• Sonuç bulunamadı

2. NEOLİBERALLEŞME İLE SOSYAL DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜNÜN GENEL BİR

2.8. Neoliberalizm Kavramı ve Ortaya Çıkışı

2.8.1. Neoliberal Ekonomik Politikaların Temel Esasları

Neoliberal iktisat politikalarının doktriner ve pratik bakımdan evrensel ekonomik reçete sayılabilecek çerçevesi Washington Uzlaşması3 ile belirlenmiştir. Harvey’in dediği gibi, 1982’de Keynesçi iktisat IMF ve Dünya Bankası koridorlarından temizlenmiş, 1980’lerin sonuna gelindiğinde Washington Uzlaşması ile neoliberal yola girmenin bütün parçaları bir araya getirilmiştir. Örneğin ABD’de araştırma üniversitelerindeki çoğu iktisatçı tarafından, ekonominin başlıca amaçlarının tam istihdam ve sosyal korumadan ziyade enflasyonun kontrolü ve mali disiplinin sağlanması olduğunu vurgulayan gündem yaratılmaya başlanmıştır. Birleşik krallık ve ABD küresel sorunların çözümü için neoliberalizm modelleri olarak tanımlanmıştır (Harvey, 2015, s.101).

Washington Uzlaşması, Latin Amerika ülkeleri ile işbirliğinde uzlaşmaya yönelik bir çerçevede belirlenmiş olan sosyal ve ekonomik politikalara dayanmaktadır; ancak tutarlılığı konusunda eleştirilere maruz kalmıştır. Şöyle ki uzlaşma, “sosyal politikaları açıktan dışlamasa da tüm kamu politikalarını maliye ve parasal politikalara bağlamaktaydı. Bu politikayı izleyen İrlanda, İzlanda ve eski sosyalist ülkeler, 2008’de krizin ilk ağına düşenler olmuştur. Batı Avrupa’da sosyal güvenlik, Latin Amerika’da iktidara gelen sol koruma önlemleriyle kriz yumuşatılmıştır”

(Somel, 2016, s.223).

Neoliberal ilkelerle uyumlu on maddelik bir politik reform demeti olarak belirlenmiş olan uzlaşmanın temel ilkeleri şöyledir:

-Mali disiplinin sağlanması -Kamu harcamalarına denetim

3. İlk defa John Williamson tarafından kullanılan Washington Uzlaşması kavramı, sıklıkla neoliberalim ile eş anlamda kullanılmıştır. Williamson, kavramı Latin Amerika ülkelerinde krizi sona erdirmek için IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar tarafından dayatılan neoliberal politilalar olarak tarif etmiştir (Williamson, 2000, s.251-253). Bu politikalar, ilk başlarda Latin Amerika ülkeleri için oluşturulmuş olsa da ileriki yıllarda krize düşmüş olan ülkelere iktisat politikası reçetesi olarak dayatılmıştır.

74 -Yeni vergi reformu

-Finansal serbestleşme -Döviz kuru yönetimi -Dış ticarette serbestleşme

-Sermaye hareketlerine getirilen engellerin kaldırılması -Özelleştirmelerin yapılması

-Deregülasyon (kamu alanının daraltılması)

-Mülkiyet haklarının güvence altına alınması (Williamson, 2000, s.252).

Neoliberal politikaların esasına uyumlu olan bu politikalar IMF, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Dünya Bankası (WB) gözetimi altında uygulamaya koyulmuştur.

Söz konusu politikalar, krizlerin kaynağı olarak görülen neoliberalizm öncesi politikaları keskin bir şekilde tasfiye etmiş (Somel, 2016, s.220), serbest piyasa egemenliğini odağa alan ekonomi politikalarına zorunlu adaptasyonu getirmiştir.

2.8.1.1. Serbest Piyasa Egemenliği

Liberal düşünce özü itibarıyla serbest pazar egemenliği içinde insanların gönüllü faaliyetlerde bulunmasına dayanmaktadır. Temel hak ve özgürlüklere ulaşmak ancak özel mülkiyetin korunması, bireysel girişim ve serbest rekabet koşullarının oluşturulmasını gerektirmektedir. Yani ekonomik alışverişler gönüllü faaliyetlere bırakılmalıdır. Her insan ne tüketeceğine ne yiyeceğine, kendisi için neyin fayda sağlayacağı ya da ne kadar tasarruf yapacağına kendisi karar verirse maksimim çıkar elde edebilir (Kazgan, 2016b, s.58). Çünkü kişilerin sahip oldukları maddi ve gayri maddi değerleri herhangi bir müdahaleye maruz kalmaksızın kendileri için yararlı hale getirmek, ekonomik faaliyette bulunmak kişilerin kendi doğal hakkıdır. Fakat, Talas’ın da belittiği gibi, artık pazar ekonomisi eski sistem mantığı üzerine inşa edilmiş bir şekilde çalışmaz. Çağımızda bir alıcı, satıcı ya da tüccar geleneğinin olduğu bir mekanizmanın mevcudiyeti söz söz konusu değildir. Tarihsel süreçte hak ve özgürlük sloganıyla ortaya çıkan liberalizm siyasi irade yoluyla piyasa merkezli

75 bir sivil toplum ve devlet düzeni kurmuştu. Ancak 19. yüzyılın sonundan itibaren piyasaya egemen olma davranışı yön değiştirmiştir (Talas, 1977, s.90). Günümüze geldiğimizde piyasa merkezli bir sivil toplum ve devlet düzeninden söz etmek biraz zor görünmektedir. Özellikle 1970’lerde başlayan ve bugün hala devam ettiği görülen uluslararası sermaye akımları hız kazanmakta ve bu sermaye akımlarını kollayan yeni aktörler ortaya çıkmaktadır. Yani pazar ekonomisi piyasa aktörleri tarafından yönlendirilmektedir (Somel, 2016).

Kimilerine göre,1970’li yılların başlarında başlayıp halen devam eden uluslararası sermaye akımlarının hızlanma sürecinin fitilini ayarlanabilir sabit kurlu Bretton Woods sisteminin sona ermesi ateşlemiştir. Bu sistemin çökmesiyle döviz kurları dalgalanmaya bırakılmış, uluslararası fon transferlerine getirilen kontroller esnetilmeye başlanmıştır. 1970’li yıllarda ABD’nin başını çektiği bu süreçte, 1979 ve 1980 yıllarında İngiltere, Japonya, 1981 yılında Almanya serbest piyasaları sınırlayan düzenlemeleri ortadan kaldırmak için adımlar atmıştır (Eroğlu, 2002, s.19). Dolaysıyla serbest piyasa ve serbest ticareti tek tek ülkelerde ve dünyada sağlamanın en iyi yolu, serbest piyasa egemenliğini sınırlayan bazı etkenlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olmuştur.

2.8.1.2. Serbest Piyasa Egemenliğini Sınırlayan Bazı Etkenlerin Kaldırılması Neoliberal düşüncenin, yasa karşısında birey olarak kabul edilen iş dünyasının ve dolaysıyla şirketlerin lehine piyasayı serbest tutmak ve kurumsal sınırları içerisinde özgürce faaliyet göstermelerini sağlamak gibi hedefleri vardır. Devletin bu özgürlüğü garanti altına alacak temel hukuki düzenlemeler yapmasında da fayda görür. Bu düşüncede ekonomik faaliyetlerin serbest bırakılması, özel girişim ve girişimciliğin teşvik edilmesi gerekir. Çünkü bu sermayenin karlılık motivasyonu için önemlidir.

Böylece servet yaratmanın, yeniliğin, üretkenliğin ve sürdürülebilirliğin önü açılacak, herkesin yaşam standardı yükselecektir. Dünyada yoksulluğun ortadan kardırılması, bireysel hürriyetlerin garanti altına alınması için özel sektör teşvikleri önemlidir. Bunun için öncelikle devletin işlettiği sektörler özel alana devredilmeli ve bu sektörler her türlü yaptırımdan muaf tutulmalıdır (George, 2009, s.39).

76 Özel girişim ve girişimcilik kuşkusuz bir yandan uluslararası rekabete ayak uydurma ihtiyacı duymaktadır. Sermayenin sektörler, bölgeler, ülkeler arasında serbest hareket edebilmesi için serbest hareketin önünü kesen engellerin ortadan kaldırılması gerekecektir. Diğer bir yandan da teknolojinin beraberinde getirdiği birtakım avantajlardan faydalanmak, maliyetli olan teknolojiyi karlı bir şekilde değerlendirmek, işin düzenlenmesinde duyulan ihtiyacın sağlanması gibi bir takım esnekliğe gidilmesi gerekecektir. Dolaysıyla sektörler, bölgeler ve ülkeler arasındaki hareketin önündeki ne engel varsa piyasa güçlerini desteklemek ve kollamak adına kaldırılması ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

1929 bunalımı ile birlikte ortaya atılan Keynesyen sosyal refah devletinin, ulus devlet eksenli, devlete yüklediği sosyal sorumluluklarla toplumsal kalkınmada kamu girişimciliği ve yatırımcılığını önceleyen anlayışla uzun yıllar çoğu ülkede uygulanmıştı. İkinci Dünya Savaşı ile ekonomiye egemen olan ithal ikameci sanayi modeli ve Keynesçi politikalar 1970’lerin sonlarına kadar altın çağını yaşamıştı.

Yetmişlere gelindiğinde ise neoliberaller tarafından özellikle 1970’li yıllarda görülen ekonomik kaynaklı krizlerin “üreticisi” sıfatı ile eleştiriye maruz kalan sosyal refah devlet zayıflamış, neoliberal politikalar popüler hale gelmiş ve uygulamaya geçmiştir. 1970’li yıllarda beliren petrol krizi vb. etkenler ile birlikte Keynesciliğin yerine neoliberalizm benimsenmiştir. 1980 sonrası dönemde sosyal devlet uygulamalarına yöneltilen eleştiriler artarken, küreselleşme ve yenidünya düzeni gereği olarak yeni liberal politikalar iyice yaygınlaşmaya başlamıştır.

Neoliberalizmde devletin iki görevi vardır. Birincisi devlet kamusal mal ve hizmet yoluyla müdahale etmekten çekilmeli ve ekonomik dengeleri piyasanın kendi doğal akışına bırakmalıdır. İkinci ve belki de en önemli görevi ise rekabeti kollamak ve korumaktır. Neoliberalizmin savunucularından Frederich Von Hayek’e göre devlet, kişilerin bilgi ve teşebbüslerine en geniş imkanları sağlayacak şartları sunmalı ve hukuki düzeni hazırlamalıdır (Hayek, 2015, s.61-62). Devletlerin faaliyetlerinin sınırlandırılması ve yetki alanlarının belirlenmesi için hukuki düzen oluşturulmalıdır.

Friedman’a göre ise devlet, gelir ve refahın sağlanması amacıyla zorlayıcı gücünü kullanmak yerine, piyasa ekonomisinin tanımladığı haklara saygı göstermelidir (Friedman, 2018, s.259-276). Bu anlayış, devleti, piyasaları koordine edici,

77 düzenleyici rolünü yerine getirecek şekilde bir hareket alanı ile sınırlamak istemektedir.

Nitekim “neoliberalizmin egemenliği, tüm dünyada sosyal devlet kazanımlarının tahribi ve sosyal devlet yanlısı siyasal oluşumların güçsüzleşmesi olgusunu da beraberinde getirmiştir” (Genç, 2009, s.7). Böylece, devlet 1980’li yıllardan itibaren rekabet kurallarını yönetmekte ve düzenlemektedir. Böyle olunca da devlet, toplumu şirketlerin hizmetine sokmak için reform yapmak, özel firmaların işleyişine yönelik hareket etmek durumunda kalmıştır. Yapılan saptamalara göre, devlet, özel sektörün değerlerini (özel şirketlerin), pratiklerini etkinleştirmeye yönelik bir eğilim içerisine girmektedir. Devletin bu eğilimi, kamu maliyetini hedeflemekle kalmamakta, demokrasinin en temel ilkelerini de yerinden söküp alt üst etmektedir (Dardot ve Laval, 2012, s.318-333). W. Brown’un yaptığı benzer saptama da bu yöndedir.

Brown, demokratik siyasetin piyasaya boyun eğmesini eşit katılım haklarını yolundan saptıracağı kanısındadır (Brown, 2018, s.194). Diğer bir saptama da, devletin hizmet sağlayan devlet misyonunu yitirdiği, özel şirketlere ihale veren devlete dönüştüğü yönündedir (Crouch, 2014, s.112). Bu bakış açısından devlet, rekabet kurallarını düzenlemeyle şirketlerin karlılığını ve motivasyonunu artırmakla kalmamakta onları yöneterek özel şirketlerinkine benzer bir seyir izlemektedir. Oysa devlet vatandaşlarının menfaatine hizmet ederse, onların sosyal durumu ve refahı ile ilgilenirse toplumsal refah artacaktır (Spicker, 2000, s. 115-116).

Bu yönüyle bakıldığında neoliberal reformlar, kapitalizmin sermaye birikimi konusundaki sıkıntılarına göre çerçevelenmiş piyasa düzenlemeleridir. Ve bu düzenlemeler iletişim devrimi ve uluslararası organizasyonlar (Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası vb.) aracılığıyla tüm dünyada etkisini göstermektedir. II.

Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan, 70’lerin sonu 80’lerin başından itibaren kendine uygulama olanağı bulan, neoliberal disiplinin ilkelerini yaymakla görevli bu organizasyonlar ülkelerin ekonomik politikalarını büyük ölçüde etkilemişlerdir (Dardot ve Laval, 2012, s.327).

Devlete yüklenen bu görev en çok da küresel ve yerel düzeni kendi lehine çevirmek isteyen güç odaklarının işine yaramıştır. Harvey, buna dayanak oluşturacak çokça örnek vermektedir. Örneğin ABD’de milli gelirin en üstteki yüzde %1’lik kesime giden pay 1980-2005 yılları arasında %10’dan %20’ye yükselmiş; hatta %0,01’lik

78 kesime giden pay dörde katlanacak boyutlara ulaşmıştır. Küresel düzeyde en üstteki

%1’lik kesim (60 milyon kişi) şaşırtıcı bir biçimde zenginleşmiştir. Yaşanan bu durum yalnızca ABD ile ya da gelişmiş ülkelerle sınırlı kalmamış, gelişmekte olan ülkelerde de yaygınlık kazanmıştır. Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika bu ülkeler arasında sayılan ülkelerdir (Harvey, 2015, s.198).

Devlete yönelik temel itiraz ekonomik küreselleşmenin dayattığı kısıtlamalar ve bu kısıtlamalar karşısında kamusal faaliyetin etkinliği ve üretkenliğinin yetersiz kaldığı, ekonominin rekabet gücünü kösteklediği, kamusal faaliyetin getirdiği avantajlardan ziyade masraflı olduğu yönündedir (Dardot ve Laval, 2012, s.319). Böylece, neoliberal politikalarla her bir devlet girişimci bir devlet olmaya, sermaye peşinden koşmak için diğerlerine karşı rekabet etmeye zorlanmıştır.

Öte yandan neoliberalleşme süreci içerisinde 1980’lerden bu yana devletin sosyal hizmetlerden çekilmesiyle (tamamen olmasa da) oluşan boşluğun sivil toplum kuruşları tarafından doldurulmaya başlanmış olduğu da tartışma konusudur.

Günümüzde sivil toplum kavramının ön plana çıkması daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi taleplerinin yükselmesindendir. Genel olarak sivil toplumu demokratikleştiren belirleyicilerden bir tanesi, total bir kimliğe bürünmemesidir (Sarıbay, 1994, s. 143). Bir diğeri ise belirleyici çoğulculuğa izin vermesidir. Sivil toplumda çoğulculuk grupların yaşamlarını devam ettirmesine, işbirliği yapmasına, müzakerelerde bulunmasına katkı sağlamaktadır (Diamond, 1994, s.12). Çünkü, sivil toplum demokrasinin gelişmesi ve özgürlüklerin ön koşullarının oluşabilmesi için olmazsa olmaz bir unsur olarak kabul edilmektedir (Çaha, 2016, s.74).

Sivil toplum bünyesinde yer alan sivil toplum kuruluşlarının varlığı, kamusal iletişim ortamlarının işleyişi açısından vazgeçilmez bir önemdedir. Habermas, nitelikli bir toplumsal yaşamın mümkün kılınabilmesi için sivil toplum kuruluşlarını işaret etmektedir. Ona göre sivil toplum kuruluşları, demokrasinin gelişmesini engelleyici faktörlerin tespit edilmesi ve bu engellerin ortadan kaldırılması noktasında vazgeçilmez önceliktedir (Habermas, 2001, s. 547). Fakat

,

son dönemlerde STK’ların özel sektöre ve kamuya yeni bir dinamik olarak eklendiği, iş dünyasının faaliyetiyle ilgili olan STK’lar, kamusal işlev gören STK’lar ve özel sektörün bir alternatifi olarak ortaya çıkan STK’ların (üçüncü sektör olarak adlandırılan) olduğu

79 görülmektedir. Bu kapsamda STK’lar; özel sektöre, kamuya destek veren ve aynı zamanda onlara rakip olan bir işlev üstlenmektedirler (Akdemir, Kasımoğlu ve Kutlutürk, 2003). Yani Sivil toplum kuruluşları, içinde yer aldıkları sistemin ekonomik ve siyasal gelişmişliğine göre farklı işlevler üstlenebilmektedir (Biber, 2006). Fakat devlet, ticari kuruluşlar ile sivil toplum kuruluşları ilişkilerinin boyutunun iyi belirlenmesi, ideolojik bir amaçtan çok toplumsal sorunların merkeze alınması gerekmektedir; ki bunun gereklerini de ancak ve ancak demokratik hukuk devleti mümkün kılacaktır (Yavaşgel, 2014, s.77).

Sivil toplumun gelişmesi devletin kapsamı ve faaliyetleriyle yakından bağlantılı olduğu, gelişen bir sivil toplumda devletin elinden bazı faaliyetlerin alındığı ve devleti farklı kesimler arasında araçsal bir kurum olmaya zorladığı ileri sürülmektedir (Çaha, 2016, s.311). Sivil toplumun sözcüleri olarak örgütlenen sivil toplum kuruluşları, kendi içinde geniş bir muhalefet kültürü yaratan neoliberalleşme süreci içerisinde 1980’lerden bu yana devletin sosyal hizmetlerden çekilmesiyle (tamamen olmasa da) oluşan boşluğu doldurmaya başlamışlardır. Doğası gereği konuşamayanların sesi olması beklenen bu kuruluşlar, hesap verme sorumluluğu taşımayan bir yapıya bürünmeleri, gündemlerini gizleyen ve dolaysıyla tabanlarını temsil etmeyen bir hal almaları nedeniyle asıl niteliklerini taşıyıp taşımadığı anlamında şüphe uyandırmaktadır (Harvey, 2015, s.186). Söz konusu bu kuruluşlar doğrudan hükümetlerin güdümünde olmadıkları (hükümet dışı) için, yürüttükleri faaliyetlerin etik ya da ahlaki buyruk esasına uygun olduğu varsayılmaktadır. Fakat, yeni dünya düzeninin politik bağlamı doğrultusunda hareket eden bu kuruluşların bazıları (elbette ki hepsi değil) kendi gündemini bırakıp rekabetin hakim olduğu bir düzenin sürdürülmesine katkıda bulunmaktadırlar (Hardt ve Negri, 2015, s.58).

Demek oluyor ki rekabetin hakim olduğu bir düzende sadece devletlerin kapsamı ve faaliyetlerinin zayıflaması değil, sivil toplumun dağılması da söz konusu olmaktadır.

Sivil toplumların parçalanıp dağılması ise onları grupçuluğa sevk etmekte, her birinin belli bir kimlik çevresinde dayanışma kurup kendilerine benzeyen diğer gruplarla işbirliği yapmasına, ya da karşısında durmak gibi savunmacı bir tavır sergilemeye itmektedir (Wallerstein, 2003, s.14). Sivil toplumun farklılığa fırsat verebileceği, çevresinde dayanışma kurabileceği bir misyonla hareket edebileceği umut ediliyorken, son yıllarda tersi bir durum yaşanmaktadır. Açıktır ki kapitalizmin kendi

80 işleyiş süreci içerisinde sivil toplum da öz niteliklerinden kaybetmektedir.

Bilinmektedir ki sivil toplum her ne kadar gönüllü sektörü içerse de onunla kısıtlı kalmamıştır. Bazı ekonomik sivil örgütlenmeler de günümüzde mevcuttur. Yani piyasa dışında kalmakla beraber kamu işleriyle de meşgul olan örgütlenmelerin mevcudiyeti söz konusudur (Crouch, 2014, s.170). Örneğin, devlet politikalarını etkileyen bir baskı unsuru oluşturmaktan ziyade, devletin üstlenmesi gereken sorumlulukların bir kısmını projeler geliştirerek üstlenmektedir. Bu da STK’ların siyasi aktör olmaktan çıkıp idari mekanizmaların bir parçası olmasına ve eleştirel tavır alma inkanının daralmasına neden olmaktadır (Buğra, 2016, s.96).

Neoliberal politikaların önemli stratejilerinden biri de diğer siyasal ve toplumsal kurum ve aktörlerde olduğu gibi sivil toplum kuruluşlarının da (gönüllü topluluklar, yardım kuruluşları) değer ve niteliklerinde yarattığı aşınmadır. Bu durum onların neoliberal yola eşlik etmelerine neden olmuş, varlık gösterdiği çevreye karşı sorumluluklarında ve niteliklerinde bozulmalar meydana getirmiştir. (Bayraktar, 2017, s.105, 142 ). Yani yurttaşlık bilinciyle hareket eden gönüllü yapılanmalar değil, devletin gücünün sınırlanmasında bir araç olarak kullanılmaktadırlar.

Alev Erkilet’in de belittiği gibi, STK’lar, katılımı süreklileştirmekten çok teslimiyeti süreklileştirmektedirler. Kapitalist dünya sisteminin yarattığı adaletsizliklere karşı direnme eğilimi göstermek yerine, sistemin işleyişini rahatlatmaktadırlar; hatta ondan beslenme eğilimleri ağır basmaktadır (Erkilet, 2005, 28). Harvey, neoliberal devletin hegomonik hale geldiği dönem ile-genellikle devlet iktidarının karşısına konumlandırılan-sivil toplum kavramının muhalif politikaların oluşturulmasında merkezi hale geldiği dönemin aynı olduğunu, son zamanlarda sivil toplumun bünyesinde yer alan sivil toplum kuruluşlarının öz itibarıyla seçkinci, hesap vermeyen (bağışçılar hariç) bir niteliğe bürünmekte olduklarını, demokratik bir özellik taşımadıklarını ileri sürmektedir (Harvey, 2015, s.86,186). Yani Harvey’in iddia ettiği şey, sivil toplum kuruluşlarının öz itibarıyla üzerine düşen yükümlülükleri üstlenmediği, sistemin ekonomik ve siyasal gelişmişliğine göre işlev gördükleridir.

Neoliberal düşünce ya da yaklaşımın takıldığı hassas konulardan biri de sosyal yardım ve hizmetlerin karşılık esasına dayandırılmasıdır. Pazardaki her birey için hürriyeti garanti eden ve aynı zamanda her bireyi kendi refahından sorumlu ve mesul

81 tutan bu anlayış birçok alanda özelleştirmeler ve benzeri uygulamalarla varlığını sürdürmektedir.

Sosyal devlet anlayışında kamu hizmetinden yararlanmada kural olarak bir bedel tahsil edilmemektedir. Ancak idare, kamu hizmetini yerine getirirken kamu giderlerini karşılamak maksadıyla çeşitli yollarla kişilerden bir miktar bedel tahsil etmektedir. Burada idarenin talep ettiği bedel kar maksatlı değil, kişilerin maddi gücüne ve hizmetin mahiyetine göre bir talep gerçekleşmektedir. Kamu hizmetinden yararlanma karşılığında alınan bedeller, zaman zaman hizmet maliyetinin altında, zaman zaman da hizmet maliyetinin çok az üzerinde olmaktadır. Örneğin, eğitim hizmetleri için öğrencilerden tahsil edilen bedel (öğrenci harçları) hizmetin maliyetinin altında gerçekleşmektedir (Koçak, 2010, s.34-35). Ancak özellikle 1980’ler sonrasında neoliberalizmin etkisiyle kamu hizmet anlayışında ciddi değişimler söz konusu olmuştur. Örneğin toplumsal nitelikli ve herkesin yararlandığı sağlık ve sosyal amaçlı hizmetlerin serbest ticaret düzeni içinde sağlanmasının, toplum koşullarının iyileştirilmesi için geleneksel olarak nitelendirilen devlet programlarından haha iyi olduğu ileri sürülmektedir (Savas, 1994, s.318). Bunun yolu da kamu hizmet anlayışında mihenk taşı olan KİT’lerin elden çıkarılarak özelleştirilmesi ve devlete alternatif oluşturabilecek düzenlemelerin yapılmasıyla mümkün olacaktır.

Özelleştirme denince Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT’ler), KİT’ler denince neoliberal politikaların akla geldiği söylenebilir. Kuşkusuz ki neoliberalizm özelleştirme demek değildir; ancak, özelleştirmenin hem iktisadi hem politik yönü düşünüldüğünde neoliberal politikalarla yakın ilişki içinde olduğu unutulmamalıdır.

1980 sonrasında neoliberal politikaların yaygınlaşmasıyla beraber özelleştirme uygulamaları da hız ve yaygınlık kazanmıştır. Çünkü neoliberal paradigmanın dayandığı ekonominin kuralı gereği devletin, kollektif mal ve hizmet üretmesi akıllıca değildir, devlet ekonomiye müdahale etmekten vazgeçmelidir. Bu düşüncenin arkasında yatan iddia da devletin ürettiği hizmetlerin verimsiz, maliyetli ve kalitesiz oluşudur. Devlet bir şirket gibi örgütlenerek çalışmalı ki gelişmenin önü açılsın.

Özelleştirmenin nedenlerinden biri serbest piyasa ekonomisine işlerlik kazandırdığı inancıdır. Bu inanca göre piyasaya ne kadar fazla sayıda işletme girerse ekonomik

82 yeniden gelişmenin o kadar gelişeceği öngörülmektedir. Örneğin, Milton Friedman, F.A. Hayek savaş sonrası dönemde devletin müdahalesinin ekonomik yeniden gelişimde gerilemeye yol açtığını ileri sürerler. Onlara göre refah düzeyi karlılığın artışında, çalışma dürtüsünün gerilemesinde olumsuz etki yaratmıştır. Karlılığı arttırmak için kamu yatırımlarını elden çıkarmak, para arzını denetim altına almak gerekmektedir (Turner, 1997, s.91). Buna göre devlet, mal ve hizmet üretiminden çekilecek, piyasanın kendi başına yapamayacaklarını yapacaktır. Yani oyunun kurallarını belirlemek, hakemlik yapmak için yasa ve düzen sağlayacaktır.

Tarihte özelleştirme politikalarına tepki olarak toplumsal mücadeleler baş göstermiştir. Örneğin; Paris ve bütün Fransa’da 1995 yılı sonlarında neoliberal özelleştirme mekanizmalarına karşı kamusal alanın oluşturulması için çağrı yapılmış, emekli maaşları, ücretler, işsizlik üzerine gidilerek grevler düzenlenmiştir (Hardt ve Negri, 2015, s. 76,77). Fakat yapılan bu mücadeleler televizyonda, internette ve her türlü kitle iletişim aracında medyatikleştirilmelerine rağmen, yeni bir ortak dil ve ortak hedefin belirsizliğinden dolayı genişleme şansı bulamamış ve yaygınlık gösterememiştir. Çünkü böyle bir ortak dil ve hedefin gelişmesi ancak özgür ve bağımsız bir medya aracılığıyla izlenmeye çalışılabilir; ki medya da bu dönemde ticari bir yapıya dönüşmüştür (Herman ve Chomsky, 2012, s.371).

Özelleştirme politik hayatta da önemli değişikliklere neden olmuştur. Örneğin İngiltere’de klasik sosyal demokrat ilkelerden ayrılmaya yönelik ilk sistematik teşebbüs, 1987 yılı Ekim ayında İşçi Partisi’nin gerçekleştirmiş olduğu konferansta gündeme gelmiş ve endüstri işletmelerinin kamu kesimi tarafından sahiplenilmesi yönünde daha önce verilen taahhütlerden vazgeçilmiştir. Bu da Keynes’çi talep yönetiminden vazgeçilmesi ve sendikalaşmanın azalması demektir (Giddens, 2000, s.28). Burada dikkat çekilen husus özel sektörün daha verimli hizmet üreteceğidir.

Öne sürülen gerekçeler de rekabetçi bir ortam ve güç ortaya kaymak, daha iyi yönetime olanak tanımak, yeni ihtiyaçlara daha çabuk cevap vermektir (Savas, 1994, s.41-42).

Bu yıllarda birçok ülke, ekonomisini neoliberal politika ve uygulamalarına gönüllü ya da zorunlu bir şekilde uyarlamıştır. Örneğin Japonya ekonomisini uluslararası sermaye güçlerine açmıştır (Akkemik, 2011, 173). Çünkü dolaşım ve paylaşım sürecine aktif katılan devlet, 1970’li yılların krizleri içinde büyük oranda zayıflamış

83 ve girişimci olarak mal ve hizmet piyasasından çekilmesinin gerektiği düşüncesi birçok ülke tarafından kabul görmeye başlamıştır. Avrupa ülkeleri, ABD ve Japonya da dahil olmak üzere mali piyasa düzenlemelerinin kaldırılması ve sermaye ihracının serbestleştirilmesi yönünde önemli adımlar atmışlardır (Savran, 2013, s.37). Böylece küresel bir ekonominin yaratılmasına dair uygulamalar yaygınlaşmış, sermayenin uluslararası hareketi üzerindeki sınırlamalar ülkeden ülkeye farklılık göstermekle beraber, ya önemli oranda azaltılmış ya da ortadan kaldırılmıştır. Devletlerin sosyal devlet anlayışı da bu uygulamalarla sürdürülemez bir hal almıştır.

Neoliberal politikaların yaygınlık kazanması piyasa ekonomisine işlerlik kazandırmış, kamunun girişimci olarak mal ve hizmet piyasasından çekilmesinin gerektiği düşüncesi ortaya çıkmıştır. Böylelikle gündeme gelen özelleştirme uygulamaları kabul görmeye başladıktan sonra özelleştirme 1980 sonrası pek çok ülkede temel bir iktisat politikası aracı haline gelmiş, Korumacı ve planlamacı ekonomi politikaları yerine, özel mülkiyete dayalı, serbestleştirici ve piyasacı ekonomi politikaları getirilmiştir (Petras ve Veltmeyer, 2006, s.62).

Sadun Aren’e göre, ticaretin serbest olması demek bir ülkedeki üretim alanlarının rekabete açık olması demektir. Fakat, bu serbest dedikleri piyasada var olan büyük firmaların rekabeti var olan küçük firmaların rekabetini olanaksız kılmıştır. Bu da piyasa mekanizmasını sağlıklı işleyemez duruma getirecektir; çünkü var olan büyük işletmelerin, firmaların rekabeti karlılığı düşüreceği için küçük firmaların girişimini anlamsız kılacaktır (Aren, 2007, s.142,238). Dolaysıyla kamu varlıklarının özelleştirilmesi, mümkün olan alanlarda rekabetin arttırılması neoliberalizmin en önemli öğelerinden biri olmuş; rekabetin etkinliğinin sağlanması ise kar yarışına katılmayan ve pazar mantığının temel yasalarına uymayan kamusal girişimin küçültülmesine bağlı olduğu anlaşılmıştır. Bu amaçla, devlet merkezli kalkınma modeline dayanan eski millileştirme politikasını tersine çevirmek üzere kamu şirketlerine ait malların özel şirketlere sunulmasından fayda sağlanmıştır. Çevre, ekonomi, toplum üzerindeki olumsuz etkilerinden dolayı bazı ülkeler uzun süre buna muhalefet ederek direnç göstermiştir (Petras ve Veltmeyer, 2006, s.66-67). Yine de anlaşılan o ki, ülkelerin gösterdiği bu muhalefet ve direnişe rağmen, kamu girişimleri aşama aşama neoliberal politikalar doğrultusunda sermayeye açılmıştır.

84 Bu duruma Friedman ve Savas gibi yazarlar dikkat çekmiş, serbest piyasaya olan inançlarını pekiştirici tezlerle ortaya koymuştur. Örneğin Friedman, temel insan haklarından olan eğitim hakkını piyasa mekanizmasının bir parçası olarak görmektedir. Ona göre eğitimin paralı hale getirilmesi, büyük farklılıklar sağlayacak olan rekabeti uyandırma adına iyi bir şeydir. Özellikle kolej ve üniversite düzeyindeki okullarda devlet kurumlarının öğretimdeki rollerinin azaltılması, dolaysız devlet yardımının kaldırılıp piyasanın kodlarına uygun hale getirilmesi, okullar arasında daha etkili bir rekabete ve okulların kaynaklarını daha verimli bir şekilde kullanılmasına vesile olacaktır (Friedman 2018,s.137,259; Savas, 1994, s.336). Buna göre eğitim sektörü, ticari sistemlerin lehine olacak şekilde metalaştırılmaya çalışılmıştır. Böylece toplumun zayıf kesimleri serbest piyasa kurallarına uyarlanan eğitim, sağlık, sosyal hizmetler gibi kamu hizmetlerinden ya hiç ya da gerektiği kadar yararlanamamıştır.