• Sonuç bulunamadı

2. DÜNYADA ETİK ANLAYIŞIN GELİŞİMİ ve TÜRK KAMU YÖNETMİ İÇİNDE ETİK ANLAYIŞIN GELİŞİMİ

2.2. Türk Yönetimi Tarihi İçinde Etik Gelişmeler

2.2.1. Osmanlı Dönemi Ahlâk Felsefesi ve Devlet Yönetim

2.2.1.1. Tanzimat’a Kadar Osmanlı Yönetim

Osmanlı yönetimi, devletin başı olan padişahların egemenliğinde gelişim göstermektedir. Batı’daki “Feodalite” düzenine benzer bir yapı yerine, yönetim merkezin mutlak hâkimiyetinde ve merkezden, yani padişahın görevlendirdiği yerel yöneticilerden oluşmaktadır. Batı’daki mutlak kralların hizmetkârlarını genellikle kırsal küçük soylulardan seçmelerinin tersine, Osmanlılar, aslında gayrimüslim olup müslümanlaştırılmış sadık bendelerden oluşan bir devlet teşkilatı tercih etmiştir. Bu grubun üyelerinin bütün kritik mevkilere atanması yoluyla, Selçuklular’dan alınan Türk aristokrasisi, hem merkez, hem de taşrada yönetici sınıf konumundan çıkarılmıştır. Padişahın, bendelerinden oluşan gruba karşı kullanabileceği nufüzlu bir toplumsal kesim olarak muhafaza edilmelerine rağmen, artık söz konusu eski aristokratların statülerinin merkez tarafından belirlenmeye başlandığı görülmektedir (Heper, 2006: 50). Bu durumla birlikte merkezi yapılanma, çevresindeki tüm devlet faaliyetlerini kendisine bağlamış ve sonuç olarak Padişahın gücünü ve hâkimiyetini arttırmıştır.

Osmanlı Devleti’nde padişahlıktan sonra gelen en önemli kurum Divan-ı Hümayun’dür. Divan-ı Hümayun’da devlet ve ahali bakımından çok önemli birinci ve ikinci derecedeki siyasi, askeri, örfi, dini, adli ve mali işlerle, şikâyet ve davalar görüşülerek karara bağlanırdı. Hangi din, mezhep, millet, cemaat ve mesleğe mensup olursa olsun herkes Divan’a gelebilir ve davasını görebilirdi (Tozlu, 2007: 214). Bunun anlamı Osmanlı yönetiminin devlet işlerinde tarafsızlık ilkesini benimsenmiş olduğudur. Bu durum, döneminin benzerlerinden daha adil bir anlayış sergilediğini göstermektedir. Bu yapı Osmanlı Devleti’nin merkezi teşkilatını oluşturmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezi idarenin kurulması ile birlikte Anadolu’daki bütün tarım arazisi devletin mülkiyetine geçti. Devletin, arazi ve köylüler üzerindeki kontrolünü sınırlandıran feodal benzeri haklar kaldırıldı (Heper, 2006: 51). Bunun yerine topraklar devlet görevlilerine, hizmetlerin karşılığı olarak ve sadece görevleri süresince veriliyordu. Bu yapı aynı zamanda taşra teşkilatlanmasının da temel özelliğiydi. Taşra teşkilatı sırasıyla eyalet, sancak, kaza ve köylerden oluşurdu. Devletin taşradaki en yetkili temsilcisi eyaletlerin başındaki beylerbeyi idi ve görevi idari ve askeri işleri yürütmekti. Yargı, yine merkezden atanan kadılar ile yerine getiriliyordu. Beylerbeyi hizmetlerinin karşılığı olarak, kendisine verilen “has” adlı topraklardan kendi adına vergi alırdı. Sancakların başındaki Sancak beyleri de, Beylerbeyi gibi padişah tarafından atanır ve kendisine verilen topraklardan vergi toplayarak, bölgesindeki devlet işlerini yürütürdü. Kaza ve köylerin idaresi ise kadılar ve kadı naiplarinde idi (Tozlu, 2007: 214-215). Bunun yanında taşrada devlet adına vergi toplayanlara tımar olarak tahsis edilen toprak sistemi de görülmektedir. Bu sistemde, tımar sahibi, kendisine tahsis edilen bölgede kaldığı sürece gelirini bu araziden çıkarıyordu ve görevi bu arazilerin köylüler tarafından işlenmesini sağlamak ve vergi toplamaktı. Köylüler, kanun karşısında tımar sahibi ile eşit haklara sahipti ve gerektiğinde merkeze şikâyet hakları vardı (Heper, 2006: 52). Bu durum, Osmanlı ordusunda sürekli asker bulunmasını sağlayan tımar sahiplerinin (Yılmaz, 2007: 251) bile, adalet önünde eşit yargılandığının kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlaşılacağı gibi, köylüler Batı’da olduğu gibi köle olarak algılanmamaktadır. Ayrıca, vergi, askerlik ve kamu harcamamaları gibi yerel işlerin ve yükümlülüklerin idaresinde, halk tarafından seçilen “âyanlar”, valilere yardımcı olurdu. Âyanlar yöneticiler katında halkın temsilcileriydi (Eryılmaz, 2008: 122). Bu özellikle halkın belli bir oranda yönetime belli ölçüde katıldığının da göstergesidir.

Osmanlı Devlet’inde yargı işlerine ise, padişahın veya görevlendirdiği kişilerin atadığı kadılar tarafından yerine getiriliyordu. Uyuşmazlıkların çözümünde İslam hukuku kurallarına göre karar veriliyordu ve kadıların kararları kesin nitelikteydi. Bununla beraber kararlardan hoşnut olmayanlar davalarının yeniden

görülmesini veya kararın bozulmasını isteyebiliyordu. Yargılama süreci açıktı ve şahitlik asıl ispat yöntemi olarak kabul ediliyordu. Hukuk kuralları Şer’i hukuk denilen İslam Hukukunun yanında, Örf-i hukuk denilen padişahın koyduğu kurallara dayanıyordu (Gedikli, 2007: 226-230). Fakat buna ek olarak, eğer kamu yararı gerektiriyorsa, yöneten, dini kurallarla çelişen önlemler alabiliyordu (Heper, 2006: 54). Yönetenin sahip olduğu bu yetkinin, kısmen laik bir nitelik taşıdığı görülmektedir.

Devlet yönetimindeki bu yapı zaman içinde işlerliliğini yitirmiştir. Bunun sebepleri, başa gelen padişahların yetersizliği ve bunu fırsat bilen devlet görevlerinin istedikleri gibi davranmaları, merkezin güç kaybından yararlanarak kendi bölgelerinde çeşitli imtiyazlar alan beylerin keyfi vergilendirme ve adalet uygulamaları, rüşvet ve yolsuzlukların artması gibi birçok olumsuzluk sıralanabilmektedir. Bunun sonucu olarak Tanzimat Fermanı ve sonrası da “Tanzimat Dönemi” olarak anılmaktadır. Devlet yönetiminde bir takım reform hareketleri ile yönetimin düzenlenmesi amaçlanmıştır. Devlet yönetimindeki bu yenileşme hareketleri, Batı’nın üstünlüğünün de kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Fakat bu gelişmelerin en önemli yanı, modern Türkiye’nin batı medeniyetleri içinde yer alma çabalarının, kendisinden daha önceye dayandığını göstermektedir. Bununla birlikte, Osmanlı’da yapılan yeniliklerin bireysel özgürlükleri geliştirmek yerine, devletin kötü giden durumunu düzeltmek amaçlı olduğu görülmektedir. Temel hedef devlet yönetimindeki bozuklara karşı, hukuk kurallarına dayanan bir idare ile merkezi yeniden güçlü duruma getirmektir. Bu yönde yapılan ilerlemelerin anayasal bir idareye doğru olduğu görülmektedir. 1808 Sened-i ittifakı, 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu, 1856 Islahat Fermanı, 1839-1876 Tanzimat döneminde merkezi ve bölgesel “temsili” meclis ve kurulların kuruluşu, 1876 Anayasası’nın ilanı ve 1877’de ilk Osmanlı Parlamentosu’nun toplanması (Heper, 2006: 54) bu gelişmelerin temelini oluşturmaktadır. Osmanlı’nın yenileşme çabaları önceleri askeri boyutta ele alınmasına rağmen, kısa zamanda askeri düzenlemelerin devlet yönetimini düzeltemeyeceği anlaşılmıştır. Bunun sonucu olarak yapılan reformlar bir zorunluluk eseri olduğu görülmektedir.