• Sonuç bulunamadı

3. DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE SOSYAL SORUMLULUK VE NEOLİBERAL

3.8. Türkiye’de Neoliberal Politikalar ve Sosyal Sorumluluk

3.8.3. Türkiye’de Sosyal Sorumluluğu Şekillendiren Faktörler

132 mali yükle karşı karşıya bırakmıştır. Sonuçta sosyal sorumluluk üstlenmesi beklenen devletin ve özel kesimin sosyal sorumlulukları konusunda bir değişim yaratmış;

uluslararası uygulamalar ve yasal düzenlemelerin de etkisiyle, özel kesim kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetlerine daha bir yönelim göstermiştir.

133 Modern anlamda kurumsal sosyal sorumluluk adımları, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından itibaren çağdaşlaşma adımları ile birlikte sivil girişim ve özel sektörün güçlenmesiyle başladığı görülmektedir. Bu yıllarda toplumsal ihtiyaçların yerine getirilmesinde devletle birlikte özel sektör ve sivil girişimler sınırlı da olsa yükümlülük almaya başlamıştır. Örneğin öncü iş adamlarından biri olan Vehbi Koç, 1960’larda iş adamlarının fazla kazanç ve menfaatlerinin dışında toplumun sosyal meseleleriyle uğraşmalarının lazım geldiğine inandığını belirtmiş ve 1969’da Vehbi Koç Vakfı’nı kurarak bu alanda kurumsallaşmanın ilk adımını atmaya başlamıştır.

Kapalı ekonomi politikalarının izlendiği bu dönemde, devlet politikaları işletmeler üzerinde tamamen olmasa da büyük oranda belirleyici olmuştur (Yönet, 2008).

1960’lı yıllarda iş dünyasında ele alınmaya başlanan kurumsal sosyal sorumluk, 1980’lerden sonra liberal ekonomiye geçişle birlikte iş dünyası çevresinde daha fazla dikkat çekmeye ve stratejik amaçlarla kullanılmaya başlanmıştır. Göcenoğlu’na göre, Türkiye’de kurumsal sosyal sorumluluğun gelişmesini şekillendiren asıl olgular 1980 sonrasında liberal ekonomiye geçiş ile şekillenmiştir. Buna göre üretim ve tüketim fonksiyonun yerel zanaatkarlardan ve bireylerden, ulusal ve uluslararası üretim ve tüketim fonksiyonuna geçmesi bir milattır. 2000’li yılların başından itibaren de işletmeler karlılıklarını arttırmaya, ulaşılamayan pazarlarda pazar paylarını genişletmeye, müşteri algısında itibar yönetimi oluşturmaya yönelik arayış içerisine girmeye başlamıştır (Göcenoğlu, 2014, s.1). Dolaysıyla, değişen toplumsal, ekonomik ve politik şartlarla birlikte Türkiye’de gelişimini sürdüren kurumsal sosyal sorumluluk, iş dünyası nezdinde vazgeçilmez bir iletişim aracı olarak kullanılmaktadır. İşletmeler, ekonomik kriz ve istikrarsızlıklar nedeniyle 1990’lı yıllarda uzun vadeli planlama yapmamış, sosyal sorumluluk alanına ciddi yatırımlarda bulunmamış olsalar da bu dönemde bilinçlenme artmış, kurumsallaşma süreci gelişimini sürdürmüştür (Gökçen, 2019, s.78).

2000’li yıllarda çok uluslu şirketlerin ve uluslararası kuruluşların itici gücüyle KSS ivme kazanmaya başlamıştır (Bağcan, 2013, s.55.59). Son dönemlerde dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetlerinin etkinliğine ve iş dünyasının ve liderlerin halk ve iş dünyası gözünde nasıl algılandığına dair araştırmalar yapılmaktadır. 2018’de GFK (growth from knowlodge) araştırma şirketi tarafından Kapital Dergisi için hazırlanmış olan Kurumsal Sosyal Sorumluluk 2018

134 Raporu böyle bir araştırmanın ürünüdür. Hızla yükselen sosyal sorumluluk faaliyetlerinin Türkiye’deki etkinliğini ortaya çıkarmayı amaçlayan rapora göre, sosyal konularda sorumlu bir yaklaşım içinde olan firmaların itibar skalasında yüksek puanlar aldığı, iş dünyasının gerçekleştirdiği kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetleri konusunda toplum farkındalığının ciddi oranda arttığı, eğitimden çevreye, spordan kültüre, doğanın korunmasına kadar iş dünyasından beklentilerde önceki yıllarla karşılaştırıldığında gittikçe artış olduğu görülmüştür. Aynı rapora göre 2017’de kurumsal sosyal sorumluluk alanında yeni projeler başlatan şirketlerin oranında 2016’ya göre artış olduğu, sosyal sorumluluk alanında yatırım bütçelerinde görülen bu eğilimin her yıl attığı gözlenmiştir (GFK, 2018, s.10). Aynı derginin 2020 araştırma verilerine bakıldığında ise toplumun farkındalığı ve duyarlılığının devam ettiği, yatırım yapılması beklenen öncelikli alanlar arasında eğitim, aile içi şiddet, çocuk ve kadın haklarının geldiği dikkat çekmiştir (CAPİTAL, 2020, s.73).

Türkiye’de toplumsal kalkınma konusunda sosyal sorumluluk projeleri, 90’lardan bu yana önemli oranda artmaktadır. Sanayi devriminden 1990'lı yıllara gelinceye kadar daha çok iş çevrelerinde yer alan sosyal paydaşlarına karşı yerine getirilen sosyal sorumluluklar, bu tarihten itibaren "işletmelerin sürdürülebilirliği" konularının hızla gündeme yerleşmesiyle, toplumun kalkınmasına yönelik sosyal sorumluluk projeleri planlı bir şekilde üretilmekte ve uygulamaya konulmaktadır. Genel hatlarıyla bakıldığında büyük sermaye sahiplerinin (kısmen 1960‘lı yıllardan başlayarak 1990 sonrasından itibaren de devam eden) gerek hayırseverlik bağlamında gerek sürdürülebilirlik bağlamında birçok proje ve kampanyada etkin bir şekilde yer aldıkları görülmektedir. Genellikle eğitime yönelik yürüttükleri proje ve kampanyalar daha çok vakıflar aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bu vakıfları isim olarak vermek gerekirse önde gelenler şöyledir: Türk Eğitim Vakfı (TEV), Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV), Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV), Lösemili Çocuklar Vakfı (LÖSEV) (Bağcan, 2013, s.52-54).

Kurumsal iletişim çalışmaları olarak kabul edilen sosyal sorumluluk projelerinin paydaşlarla paylaşılması, sonuçlarının izlenebilmesi ve gerektiğinde yeni düzenlemelerin yapılabilmesi için son yıllarda artan bir şekilde kurumsal sosyal sorumluluk raporlaması da yapılmaktadır. Göcenoğlu’na göre kurumsal sosyal sorumluluk raporlaması ile ilgili yasal bir zorunluluk bulunmamakla beraber,

135 raporlamaya içerik oluşturacak şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerine uygun iki düzenleme söz konusudur. Bu düzenlemeler Sermaye piyasası kurulu (SPS) tarafından halka açık işletmeler için geçerli olan kurumsal yönetim ilkeleri kapsamında işletmelerin hazırlaması gereken kurumsal yönetim uyum raporu ve enerji, ulaşım, üretim tesisleri gibi çevre etkileri yüksek olabilecek projelerde uygulanması gereken Çevresel Etki Değerlendirme Raporu’dur. Raporlama konusunda ön planda olan sektörler incelendiğinde yoğun rekabetin yaşandığı bankacılık, telekominikasyon, hızlı tüketim ürünleri sektörleri ile çevre etkileri fazla olan enerji, kimya ve taşımacılık benzeri sektörler olduğu görülmektedir (Göcenoğlu, 2014, s.56, 66). Sonuç olarak, sosyal sorumluluk uygulamaları konusunda işletmelerin daha bir organize davrandığı, sorumlu işletmecilik konusunda hassasiyet duygusunun geliştiği söylenebilir. Sosyal sorumluk alanında yapılan çalışmalar ve faaliyetlerin bu kadar önem kazanması, şirketle ilişki içinde olan bütün paydaşların güvenini kazanarak ekonomik başarıyı sürdürmek ve rekabet avantajı elde etmekten kaynaklanmaktadır.

Türkiye’de sosyal sorumluluğu şekillendiren faktörler ele alındığında sosyal sorumluluk alanında 1980’ler sonrasında etkin bir aktör olarak gündeme oturan sivil toplum kuruluşları, bazı uluslararası kuruluşlar, uluslararası anlaşmalar ve yasal düzenlemeler gibi bir tablo ortaya çıkmaktadır.

1980’li yıllardan itibaren bütünleşen bir dünya ekonomisi için uluslararası bankalar, dünya bankası ve IMF bir dünya tasarımının gerçekleştirilmesi için dünya piyasası olgusunu öne çıkarmış ve bunu gerçekleştirmek için ülkelerin önüne uyum programları sunmuştur. Türkiye’nin ekonomisini köklü bir biçimde serbestleştirme sürecine sürüklemek için de IMF ile yeni istikrar programının imzalanması gerekmiştir. IMF ile ilk istikrar programı 1946 yılında yapılmış ve 1946 yılından itibaren de her döviz kıtlığı, ödemeler dengesi krizi olduğunda bu kuruluşa başvurulmuştur (Kazgan, 1994, s.180). Bu programın temel amacı devletin ekonomiye müdahalesini asgariye indirmek ve serbest piyasa ekonomisine işlerlik kazandırmaktır (Erdost ve Berksoy, 1982, s.63; Koç, 2015). Tüm bu yaşananlar neoliberal politiların sonucuydu.

Genel olarak bu dönemde yaşananlar gerek politikada gerek sosyal alanda önemli değişimler yaratmıştır (Güner, 2010, s.217-221). Cumhuriyet’in ilanından itibaren

136 sosyal politika eksenli çalışmalar başlatan Türkiye, 1980’li yıllara kadar zaman zaman ekonomide yaşanan olumsuzluklar ve siyasette yaşanan istikrarsızlıklara rağmen ciddi manada mesafe kat etmiştir. Ancak 1980’li yıllardan itibaren neoliberal politikaların etkisiyle sosyal politika eksenli çalışmalar durağan bir döneme girmiş, 1990’lı yıllarda finansal açıdan sürdürülemez bir hal almıştır. Nitekim 1990’lı yılların sonundan itibaren meydana gelen bir takım değişimlerin (küresel rekabet, nüfus yapısının yaşlanması vb.) de etkisiyle sosyal politika alanında hükümetler yeni kararlar almak durumunda kalmıştır (Gümüş ve Koç, 2016, s.331). Bu dönem devlet müdahalesinin azaldığı, sivil toplum kuruluşlarının hızlı bir şekilde yaygınlaştığı, sosyal güvenlik sisteminde yeniden yapılandırma çalışmalarına başlandığı bir dönemdir.

12 Eylül 1980’den itibaren (bu dönem neoliberalizmin daha belirgin olduğu dönemdir) eğitim sektörünün de dahil olduğu alanlarda kamunun verdiği hizmetlerde ciddi manada azalma olmuş, devletin verdiği bu hizmeti özel okul, dershane ve vakıf üniversiteleri vermeye başlamıştır. Serbest piyasa mantığına dönük, dezavantajlı toplumsal kesimleri dikkate almayan bir içerikte yürütülen politikalar neticesinde, eğitimin yurttaşlar arasında üstlendiği fırsat eşitliği niteliğini yitirmesine neden olmuştur. “Kamunun eğitim sektöründen çekilmesi yoksul ve ayrımcılığa uğrayan kesimleri hayır kurumlarının, zengin iş sahiplerinin, sivil toplum kuruluşlarının gelip geçici kampanyaları ve projelerine teslim etmiştir” (Yıldız, 2008, s.21, 27, 30).

Böylece yeterli imkanlara sahip olmayan kesimlerin eğitimi, sivil toplum örgütleri ve özel sektör işbirliğinde yürütülen proje ve kampanyalarla karşılanmaya çalışılmıştır.

Türkiye’de 1990 sonrasında hızlı bir şekilde yaygınlaşmaya başlayan ve sosyal sorumluluk alanında etkin bir aktör olarak gündeme oturan sivil toplum kuruluşları, sosyal sorumluluk kampanyalarında paydaş zincirinin önemli bir halkasını oluşturmaktadır (Bağcan, 2013,s.55; (Şen, 2020, s.7). Fakat, kamuoyu talebini karşılayabilecek yetkinlikte bir irade sergileyemedikleri, çözüm yollarını ortaya koymak adına yeterli kurumsal kapasiteye ulaşamadıkları ve yalnızca hükümetleri değil, şirketleri de adalet çevre, insan hakları gibi alanlarda sorumlu olmaya zorlamakta yetersiz kaldığı da dikkat çekmektedir (Deren 2009, s.154-155).

Dolaysıyla kamuoyunun beklentilerini ilgili kurumlara iletmekten, toplumsal

137 taleplerin sözcüsü olmaktan uzak olduğu bir yapıya büründükleri de tartışma konusudur (Biber, 2002, s. 185-186).

Kurumsal sosyal sorumluluğu şekillendiren diğer bir etken de sosyal sorumlulukla ilişkilendirilebilecek bazı kanun ve teşvikler olmuştur. Türkiye’de kurumsal sosyal sorumluluk yönünden direk tasarlanmış kanun bulunmamakla birlikte sosyal sorumlulukla ilişkilendirilebilecek ve sosyal sorumluluğun sınırlarını çizebilecek kanun ve düzenlemelerin mevcut olduğu görülmektedir. Bu kanun ve düzenlemeler şöyledir: 2872 sayılı çevre kanunu, 4734 sayılı kamu ihale kanunu, 2821 sayılı sendikacılık kanunu, 5411 sayılı bankacılık kanunu ve 5346 sayılı yenilenebilir enerji kanunu. Söz konusu kanunlarla şirketlerin yarattıkları olumsuz etkiler sınırlandırılmakta, bir taraftan da ülkenin sosyal yükü hafifletilmektedir. Şirketleri sosyal sorumluluk uygulamalarına teşvik eden kanunlar da Türk vergi mevzuatında yer almaktadır. Sosyal sorumluluk ile ilgili teşvikler Gelir İdaresi Kanunu’nun 193.

maddesinde açıklanmış ve aynı kanunun 89. maddesi, şirketlerin eğitim alanında yapacakları hayırsever katkılar ve bağışlar karşılığında teşviklerden yararlanma hakkı elde edebileceği belirtilmiştir. Devletin şirketlere sundukları teşvik, onlarıın sosyal sorumluluk kampanyası yürütme eğilimlerinde artışa neden olmuştur (Göcenoğlu ve Onan, 2008, s.12-13’den aktaran Bağcan, 2013, s.57). Bu eğilimdeki kuvvetli etken, şirketlerin yapacakları her hayırsever katkı ve bağışın kendilerine vergi indirimi olarak geri dönmesidir. Sosyal sorumluluklarını yerine getiren bir şirket, bir taraftan yaptığı masrafları veriden düşmekte, bir taraftan da resmi kuruluşlarla iyi ilişkiler kurmaktadır.

Türkiye’de sosyal sorumluluk konusunu şekillendiren diğer bir neden de uluslararası anlaşmalara taraf olmasıdır. Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Sözleşmesi ve Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü’nün (OECD) uluslararası yönetmelikleri gibi uluslararası hukuksal düzenlemeler de Türkiye’de sosyal sorumluluk konusu üzerinde aktif bir şekilde etkili olmuştur.

Örneğin Birleşmiş Milletler özellikle 1980’lerden sonra küresel ölçekte karşılaşılan zorluklara karşı çözüm üretme çabaları içerisine girmiştir. Bu bağlamda dünyadaki pek çok sosyal problemin nedeni olan yoksulluğa çözüm üretmek adına Birleşmiş Milletler tarafından sekiz temel başlık olmak üzere 18 alt başlıktan oluşan Binyıl Kalkınma Hedefleri açıklanmıştır. Türkiye tarafından da imzalanmış olan Binyıl

138 Kalkınma Hedefleri kapsamında yer alan konuların, sosyal sorumluluk alanlarına yol gösterme nitelikleri açısından önemli olduğu anlaşılmıştır (Peltekoğlu ve Tozlu, 2017, s.5). BKH 15 yıl boyunca (2000-2015), yoksullukla mücadele, anne sağlığının iyileştirilmesi, çocuk ölüm oranlarının azaltılması, salgın hastalıklarla mücadele ve çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması gibi alanlarda ilerlemenin itici gücü olmuş ve ayrıca evrensel temel eğitimin sağlanması, ülkelerin gelecek nesillerine yatırım yapması açısından esin kaynağı olmuştur. Birleşmiş Milletler Kalkınma ajansı (UNDP6), sürdürülebilir insani gelişmeyi destekleyerek yoksullukla mücadele konusunda temel görev üstlenmektedir. 170’ten fazla ülke ve bölgede çalışmaları vasıtasıyla amaçların uygulamaya konulması için çok sayıda proje ortaya konulmuştur.

Birleşmiş Milletler’in en son attığı adım ise Binyıl Kalkınma Hedefleri üzerine inşa edilen “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri”, bir diğer deyişle “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları” olmuştur. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, 2030 yılına kadar gerçekleştirilmesi planlanan açlık ve yoksulluğu sona erdirmek, eşitsizlik ve adaletsizlikle mücadele etmek, sağlıklı yaşamın güvenceye alınması gibi evrensel eylem çağrısına dayanan on yedi amaç çerçevesinde belirlenmiştir. (Erten, 2019, s.890). Buradaki amaçlar, birbirleriyle bağlantılı ve ortak sorunları hep birlikte ele alan bir nitelik taşımaktadır.

UNDP, Türkiye’nin gündemini proje ve politika aracılığıyla üç temel konuda desteklemektedir. Bu konular şöyledir: 1) Demokratik yönetim için kapasite geliştirme. 2) Kapsayıcı ve sürdürülebilir büyüme. 3) İklim değişikliği ve çevre. Bu temel alanlara ek olarak, kadınların ve özel sektörün politika ve projelerde kapasite geliştirmesinin, bilişim ve iletişim teknolojisinin rolüne de önem vermektedir (https://www.tr.undp.org). Türkiye’de resmi olarak kurulmuş olan BM kuruluşlarına destek vermek, ortak proje ve diğer kalkınma ortaklarına finansal yardım sağlamak

6 UNDP Birleşmiş Milletler çatısı altında yer alan bir örgüttür. BM bünyesinde en çok yardım veren bu kuruluşun temelleri 1949 yılında kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Genişletilmiş Teknik Yardım Programı ile 1958 yılında kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Özel Fonu’nun birleştirilmesine dayanmaktadır. UNDP 1965 yılında kurulmuştur. Ülke ofislerinin çoğunda, UNDP temsilcisi, Birleşmiş Milletler sisteminin bütünü adına kalkınma etkinliklerinin koordinatörlüğü görevini üstlenmektedir. Genel merkezi New York’ta bulunan bu kuruluşun Cenevre, Bürüksel, Kopenhag, Tokyo ve Washinton D.C.’de irtibat biroları bulunmaktadır (https://www.undp.org).

139 açısından önemli rol oynayan UNDP, Türk hükümeti ve diğer ortaklarıyla birlikte 1986 yılından bu yana ülke genelinde çok sayıda proje uygulamaya koymaktadır.

Kısacası, Türkiye’de kurumsal sosyal sorumluluğu şekillendiren faktörler incelendiğinde iç faktörlerden ziyade dış faktörlerin etkili olduğu söylenebilir.

Küreselleşme çağının beraberinde getirdiği rekabetçi piyasa koşulları ve Türkiye’nin küresel ekonomiye eklemlenme arayışları devamında bir takım anlaşmalara taraf olmasını ve iş birliklerine girmesini gerektirmiştir. Bu durumda Türkiye, küresel ekonomiye entegre oldukça, uluslararası organizasyonlarla iş birliğine girdikçe, farklı uluslararası anlaşmalara taraf oldukça sosyal sorumluluk anlayışında kurumsallaşmaya doğru bir değişim de kaçınılmaz olmuştur (Gökçen, 2019, s.90).

Çünkü günümüzde kurumsal sosyal sorumluluk açısından en temel soru, şirketlerin sürdürülebilir çözümler yaratma adına hangi görev ve sorumluluk üstlendiği, üretim süreçlerini çevresel kriterlere uyumlu hale getirip getirmediğidir. Bu da gerek kamuda gerekse rekabet piyasasında sürdürülebilir kalkınma kavramının önem kazanmasındandır.