• Sonuç bulunamadı

2.1. PKK ve Devletin Güvenlik Politikaları

2.1.2. Kürt Sorunu ve PKK

2.1.2.2. Tarihsel Süreçte Devletin Kürt Sorununu Çözme Yöntemleri

Osmanlı Devleti ve Kürtlerin düzenli ilişkileri 1514 Çaldıran savaşı ile başlamıştır. Çaldıran savaşında Kürtler, Osmanlı Devleti’nin yanında yer almış ve Kürt beylikleri ortak bir karar ile Osmanlı Devleti’ne iltihak etmişlerdir. Bu dönemden sonra, Osmanlı Devleti ile Kürtler arasında Tanzimat Fermanı’na kadar idari ve siyasi ilişkiler açısından çok büyük çatışmaların yaşanmadığı söylenebilir. Bu dönemde Osmanlılar, genelde Kürt beyleri arasında uzlaştırıcı hakem görevi görmüştür. Tanzimat Fermanı’nın 1839’da ilan edilmesi ile birlikte, birtakım ayrıcalıklara sahip olan Kürt beylerinin bu imtiyazlarını kaybetmesi, ciddi sıkıntılara neden olmuştur. Bu nedenle, 1839 yılından 1880 yılına kadar 8 isyan gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti, isyanları bastırarak çözme yolunu seçmiş, bastırma hareketleri çoğunlukla sert ve kanlı şekilde olmuştur(Tan, 2009: 85-96).

1876 yılında, II. Abdülhamit’in tahta geçmesiyle birlikte, Osmanlı Devleti’nin Kürtlerle yaşadığı sorunları çözme yönündeki politikalarında değişikliğe gidilmiştir. Dönem itibariyle Osmanlı Devleti’ne karşı sürekli başkaldıran ve büyük sıkıntılar yaşatan Kürt beylerini kontrol altında tutmanın bir yolunu arayan II. Abdülhamit, İslamcılık politikaları çerçevesinde Kürt aşiretlerinin yer aldığı Hamidiye Alayları’nı kurarak Osmanlı-Kürt ilişkisine yeni bir boyut kazandırmıştır. Abdülhamit, Doğu vilayetlerinde yaşayan, iskân edilmediği için, bölgede asayişsizliğe sebep olan aşiret ve göçebelerin, eli silah tutan bütün erkeklerini, bir milis teşkilatı içinde bir arada tutup onları kullanarak, bölgedeki Ermeni ayaklanmalarını önleyebilme, onlarla işbirliği yapan bazı Kürt aşiretlerini Ermeniler aleyhine çevirebilme hususlarında istifade etmeyi hedeflemiştir. Ayrıca, Müslüman-Kürt aşiretleri üzerinde Pan-İslamizm politikasını uygulayarak, yeni bir yapı oluşturmuş ve bu yapıyı muhtemel bir Rusya savaşı için

kullanmayı amaçlamıştır (Dabağyan, 2005: 491; Salihoğlu, 1994: 22; Aydoğan, 2007: 139; Sasuni, 1992: 173).

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti parçalara ayrılmış, büyük bir imparatorluk, Anadolu’nun sınırları içinde sıkışmıştır. Savaş sonrasında Anadolu da itilaf devletlerinin işgaline girmiş, bu duruma son vermek amacıyla kurulan müdafaa grubu, Kurtuluş Savaşı sürecini başlatmıştır.

Kurtuluş savaşının sürdürüldüğü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun gerçekleştirildiği dönemlerde ülke içerisinde mutabakata ihtiyaç duyulmuştur. Bu mutabakatın sağlanması için de başta Mustafa Kemal olmak üzere ülke yöneticileri tarafından birtakım çabalar gösterilmiştir. Mustafa Kemal’in bu çabası 1 Mayıs 1920’de, ilk mecliste bakanlar kurulu üyelerinin seçiminde kürsüde yaptığı şu konuşmada kendini göstermektedir.

“Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim. Burada ifade edilmeye çalışılan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep bir İslam topluluğudur, samimi bir bütündür”(Akçura, 2011: 65).

Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yerleşik olan ve bu bölgelerde önemli bir güç olan Kürtleri kaybetmemek ve karşısına almamak adına, Mustafa Kemal’in bu dönemde Kürtlere birtakım özerklik sözleri verdiği bazı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal’in, 16 Ocak 1923’te, İzmit Kasrı’nda gazetecilere verdiği bir beyan üzerine dönemin Vakit Gazetesi başyazarı Ahmet Emin Bey’in “Kürtlük meselesine temas buyurmuştunuz. Kürtlük meselesi nedir?” şeklindeki sorusuna Mustafa Kemal’in cevabının bir bölümünde şu ifadeler vardır:

“Binaenaleyh başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) mucibinde zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecek halde hangi livanın(bayrağın) ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir (Akçura, 2011:66).

Kürtlere muhtariyet verilmesi durumunun, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde de konuşulduğu ve bazı Kürt gruplara bu konuda teklifler yapıldığı anlaşılmaktadır. Dönem itibariyle bazı Kürtlerden de bu tekliflere, siyasi entrikalardan kaynaklı hamleler olması nedeniyle tepki gelmiştir. En açık tepkilerden biri Kürt kanaat önderlerinden Said-i Nursi tarafından gelmiştir. Nursi tarafından sarf edilen şu sözlerden dönemin siyasi durumunun ne olduğu anlaşılmaktadır:

“Hakiki Kürdler, kimseyi kendilerine vekil-i müdafi kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek, ancak Meclis-i Mebusan-ı Osmaniye’deki meb’uslar olabilir. Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahs ediliyor. Kürdler, ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler. Eğer, Kürdlerinserbestiyet-i inkişafını (hür ve engelsiz gelişmelerini) düşünmek lazım gelirse, bunu Bogos Nubar’la Şerif Paşa değil, Devlet-i Âliyye düşünür. Hülâsâ: Kürdler, bu hususta kimsenin tavassut [aracılık] ve müdahalesine muhtaç değildirler” (Salihoğlu, 1994: 72).

Kürt sorunun baş göstermesi, Cumhuriyet döneminde, ‘tek uluslaştırma’ politikasına karşı çıkan ve kendilerine verilen sözlerin tutulmadığını düşünen Kürtlerin isyanları ile olmuştur. Cumhuriyet kadrolarının Kürt meselesiyle ilk karşılaşması 1921 Koçgiri İsyanı’yla olurken, problemin ülke gündemine girmesi, 1925 Şeyh Sait İsyanı’yla gerçekleşmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, neredeyse isyansız geçen yıl olmadığı gibi, bazı yıllarda iki isyan birden olmuştur (Yayman, 2011: 20). İlk isyanlardan olan Şeyh Sait isyanının, Kürtlere verilen sözlerin tutulmamasından kaynaklandığına dair çokça yorum mevcuttur. Ancak, 1925-1938 yılları arasındaki 24 isyanın, başka nedenleri de vardır. Bu isyanlar, asimile amaçlı şiddet ve baskıya dayanan politikaların sonucu olarak değerlendirilebilmektedir. Türkiye tarihinde Kürt sorununa ilişkin ilk rapor, Atatürk’ün isteği üzerine Şeyh Sait isyanından sonra hazırlanmıştır. Bu rapor, Kürtlerin denetim altında tutulması ve yeni isyanlara karşı tedbirlerin alınması amacıyla hazırlanmıştır. Şark Islahat Planı olarak adlandırılan ve 27 maddelik olan bu rapor, sert önlemler içermektedir. Bu raporda yer alan dikkat çekici bazı maddeler özetle şöyle sıralanabilir:

Gerek Divanı Harbi’de gerekse de yerel mahkemelerin hiçbirinde asker ya da sivil yerli (Kürt) hakim bulunmayacaktır (3. Madde)

Kürtlerin yoğunluklu bulunduğu illere Türk muhacirler yerleştirilecek, Ermenilerden boşalan araziler, Kürtlere kiraya dahi verilmeyecektir. Daha önce Ermenilerden boşalan yerlere yerleştirilmiş Kürtler ya eski yerlerine ya da ülkenin batısında, hükümetin uygun gördüğü yerlere yerleştirileceklerdir (5. Madde)

5. Müfettişlik mıntıkasında nüfus sayımı yapılacaktır (Burada amaç Kürtlerin illere göre nüfus sayısını belirlemektir) (7. Madde)

İsyandan kaynaklı olarak hükümetin gider masrafları, isyana karışanların yaşadığı bölgelerde yaşayanlardan tahsil edilecektir (8. Madde)

İsyana karışanlar, karışanların yakınları ve onları teşvik edenler ülkenin batı bölgesine sürgün edileceklerdir (9. Madde)

Bu bölgelerdeki aşiretçilik ortadan kaldırılacak ve halkın doğrudan hükümetin yereldeki şubelerine kendilerinin ulaşması sağlanacaktır. Ancak bu şubelere kesinlikle Kürt memurlar atanmayacaktır (10. Madde)

Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Biltis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Hısn-ı Mansur, Behisna, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik il ve ilçelerindeki tüm devlet dairelerinde, okullarda, çarşı ve pazarda Türkçeden başka dil kullananlar cezalandırılacaklardır (13. Madde)

Fırat’ın batısında Kürtçe kesinlikle yasaklanmalı, kız mekteplerinde Türkçe konuşulmasına ağırlık verilmelidir (16.Madde)

Bu bölgelerde bütün resmi dairelerde halkın işini bizzat görmesi sağlanmalı, aracılık edenleri (Türkçe bilmeyen Kürtler için resmi dairelerdeki işlemlerinde yardım edenleri) şiddetle men ve reddetmelidir (26. Madde)(Yayman, 2011: 76-81; Akçura, 2011: 69-78).

Son maddede amaçlanan, Türkçe bilmeyen kişilerin, başka kişiler aracılığıyla işlerini yaptırmalarını engelleyerek, devlet ve hükümet dairelerine işi düşmüş olan bu kişileri Türkçe öğrenme mecburiyetinde bırakmaktır.

Şark Islahat Planı ile yapılmak istenen, Kürtlerin yoğunluklu olduğu yerlere Türkleri yerleştirmek ve Kürtçe konuşmaları yasaklamak suretiyle Kürtleri

Türkleştirmektir. Kısacası bu planla amaçlanan şeyin, Kürtleriin en kısa yoldan asimile edilmesi ve onların devlet için tehlike arz eden potansiyel düşman olmalarının engellenmesi olduğu söylenebilir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan isyanlar nedeniyle devlet yetkilileri huzursuz olmuş, sonraki yıllarda da Kürt politikaları oluşturmaya devam etmişlerdir. Mustafa Kemal, İsmet İnönü’den Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerini il il gezerek rapor hazırlamasını istemiştir. Doğu ve Güneydoğu illerini gezen İnönü, gözlemlerini 21 Ağustos 1935’te bir rapor haline getirmiştir. Bu raporda, Kürtler ile ilgili Mardin, Bitlis ve Iğdır için şu ifadeler yer almıştır:

“Mardin vilayetinden çıkarılacak Hıristiyan ve Arapların yerlerini Kürtler derhal dolduracaklardır. Bu hal bizim için pek zararlıdır(…)Hizan ve Mutki arasında [Bitlis] suni olarak daima devlet kuvveti ile vücuda getirilmiş bir Türk merkezidir. Yine ancak devlet tedbiri ile bir Türk merkezi olarak durabilir. Bırakılırsa az zamanda bir Kürt köyü haline gelmesi ve bu suretle Mutki, Hizan, Şirvan, Garzan mıntıkalarının Türkçe işitecekleri bir yer olmaksızın kütle olmaları muhtemeldir. Bitlis olmasaydı, bizim onu yaratmamız icap edecekti. Bu mülahazaların neticesi şudur: Bitlis’i kuvvetli bir merkez olarak, bir Türk yuvası ve kalesi halinde tutmalıyız. Bitlis halkı etrafındaki Kürt mıntıkaya hulul etmeye alışkındır. Onların bu hassası Türk kültürü için bize bulunmaz bir yardımcıdır.(…)Kimsenin yerinden oynatılmasına ne lüzum ne de imkân var[Iğdır için]. Kürtleri verimli topraklardan nereye göndereceğiz. Hudut üzerinde bulunan yerleri derhal Kürtlerle dolacak. Temeddün edip [medenileşip]sükûnet bulmuş olmaları kafi bir kardır” (Akçura, 2011: 89-93).

Kürtçenin ne kadar yaygın olduğu ve nerelerde kullanıldığına yönelik çalışmalar da yapılmıştır. Kurucu meclis döneminde milletvekili olan ve sonrasında da toplam 9 dönem milletvekilliği ve devlet bakanlığı yapan Avni Doğan tarafından 1943 yılında hazırlanan ‘Kürt Raporu’nda, o dönemde Türkiye’de illere göre Kürtçe dilinin kullanılma oranları yer almıştır. Bu oranlara aşağıdaki tabloda yer verilmiştir.

Tablo 5: İllere Göre Dil Kullanım Oranları Kürtçe % Türkçe % Hakkâri 98,85 0,45 Van 74,57 24,55 Urfa 61,80 32,77 Siirt 64,40 19,41 Bitlis 67,74 27,70 Muş 64,70 31,96 Diyarbakır 70,41 28,10 Mardin 61,80 11,60 Bingöl 94,40 4,66 Elazığ 51,88 47,00 (Akçura, 2011: 149)

Bazı illerde Kürtçe ve Türkçe dillerinin dışında farklı diller de kullanılmaktadır. Bunlar, Arapça, Süryanice, Ermenice ve bazı mahalli dillerdir. Dil kullanım oranlarının Fırat’ın doğusu ve Fırat’ın batısına göre mukayese edilmesi durumunda aşağıdaki gibi bir tablo oluşmaktadır.

Tablo 6: Fırat’ın Doğusuna ve Batısına Göre Kullanılan Dillerin Oranları

Türkçe % Kürtçe % Diğer diller %

Fırat’ın batısında 88 4 8

Fırat’ın doğusunda 27 65 8

Türkiye Geneli 83 13 4

(Akçura, 2011: 149)

Bu verilerin hangi yıla ait olduğu belirtilmemiştir. Ancak, bu raporun 1943 yılında hazırlandığı dikkate alındığında, bu verilerin 1940 yılı sayımlarına ait olduğu söylenebilir.

Bölge, 1925–1950 yılları arasında olağanüstü yönetim uygulamalarıyla yö- netilmiştir. Doğu ve Güneydoğu Bölgesi “yasak bölge” ilan edilmiş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayanların bölgeye girişleri 1964 yılına kadar izne tâbi tutulmuştur. Kurulan beş umum müfettişliğin üçü, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde açılmıştır. Bölgedeki olağanüstü uygulamalar bununla da sınırlı kalmamış, her darbe sonrası bölgede askeri seferberlik ilan edilmiştir. 1978 yılında ilan edilen

sıkıyönetim, 1987 yılına kadar sürmüş; daha sonra yerini OHAL’e bırakmıştır. OHAL en son 2002 yılında tamamen kaldırılmıştır. Bölge 1978’den 2002 yılına kadar 24 yıl süreyle olağanüstü yönetim düzeni içerisinde tutulmuş ve bölgede sayısız hak ihlalleri olmuştur (Yayman, 2011: 20).

Kürtlerin inkârı, ilk kez cumhuriyetin kurucuları tarafından dile getirilmiştir. Alkan, Kürtleri inkârın ilk resmi ifadesinin kaynağı olarak İsmet İnönü’yü göstermektedir. Lozan’ın imzalanmasından sonra, İsmet İnönü’ye, ‘Musul ve Kerkük’te çok büyük bir Kürt nüfusu var’ dendiğinde İnönü de, “Kürtlerin aslında Türklerden geldiğini” söyleyerek ‘Kart kurt’ tezine resmi dayanak olabilecek ilk ifadeleri sarf etmiştir (Alkan, 2011).

Resmi belgelerde bu konuyla ilgili ilk söylem ise Celal Bayar’a aittir. Atatürk ve İnönü’nün isteği üzerine ‘Şark Raporu’ hazırlayan Bayar, raporunda, bölgede yaşayanlara, yabancı bir unsur oldukları resmi ağızdan ifade edildiği takdirde, hükümet için elde edilecek sonucun bir tepkiden ibaret olabileceğini ve bölgede yaşayanlara ‘Kürt’ dememek gerektiğini belirterek Kürtlerin inkâr edilmesi gerektiğine vurgu yapmıştır (Akçura, 2011: 115). Bayar, daha sonra, 1959’da hazırladığı yeni bir raporda Kürtlere ilişkin acilen alınması gereken başka tedbirlere yer vermiştir. Raporda belirtilen tedbirler şunlardır;

Şark bölgesindeki istihbarat faaliyeti ve ajanlaşma işinin takviyesi ve bu bakımdan daha büyük maddî fedakârlıklara katlanılması,

Türk ve Kürt kültürü arasındaki farkın görünmez şekle sokulması,

Kürtlerin tertip ettiği Şark geceleri, folklor ve kültür gayretleri maarif ve Türk kültür sistemine göre ele alınıp Türk kültüründe temsil edilmelerine çalışılması.

Raporda yine, yukarıdaki tedbirlerle uyumlu olarak, politik müdahale ve karıştırmaların tertip edilmesine, İran’la bu konudaki işbirliğinin güçlendirilmesine vurgu yapılmış ve Irak devletinin, Kürtçülükle mücadeleye ikna edilmesine önem atfedilmiştir (Bardakçı, 2012).

Kürtlerin resmen inkâr edildiğini gösteren ilk resmi belgenin, 27 Mayıs 1961 darbesinden sonra kurulan darbe kabinesi tarafından Devlet Planlama Teşkilatı’na

(DPT) hazırlattırılan rapor olduğu söylenebilir. 1961’de darbeyi yapanlar, Kürt sorununa çözüm üretmek üzere DPT’de bir “Doğu Grubu” oluşturmuştur. Bu grup, bir ‘Doğu Raporu’ hazırlamıştır. Ancak, 27 Mayıs hükümeti aynı yılın ekim ayında yapılan seçimde yerini AP-CHP koalisyonuna bırakmıştır. Darbe kabinesi de raporu, yeni koalisyon hükümetine devretmiştir. Bayar’ın raporunda, Kürtlerin inkar edilmesi gerektiği belirtilirken, ‘Doğu Raporu’nda ise, Kürtler ilk kez resmi söylemle inkar edilmiştir. Şark Islahat Planında olduğu gibi bu raporda da, Kürtlerin nasıl asimile edileceği üzerinde durulurken, raporun muhtelif yerlerinde tam on kez “kendini Kürt sananlar” ifadesi yer almıştır. Yine bu raporda, Kürtler sadece inkâr edilmekle kalınmamış, inkarın nasıl bir temele oturtulması gerektiği hususunda önerilerde de bulunulmuştur. Bu öneriler şu şekilde maddelendirilebilir (Dündar & Akar, 2008).

Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayınlanması,

Doğunun Türk tarihinin yazılarak neşredilmesi,

Rus âlim ve politikacısı Minovski’nin tarafgirâne bir surette, kendini Kürt sananların menşeinin İranî olduğunu iddia eden yazısı alınarak, kendilerini Kürt sananlar kısmında neşredilmiştir. Böylece, Lozan’da delegelere kabul ettirilen, kendilerini Kürt sananların dağlı Türkler olup, menşelerinin Turani olduğu tezi ile de tezada düşülmüştür. Doğulu münevverler arasında münakaşayı mucip olan ve ayrılık taraftarlarına tutanak veren bu hatanın, derhal tashih edilmesi,

Kendilerini Kürt sananların, menşelerinin Turani kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılması ve neticelerinin türlü neşir vasıtalarıyla yayılması.

Türkiye’de Kürtlerin varlığının kabul edilmesi durumu, her zaman uzak durulması gereken tehlikeli bir husus olarak algılanmıştır. Ancak, bu konuda, resmi söylemin dışına çıkan kişiler ve siyasi partiler de olmuştur. Kürtlerin varlığını resmen kabul eden ilk siyasi parti olan Türkiye İşçi Partisi’nin 1970’deki 4. Kongresinde Kürt sorununu tartışılmış ve “Türkiye’nin doğusunda yaşayan bir Kürt halkı vardır” denmiştir (Kirişçi & Winrow, 2010: 129; Yalçın, 2000: 14).

Kürt kimliğini, Türk kimliğinden ayırt etme çabalarının, basitçe, ülkeyi bölmeye çalışan Batılı istihbarat örgütlerinin ve ayrılıkçı grupların uydurmaları olduğu iddia

edilmiştir. 1988'de, birçok SHP'li milletvekili, Avrupa Konseyi'nin "Azınlık Dilleri" raporu lehine oy kullandığında, bu vekiller, Avrupa ülkelerinin Türkiye'de bir Kürt azınlık yaratma komplolarının tuzağına düşmekle suçlanmıştır. Devleti elinde tutan erk, Türk milliyetçiliğini yeniden canlandırmanın, teşvik etmenin dışında, dini de Türkiye’de Marksist ve ayrılıkçı düşüncelerin etkisini zayıflatmanın ve ulusal birliği güçlendirmenin bir aracı olarak görmüştür. Bu yeni yaklaşım, "Türk-İslam Sentezi" olarak anılır duruma gelmiştir. “Ulusal Kültürü” güçlendirmekle, toplumun ve özellikle gençliğin tehlikeli ve bölücü yabancı ideolojilerin etkisinden kurtulabileceği düşünülmüştür. Bu politikalar, PKK 1984’te eylemelere başladıktan sonra, Kürtlerin yaşadığı bölgelerin yavaş yavaş şiddetin içine çekilmesini önleyememiş, şiddet ve karşı şiddet sarmalı, Kürt ulusal bilincinin gelişmesini beslemiştir (Kirişçi & Winrow, 2010: 134; Kömürcü, 2009).

Ocak 1988'de, SHP milletvekili Ali Eren, Türkiye'de Kürtlerin varlığının sürekli inkâr edildiğini ve Türkiye'deki Kürtlerle Bulgaristan ve Yunanistan'daki Türklerin durumu arasında paralellik kurulabileceğini ifade etmiştir. Eren, Kürtlerin, anadillerinde konuşup yazamayan, çocuklarına istedikleri ismi veremeyen bir ulusal azınlık olduğunu ifade etmiş, bu saptamalar, parlamentoda sert eleştirilere neden olmuştur. Eren, anayasayı ihlal etmekle suçlanmış, hatta bu ifadeleri kullandığı anda Eren'in sarhoş olduğu iddia edilmiştir (Kirişçi & Winrow, 2010: 135; Hürriyet, 1988).

Haziran 1989'da, dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal, kendisinde Kürt kanı bulunduğunu söylemiştir. Bu, Kürt realitesinin tanınması yönünde ilk anlamlı adımın işaretidir. Nisan 1991'de, Irak'tan bir buçuk milyondan fazla mültecinin İran'a ve Türkiye'ye akınından hemen sonra, Kürtçe üzerindeki yasak kaldırılmıştır. 1991 seçimlerinde, Paris’teki Kürt Ulusal Kimliği üzerine bir konferansa katıldıkları için SHP’den ihraç edilen milletvekillerinin de aralarında bulunduğu bir grup Kürt milletvekili tarafından kurulan HEP’le seçim ittifakı kuran SHP'nin de içinde olduğu bir koalisyon iktidara gelmiştir. Hükümet programında, Doğu Anadolu için, ‘Kürt sorunu’nu da ele alacak önemli reformlar vaat edilmiş, Aralık 1991'de, dönemin başbakan yardımcısı Erdal İnönü, Türkiye'nin Kürt vatandaşlarının kültürel kimliğinin tanınması çağrısında bulunmuştur. Mart 1992'de de, dönemin başbakanı Süleyman Demirel, Türkiye'de bir Kürt varlığı realitesini tanıdığını ilan etmiştir (Kirişçi & Winrow, 2010: 135).