarak kalmaya devam edecektir.