• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: MOLLA CÂMÎ ve YÛSUF U ZELÎHÂ’SI

2.1. Molla Câmî

2.1.2. Tasavvufî Şahsiyeti

Abdurrahman Câmî daha küçük yaşlarda dönemin ileri gelen tasavvuf büyükleriyle tanışma imkânı bulmuştur. Bu şahsiyetlerden ilki, Câmî beş yaşlarında iken hacca gitmek üzere Câm şehrinden geçen Hace Muhammed Pârsâ’dır. Câmî, Nefehâtü’l

Üns’te babasıyla birlikte dervişlerden ve ihlâslı kimselerden oluşan büyük bir toplulukla

bu büyük zatı karşılamaya gittiklerini, o nur yüzlü ihtiyarın kendisiyle meşgul olduğunu, ona şeker verdiğini ve aradan altmış yıl geçmesine rağmen o mübarek yüzün hâlâ hatırında olduğunu ifade eder (Akçiçek, 2016: 599). O dönemlerde Mevlânâ Fahreddîn-i Loristanî ile de karşılaşan Câmî bu karşılaşmayı şu şekilde aktarır:

“Aklımda kaldığına göre bu zat Câm’a geldi. Oranın Harcird semtindeki babama ait sarayda konuk oldu. O zaman ben pek küçüktüm. Beni dizi üzerine alıp oturttu; havada işaretle Ömer ve Ali yazdı; ben de okudum. Benim bu halime tebessüm ederdi. Onun şefkati ve muhabbeti, benim gönlümde bu sofiye zümresinin sevgi ve bağlılık tohumu oldu. Bu tohum o vakitten beri devamlı büyüyüp gelişmektedir” (Akçiçek, 2016: 687). Câmî’nin hiçbir zaman unutamadığını söylediği bu iki hadise onu ömrü boyunca sûfî zümresine ve bunlar arasında da Nakşibendîyye’ye muhabbet beslemeye sevk etmiş ve bu muhabbet yıllar sonra intisaba dönüşmüştür (Acer, 2016: 13).

Hayatının başlangıç yıllarında ilim ve edep tahsil eden Câmî zamanın ileri gelen âlimlerinden olmuş; ancak sahip olduğu ilimler onu manevî doygunluğa ulaştırmadığı için daha ulu makamlara erişmek istemiştir. Kendisini huzura ve sükûna götürecek yegâne şeyin tasavvuf olduğunu anlayan Câmî, Semerkand dönüşünde hakikat âlimi, hakikate ermişlerin seyyidi, Nakşibendî şeyhi Mevlânâ Sa‘deddîn-i Kaşgârî’ye intisap etmiştir. Bir müddet bu şeyhin müritliğinde kalarak riyazet ve mücahedelerle Allah huzurunda makbul olacak hizmetlerde bulunmuş, gittikçe kuvvetlenen bir vecd haline bürünerek halktan çekinip kaçmaya başlamış, kimseyle konuşmaz olmuştur. Bu vecd hali içerisinde Kâbe’ye gitmek üzere yola çıkan Câmî, Küsü’ye kadar gittikten sonra birdenbire aklı başına gelerek tekrar şeyhini görmek üzere geri dönmüştür (Devletşah, 2011: 593; Çelebi 2012: 22).

64

Molla Câmî’nin telkin piri Mevlânâ Sa‘deddîn-i Kaşgârî’dir; ancak Hace Ubeydullah Ahrar ile de çok sohbeti vardır ve tarikatı onun hizmetinde tamamlamıştır. Pek çok eserinin başında Hace Ubeydullah’tan söz eden Câmî, kendisinin onun müridi olduğunu ve ona olan teslimiyetini açıkça ifade etmektedir (Akçiçek, 2016: 625). Câmî, Hace Ubeydullah ile önce birkaç defa görüşmüş, sonrasında ise mektuplaşmışlardır. Nakşibendî tarikatına girdiğini açıkça belirttikten sonra tasavvufî konuları ele aldığı ve seyr ü sulûk usulünü anlattığı Tuhfetü’l-Ahrar adlı mesnevisini de onun adına armağan etmiştir (Hikmet, 1962: 81-82).

Câmî, gençlik yıllarında tanıdığı ve Muhyiddîn-i Arâbî’nin tesirinde kaldığını söylediği Hace Ebu Nasr Pârsâ ile Şeyh Bahaeddîn Ömer’in de mistik görüşlerinden etkilenmiştir. Bunlardan başka Hoca Muhammed-i Kusevî, Mevlânâ Şemsüddîn Muhammed Esed, Mevlânâ Celaleddîn-i Puranî de Molla Câmî’nin görüştüğü ulvî şahsiyetler arasındadır (Hikmet, 1962: 74-77; Çelebi, 2012: 24-25).

Câmî’nin Nakşibendî tarikatına olan ilgisi ve yakınlığı diğer tarikat mensuplarından faydalanmasına engel olmamış; aksine bir taraftan Nakşibendîyye tarikatına bağlı kalırken, diğer taraftan İbnü’l-Arabî, İbnü’l-Fârız gibi vahdet-i vücûtçu mutasavvıflara hayran olarak onların eserlerini şerh ve telhis etmiştir (Okumuş, 1993: 96).

Câmî’nin tasavvufî görüşlerinde, Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî’nin ve üstat kabul ettiği mutasavvıfların hemen hemen hepsinin mektebine sâlik olduğu Muhyiddîn-i Arabî’nin tesiri açıkça görülmektedir (Çelebi, 2012: 43). Abdurrahman Câmî, eserlerini tetkik ettiği, bazı eserlerine ise tam ve kısmî şerhler yazdığı İbnü’l-Arabî Arap kabileleri arasında ne ise Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin de Acem kabileleri arasında o olduğunu, Mevlânâ’nın şiirlerinde havas ve avamın anlamakta zorlandıkları hususların aynısının aşka ve muhabbete gark olmuş Şeyh İbnü’l-Arabî’de de bulunduğunu ifade etmiştir.

Makâmât’ta Câmî’nin, İbnü’l-Arabî’nin eserlerini anlamak için on, on beş yıl kadar bu

eserler üzerinde çalıştığı; ancak Şeyh Sa‘deddîn-i Konevî’nin eserleriyle tanıştıktan sonra Şeyh’in eserlerini idrak edebildiği bilgisi yer almaktadır (Acer, 2016: 19; Başçı, 2016: 105). Câmî, İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-hikem’ine kendi yaptığı bir ihtisar olan

Nakşü’l-Füsûs’u Nakdü’n-nusûs fî şerhi Nakşi’l-Fusûs ismiyle şerh etmiştir. Bu eser

kendinden önce gelen meşhur kişilerce İbnü’l-Arabî üzerine yapılmış şerh ve haşiyelerin bir antolojisi niteliğindedir; ancak eseri önemli kılan başka bir husus

65

Câmî’nin İbnü’l-Arabî ve ekolüne doğrudan bağlı olmayan Senâî, Attar, Celâleddîn-i Rûmî ve Sultan Veled’den de alıntılar yapmış olmasıdır. Eserin yazılış amacı

Fusûsu’l-Hikem’i anlamakta yarar sağlayacak malzemeyi kullanışlı bir biçimde işleyerek, bu

zorlu metni tamamıyla kavramak isteyenler için hazır hale getirmektir. Câmî ölümünden iki yıl önce de Fusûsu’l-hikem’in tam metni üzerine bir şerh yazmıştır. Bu şerh de Câmî’den öncekilerin görüşlerine dair makul bir özet vasfı taşımaktadır. Câmî Fatih sultan Mehmed Han’ın ricası üzerine yazdığı ed-Dürretü’l-fâhire fî tahkîkî

mezhebi’s-sûfiyye ve’l-mütekellimîn ve’l-hukemai’l-mütekaddimîn (Kıymetli İnci: Sûfîlerin,

Kelâmcıların ve Mütekaddimîn Filozoflarının Görüşlerine Dâir Bir İnceleme) İbnü’l-Arabî’nin öğretilerinin diğer eserlere nazaran daha ileri derecede karşılaştırmalı izahı niteliğindedir ve eserin başlıca mevzusu varlık meselesidir (Algar, 2016: 125-127). İbnü’l-Arabîyle birlikte tecellîye ehemmiyet veren ve tasavvufta esas olarak ezelî aşk fikrini şiar edinen Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin görüşlerinden de büyük ölçüde etkilenen Câmî, Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki ilk iki beyti açıklamak için Ney

Risâlesi’ni, sonrasında ise Menâkıb-ı Hazreti Mevlevî’yi yazmıştır. Câmî, Ney Risâlesi’nde bilhassa neyin kamışlıktan ayrılışına dair yaptığı yorumlarda İbnü’l- Arabî

terminolojisine müracaat etmiştir (Çelebi, 2012: 43; Algar, 2016: 134).

Molla Câmî, Endülüslü İbnü’l-Arabî ile Mısırlı İbnü’l-Fâriz tarafından işlenen ve vahdet-i vücûd esasına dayanan tasavvuf anlayışı ile bilhassa o çağlarda Şark-İslam dünyasında bir hayli yayılmış olan ve Timurlular tarafından da himaye edilen Nakşibendîyye tarikatının tasavvuf anlayışının kaynaşmasına vesile olmuştur. Ayrıca Muhammed Parsa’yı izleyerek İbnü’l-Arabî’nin Fusûs’unu şerh eden, sonra da

Nakdu’n-nüsûs ismiyle özetleyen; İbnü’l-Fâriz’in meşhur kasidesini şerh eden; Menakıb-ı Hazreti Mevlevî’yi ve Mesnevî'nin ilk iki beytini açıklamak için Ney Risâlesi’ni yazan; Fahreddîn-i Irâkî’nin Lemeât’ını Eşî’atu’l-leme’ât adıyla şerh eden

Câmî öte taraftan Suhanân-ı Hâce Parsa gibi Nakşî şeyhleriyle ilgili eserler yazarak Batı-Doğu tasavvufunu bir araya getirmiştir (Okumuş, 1993: 96).

Câmî’ye göre tasavvuf, filozof ve kelâmcıların mesleklerinden daha üstündür ve insanı ebedî saadete ulaştıracak tek şey gerçek aşktır. Varlık âlemindeki bütün oluş ve tezahürlerde “aşk sultanı” vardır. Seven de sevilen de her mertebede Hakk’ın kendisidir. Kâinattaki her bir varlıkta Allah’ın birliğinin delilleri müşahede edilmektedir. Câmî,

66

eserlerinde zihinleri bulandıran sûfî kılığındaki kişilerden uzak durmak gerektiğine dikkat çekerek, gerçek tasavvufun ve hakiki sûfînin özelliklerini anlatmıştır (Okumuş, 1993: 96).