• Sonuç bulunamadı

1.4. Temsil Kavramı

2.1.2. Arap Baharı

Arap ülkelerine bakıldığı zaman, diktatöryel rejimlerin toplum üzerinde kurmuş olduğu baskı, siyasetteki yozlaşma, gıda enflasyonu, işsizlik oranında artış, düşünce, ifade ve inanç özgürlüğünde engeller ve kötü hayat şartları yüzyıllar boyunca süregelmiş, bunun sonucunda da toplumun içinde bulunduğu duruma isyan etmesine neden olmuştur (Koyuncu, 2014: 17).

Bu isyanlardan günümüz tarihine en yakın örnek, Arap Baharı olarak nitelenen harekettir. 2010 yılında başlayan ve birçok Arap ülkesini içine alan protesto hareketleri sonucu, söz konusu Arap ülkelerinde iç çatışmalar yaşanırken, yine bazı Arap ülkelerinde protesto hareketleri iç çatışmalarla sınırlı kalmamış, bu çatışmalar adeta bir iç savaşa dönüşmüştür (Göker ve Keskin, 2015: 230). Arap Baharının hemen öncesi dönemine bakıldığı zaman, olayları tetikleyen üç noktanın göze çarptığı söylenebilir. Bunlardan ilki, meşruluğun en az olduğu ülkeler olarak örnek gösterebileceğimiz Libya, Tunus, Yemen, Mısır ve Suriye’nin ortak noktasının,

iktidardaki kişilerin bir askeri darbe sonucu yönetime geldikleri ve siyasi rejimlerinin devamını garanti altına almak için baskıcı bir monarşi kurmak istemeleridir. İkinci olarak, uluslararası siyasette Ortadoğu’nun ve buradaki ülkelerin birçoğunun metalaştırılması ve araçsallaştırılmasıdır. Son olarak ise, Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgeye ilişkin siyasi tutumları doğrultusunda, bölgeye yön veren önemli bir güç haline gelmesi olarak ifade edilebilmektedir (Oğuzlu, 2011: 9- 10).

‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan süreçte, olayların ilk çıkış noktası 2010 yılında Tunus’ta başlayan gösteriler olmuştur. Bu gösterilerde tezgahına el konduğu için kendini yakan Tunuslu bir işportacı, bu noktadan sonra yaşanacak olan bütün olaylar için bir simge haline gelmiştir (Akbaş Demirel, 2014: 31).

Ülkesindeki işsizlik sıkıntısı nedeniyle uzun süre işsiz kalan, son çare olarak pazarda meyve sebze satarak ailesini geçindirmeye çalışan Arap Baharının simgesi, 26 yaşındaki Tunuslu Muhammed Buazizi, 17 Aralık 2010 günü, tezgahının ruhsatsız olması gerekçe gösterilerek tezgahına ve tartı aletine el koymak isteyen zabıtalar ve güvenlik güçleri ile sorun yaşamış, maruz kaldığı şiddet, hakaret ve aşağılanmalara dayanamayarak o gün kendini ateşe vermiştir. Vücudunun yüzde doksanı yanmış bir durumda hastaneye kaldırılmış olan Muhammed Buazizi, sadece on sekiz gün dayanabilmiş ve 4 Ocak 2011’de hayatını kaybetmiştir. Bu haber ile de zaten bir bahane bekleyen Tunus halkı sokaklara dökülmüş, baskı, siyasetteki yozlaşma, gıda enflasyonu, işsizlik oranında artış, yolsuzluk, düşünce, ifade ve inanç özgürlüğünde engeller ve kötü hayat şartları gibi sorunları protesto eden gösteriler düzenleyerek içinde bulundukları duruma isyan etmeye başlamıştır (Boyraz, 2015: 40).

Önceleri, yaşanan bütün bu olayların Tunus ile sınırlı kalacağı düşüncesi ve başka ülkelerin olaylara dahil olacağına ihtimal verilmemesi nedeniyle ‘Yasemin Devrimi’ olarak adlandırılmış olan bu isyanın daha sonra düşünülenin aksine Mısır, Libya, Fas, Bahreyn, Yemen ve Suriye’ye sıçraması ile birlikte Ortadoğu coğrafyasında deyimi yerindeyse bir domino etkisi oluşmuş ve bununla birlikte söz konusu isyan ve hareketlere ‘Arap Baharı’ adı verilmiştir (Koyuncu, 2014: 17). Böylece Arap Baharı ile Tunus’ta başlayan yönetim karşıtı hareketler, sömürge geçmişine sahip tüm Orta Doğu ülkelerini içine alarak; söz konusu Arap ülkelerinde

ayaklanmalar, çok büyük çaplı sokak gösterileri, bölgesel çatışmalar başlamıştır (Sayın, Usanmaz ve Aslangiri, 2016: 5).

Yaşanan tüm olaylar ve yönetim karşıtı isyanların ciddi boyutlara ulaşması neticesinde, söz konusu ülkelerden yönetim istifası haberleri de sırayla gelmeye başlamıştır. Ocak 2011’de Tunus Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin istifası ile süreç başlamış, yaşanan olaylar devamında Mısır’ı etkilemiştir. Şubat 2011’de Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek de istifa etmiş, daha sonra yerine gelen Müslüman Kardeşler Örgütü üyesi Muhammed Mursi’ye karşı da tepkiler sürmüş ve Temmuz 2013’te Mısır ordusu yönetime el koymuştur. Olaylardan etkilenen bir diğer ülke ise Libya’dır. Muhalifler ve Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’nin güçleri arasında verilen mücadele, NATO’nun askeri müdahalesi ve Kaddafi’nin yönetimden alınması ile sonuçlanmıştır. Mart 2011’e gelindiğinde ise Suudi Arabistan, Ürdün, Sudan, Yemen ve Suriye’de de yönetim karşıtı isyan gösterileri başlamıştır (Akbaş Demirel, 2014: 31).Olaylar sonucu yaşanan bu rejim değişiklikleri uluslararası alanda da yakından takip edilmiştir. Özellikle yaşanan olayların Suriye’ye sıçrayıp, buradaki ayaklanmaların çatışmaya dönüşmesine kadar olan süre zarfı içinde bulunulan duruma yaklaşım daha farklı olmuştur. Suriye olaylarına kadar geçen süre değerlendirildiğinde, yaşananlar, karmaşıklaşan ve içinden çıkılmaz bir hal alan olayların uluslararası alanda yarattığı tartışmaların rengi büyük ölçüde dış politika meselesi olarak görülmüştür. (Güçer, Karaca ve Dinçer, 2013: 7).

Mart 2011’de, Suriye’nin Deraa şehrinde yaşayan iki kadın doktor telefonla konuştuğu sırada; ‘Hüsnü Mübarek düşmüş, darısı bizim başımıza…’ gibi ifadelerle isteklerini dile getirmiştir. Bu sırada istihbarat tarafından telefon konuşmalarının dinlenmesinin sonucu, konuşmayı yapan iki kadın doktor tutuklanmıştır ve ceza olarak saçları kazıtılmıştır. Bu durumun ardından kadınlardan birinin akrabası olan (Koyuncu, 2014: 18) yaşları 9 ila 15 arasında değişen, aynı aileden olan yaklaşık 15 kadar çocuğun, okul duvarına yazdıkları bir slogan sebebiyle tutuklanıp alıkonulması ve devamında işkenceye maruz kalmaları ülkede büyük tepki çekmiştir ve hemen ardından çocukların yakınlarının durumu protesto etmek için sokaklara çıkması ve güvenlik güçleri tarafından şiddete maruz kalmaları ile tepkiler iyice artarak kitlesel gösterilere dönüşmüştür. Bu gösteriler Deraa ile sınırlı kalmamış, giderek büyüyerek

Banyas, Hama, İdlip, Humus, Lazkiye ve Halep gibi farklı şehirlere de yayılmış ve ülke çapında bir başkaldırı halini almıştır (Türüt, 2015: 8).

Suriye’de, ülke çapında büyük bir başkaldırı halini alan gösteriler çok geçmeden Esed rejiminin sert müdahaleleri ile karşı karşıya kalmış, çatışmalar büyümüş, bunun sonucunda da içinde bulunulan durum giderek insani bir krize dönüşmüştür. Çatışmalar ile birlikte zaten kötü olan yaşam koşulları giderek daha da kötüleşmiş ve gıda, sağlık, eğitim, çalışma gibi hizmetlere ulaşmak iyice zorlaşmış hatta neredeyse imkansızlaşmıştır. Hal böyle olunca çatışmaların şiddeti ve buna paralel olarak bireysel silahlanma da artmış, bunun sonucunda da insan hakları ihlalleri sürekli bir hal almaya başlamıştır (Akbaş Demirel, 2014: 31).

Suriye’de yaşayanlar kendilerini, 2011 yılı itibariyle başlayan sokak gösterileri ve rejimin bu gösterileri şiddetle bastırması ile birlikte giderek karmaşıklaşan ucu açık bir savaşın ortasında bulmuştur ve böylece Suriye halkı ölümlerin, trajedilerin hâkim olduğu, insanlığın tükendiği bir sürecin aktörleri olmak zorunda kalmıştır (Ekinci, 2015: 1). Ülkenin büyük bölümü harabeye dönerek yaşanılmaz hale gelmiştir. Kentler, kasabalar, köyler yıkılmış ve Suriye’nin eski halinden geriye dev bir enkaz yığını kalmıştır (Çağlar, 2002: 489). Sayısız Suriyeli savaşın ortasında ölüm ve acıların kurbanı olup, milyonlarcası yaralanmış, sakat kalmıştır, kimi ise daha fazla dayanamamış köyünden, şehrinden, ülkesinden ayrılmıştır. Savaşın bütün insanlık dışı izleriyle birlikte, maddi ve manevi her şeylerini geride bırakarak göç etmek zorunda kalmıştır (Ekinci, 2015: 1).

Suriye’deki protesto gösterilerinin önemli bir kısmının Lazkiye, İdlib, Hama ve Humus’ta yaşanıp, ardından diğer bölgelere de sıçrayarak büyük çaplı çatışmalara dönüşmesiyle birlikte Suriye’den, başta yakın ve güvenli görünen ülkeler Ürdün, Lübnan ve Türkiye’ye toplu hâlde geçişler yaşanmaya başlamıştır. Daha sonra göç edilen ülkelere Irak da dahil olmuş ve bu ülkeler komşu ülke konumları dolayısıyla oldukça fazla sayıda göç almıştır (Akbaş Demirel, 2013: 467). Arap Baharının Suriye’ye sıçradığı ilk günden itibaren Suriye yönetimini reform yapmaya ve barışçıl gösterilerde yer alan istekleri dikkate almaya davet eden ülkelerden birisi olan Türkiye, bu tutumu dolayısıyla Suriye yönetimiyle karşı karşıya gelmiş hem siyasi hem de ekonomik olarak Suriye yönetimiyle ilişkilerini minimum seviyeye çekmek

zorunda kalmış, bununla birlikte Suriye’de yaşanan iç savaşın sonuçlarına en fazla maruz kalan ülkelerden birisi olmuştur. Suriye’de yaşanan olaylar ile birlikte rejimin insanlık dışı baskılarına maruz kalarak çareyi ülkesini terk etmekte bulan milyonlarca insan için kapısını açan Türkiye, ilk günden bu yana sürekli olarak Suriyelilere yardım elini uzatmıştır (Çağlar, 2002: 488). Buna en büyük örnek, Türkiye’nin özellikle açık kapı politikasını uygulayarak Suriyelilerin ülkeye girişlerini kolaylaştırması olmuştur. Böylece kısa sürede yüz binlerce Suriyeli sınır illere gelmeye başlamıştır. Coğrafi açıdan yakınlık, akraba ilişkileri ve çatışma yaşanmayan bölge gibi çeşitli çekici etkenlerden dolayı ilk olarak Türkiye’nin Suriye sınırında yer alan şehirlere yerleşmeyi tercih etmişlerdir (Deniz, Ekinci ve Hülür, 2016: 19).

Suriye ile Türkiye arasındaki ilişkiye siyasi olarak kısaca değinmek gerekirse, geçmiş dönemlere bakıldığı zaman bu ilişkinin özellikle Hafız Esed döneminde sorunlu olduğu görülmüştür. Hafız Esed’ın ölümünden sonra, babasına nazaran daha uzlaşmacı görülen oğlu Beşşar Esed’ın ülke yönetimine geçmesi ile iki ülke arasında buzlar eskiye göre erimiş ve daha ılımlı hale gelmiş fakat bu durum fazla uzun olmamıştır. Suriye’de yaşanan olaylara Esed yönetiminin sert tavrı karşısında Türkiye yönetimi harekete geçmiş ve Esed’i göstericilere karşı sergilediği tutumunun yanlışlığı konusunda uyarmış, bazı reformlar yaparak toplumsal gerginliği azaltmasını söylemiştir. Buna karşın Esed’in tavrı daha çok sertleşerek devam etmiştir. Tüm bu nedenlerle birlikte Türkiye 2011 yılı sonu itibariyle Suriye halkının resmi temsilcisi olarak, muhaliflerin oluşturduğu Suriye Ulusal Konseyi’ni tanıyacağını duyurmuştur. Böylece iki ülkenin resmi makamları arasındaki ilişkiler artık resmen kopmuştur (Bayram, 2015: 12).

Günümüzde artık yaygın bir şekilde kabul görmüş olan ‘insani müdahale’ prensibine dayalı olarak Türkiye’nin,‘insanlık dışı tutum’ sergileyen ve bu tutumlarıyla da aynı zamanda Türkiye’nin ulusal çıkarlarını zora sokan ülkelerin resmi makamlarına karşı sert bir tavır takınması oldukça anlaşılır bir durum olarak görülmektedir (Kibaroğlu, 2011: 33).

Türkiye başta, birçok ülkenin tepki vermesine rağmen, yönetimin baskılara son vermemesi ile Suriye'de iç savaş giderek uzayarak hem Suriye'deki iç dengeler hem

de bölgesel dengeler nedeniyle, başta yönetim karşıtı ayaklanmalar olarak ortaya çıkan hareketler bir savaşa dönüşmüş, mezhepsel bir eksene oturmuştur. Bununla birlikte bölgesel ve mezhepsel olarak farklı bloklaşmalar ortaya çıkmıştır. Bölgesel bloklaşmayı oluşturan iki taraftan biri, Esed rejimi, İran ve Hizbullah olurken diğer bloklaşma, Suudi Arabistan, Türkiye, Katar şeklinde olmuştur. Mezhepsel bloklaşma ile Esed, Sünni tehdidine karşı daima yanında olacak bir Alevi ve Hıristiyan azınlığın desteğini çok güçlü bir şekilde sağlayabilmiştir. Bu durum muhaliflerin birleşmesi önünde önemli bir engel oluşturmuş ve böylece bu durum sorunu kendi içinde daha da çıkılmaz hale getirmiştir. Mezhepsel bloklaşma yaşayan Suriye muhalefeti etnik olarak da birleşememiştir (Göngen, 2014: 76).

Geldiği noktadan çok başka nedenlerle başlamış olan savaş bugün, İŞİD, El Nusra, YPG, PYD, ÖSO gibi çok sayıda farklı grupların çatıştığı ve yine birçok farklı ülkenin müdahale ettiği ‘vekalet savaşı’ halini almıştır (Çetin, 2016: 1001- 1002). Arap Baharı halkların refah, demokratik bir sistem, iyi yaşam koşulları, özgürlük ve insan hakları gibi isteklerinden dolayı başlamış olsa da çok geçmeden bu durumu fırsat gören bölgesel ve küresel güçlerin çıkar ve mezhep savaşlarına dönüştürülmüştür.