• Sonuç bulunamadı

2. DÜNYADA ETİK ANLAYIŞIN GELİŞİMİ ve TÜRK KAMU YÖNETMİ İÇİNDE ETİK ANLAYIŞIN GELİŞİMİ

2.1. Dünya’da Etik Anlayışın Gelişim

2.1.3. Ortaçağ Etiğ

2.1.3.2. İslam Etiği (İslam Ahlâkı)

İslam, dünyadaki ana dinlerin en genci olup, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi tek tanrılı dinler ailesindendir. Günümüzden 1400 yıl önce Suudi Arabistan’da doğmuş, büyüyüp yayılarak yaklaşık bir milyar taraftara ulaşmıştır. Müslüman olarak adlandırılan İslam taraftarları, Asya ve Afrika kıtasında ve 21.yy’ın son çeyreğinden itibaren önemli sayıda artış göstererek Amerika, Avusturalya ve Avrupa’da yaşamaktadır.

İslam içindeki inanç ve davranışları karakterize eden kural ve varsayımlar iki temel kaynaktan esinlenir. Bunlardan biri kutsal kitap yani Tanrı’nın peygamberi Muhammed’e gönderdiği mesajların yazıldığı Kur’an, diğeri ise, Sünnet olarak adlandırılan ve Tanrı’nın mesajlarına uygun örnek olan, peygamberin davranış ve sözleridir. Hristiyan ve Yahudi dinlerinde olduğu gibi, İslamiyet’te neyin yapılabilir olup, neyin yapılamaz olduğu sorusunu açıklamakta ve ahlâki otoritenin kaynağını tanımlamaktadır. Zaman içinde, Kur’an ve peygamberin hayatı arasındaki ilişki, kabul edilebilen değer ve zorunlulukların özel çerçevesini belirleyen bir davranış modeli oluşturmuştur. İslamiyet içinde etik düşüncenin olgunlaşması ve belirlenmesi süreci, insan düşüncesinin uygulamaları ile ilgili olarak ve düşünce ve vahiy arasında süren etkileşimin, dünden bugüne olan sınır ve kapasitesi göz önüne alındığında mümkün olabilir. Kur’an da, insanlığı çevreleyen en uygun ahlâki kural “Takva” kavramıdır ve metinlerde farklı formlarıyla birlikte bulunmaktadır. Takva, bir yandan, insan davranışlarının altında yatan temel neden olurken, diğer yandan, insanların Tanrı’ya ve topluma karşı olan sorumluluklarının bilincinde olması demek olan etiksel anlayışı ifade eder (Nanji, 2000: 106-108).

İslamiyet’i diğer tek tanrılı dinlerden ayıran en önemli özelliği din ve ahlâk felsefesinin ön planda olmasıdır. Diğer bir tanımla, İslamiyet Tanrı ve kul arasındaki bağlantının özelliğine vurgu yapar. Bu anlayış özellikle iki farklı bakış açısı getirmiştir. İnsanın davranış ve eylemlerinde özgür olup olmadığına yönelik sorulara,

insanların özgür olduklarını söyleyenlere “kaderiye”, olmadıklarını ve insanın Tanrı istenciyle bağlı olduklarını söyleyenlere ise “cebriye” denmektedir (Hilav, 2009: 91). Bu görüşlerin hangisinin daha geçerli olduğu bir yana bırakılırsa, İslam Ahlâkının esas hareket noktasını “Kelam” kavramı oluşturmaktadır. İslam felsefesinin doğuşunda, ayrıca İslam dininin Şam ve Bağdat’ta, Putperestlik ve Hristiyanlık’la yüz yüze gelişi ve bu durumun yol açtığı gerginlik ve İslam yaşam görüşünün birliliğini koruma zorunluluğu etkili olmuştur (Cevizci, 2001: 97). Kelam, İslam dininin, akla dayanan temellere oturtulma çabasıdır, yani İslam tanrıbilimidir (ilahiyat). Kelamcılar İslam dininin akıl yoluyla savunmaya çalışan düşünürlerdir. Ku’an’ın metininden tutarlı bir düşünce bütünü çıkarmak; bu kutsal kitapta, birbiriyle çeliştiği iddia edilen yargıları yorumlayarak uzlaştırmak ve tutarlı bir sistem durumuna getirmek, kelamcıların amacıdır (Hilav, 2009: 91).

İslamiyet’in insan aklına verdiği önem, zaman içinde farklı algılamalarla, farklı türlü anlayışlar getirmiştir. İslam düşünürleri içinde aklı en üst değer olarak görenlerin başında ve belki en farklı göreni Fahreddin Er Razi’dir. Er Razi ahlâk görüşünü Sokrates’in etiğine ve Platon’un psikolojisine dayandırır. Platon gibi, insanın ruh ve bedenden meydana geldiğini vurgulayarak, bedenin sadece ruhun amaçlarını gerçekleştirebilmesi için bir araç olduğunu söyler. Erdem, işte bu sürecin bir parçası olarak, ruhun akli parçasının akıldışı parçayı denetim altında tutmasından, onu denetimi altına almasından meydana gelir. İnsandaki tanrısal öz olan akıl, insana ruhunu maddeye olan bağımlılığından, maddeye olan tutkunluğunun yol açtığı uyuşukluk halinden kurtulması için, Yaratıcı tarafından verilmiş olan ilahi varlık ya da güçtür. Onun etik anlayışındaki iki temel erdem Bilgelik ve Akıl’dır. Aksi durumda her türlü kötülük ve erdemsizlik oluşur. Er Razi daha da ileri giderek Peygamberlik kavramını da eleştirir, herkeste eşit olan aklın, ilahi hakikatlerin ve evrenin gizlerinin bilinmesi, iyi ve kötüyle doğru ve yanlışın tanınması için yeterli olduğunu savunur. Bu yüzden İslam’ın akla dayanmasını benimser ve diğer tüm dinleri eleştirir (Cevizci, 2001: 116-119).

Bir diğer İslam Düşünürü olan Fârâbi’ye göre ise, erdemli olabilmek için, insanın iyi düzenlenmiş ve doğru yönlendirilen erdemli toplumlarda yaşama zorunluluğu bulunmaktadır. Fârâbi, iyi bir yönetimin hedefleri ile dini erdemler arasındaki uyumu inceler. Felsefe aracılığı ile ahlâki erdemlerin ve dini davranışların gerekleri arasında ulaşılabilir olan, insanın mutluluğunun nasıl sağlanacağıdır. Fârâbi dinin temellerini şehrin temelleriyle kıyaslar. Eğer doğru dini toplum kurulacaksa, göreve seçilecek olan vatandaşlar belli özelliklere sahip olmalı ve benzer şekilde dinin temeli olan kurallarca desteklenmelidir. Erdemli şehir kuramında (El Medinetül Faizila) öne sürdüğü görüşlerine göre, insan ideal devleti ya da erdemli toplumu ancak gerçeğin bilgisiyle kurabilir. Bunu ise sadece filozoflar gerçekleştirebilir (Cevizci, 2001: 138-37; Nanji, 2000: 114).

Ibn Sîna ise, elde edilebilecek ahlâki erdemleri en iyi yansıtanın, Peygamber olduğunu ve onda tüm erdemli davranış ve düşüncellerin somutlaştığını söyler. Peygamber, mükemmel ruha sahip olmak için, gereken kişisel gelişimi sağlayan ahlâki ilkelere sahiptir. Dolayısıyla bu onu doğru kanunlarla başka insanlar için kural koymaya ve adaleti kurmaya yetkili kılar. Buradan anlaşılacağı gibi, Peygamber, erdem kurallarının ve filozofluğun üstünde bir zihinsel gelişime ve uygulanabilir ahlâka sahiptir. İbn Sîna’ya göre insanların iyiliğinin temeli adaleti kurmaktır. Din ve felsefenin birlikteliği, bu dünyada ve sonrasındaki uyumlu yaşamı kapsar (Nanji, 2000: 114).

İbn Rüşd ise, felsefeyi savunarak, Kur’an’ın düşünmeyi ve anlamayı kullanarak felsefe hakkında çalışarak İslam’a yaklaşılacağını vurgular. İslam ve Felsefe farklı yollardan ortak bir amaç için hareket eder (Nanji, 2003: 114). Bu görüşlerinin temelinde yatan düşüncesi ise, insan kendi içinde özgür, kendisinin dışındaki gelişmeler bakımından özgür olmadığıdır çünkü doğal ve tanrısal yasaların denetimi altındadır (Cevizci, 2001: 194)

İslam düşünce tarihi içinde oluşan ve her biri farklı katkılar sağlayan bu düşünürlerin sayesinde gelişen İslam etiği anlayışı zaman içinde kaybolmuş ve İslam dini durağan bir yapıya doğru kaymıştır. Hristiyan dininde de görülen bu durumun temelinde, devlet yönetiminin dine dayandırılması etkili olmuş, çoğu zaman ise dini kurallar keyfi yorumlar içinde, kişisel çıkarlar için kullanılmıştır. Diğer bir önemli nokta, bu dönemdeki teknolojinin sahip olduğu kapasite sonucunda, ancak belli bir kesimin yeterli eğitimi alabilmesidir. Ortaçağ içinde oluşan bu durum, kendisine karşı gelişen ve aklı tekrar ön plana çıkaran tepki hareketleriyle değişmeye başlamıştır.