• Sonuç bulunamadı

2. NEOLİBERALLEŞME İLE SOSYAL DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜNÜN GENEL BİR

2.7. Klasik Liberal Anlayış

60 devletin karar ve uygulama yetkilerinin sınırlanması, devletin elindeki üretim araçları ve işletme yetkilerinin özel sektöre devretme politikası da bu yıllara denk gelmektedir.

Bu yıllarda yeni ekonomik politikalar ekseninde ekonomilerin hızla liberalleşmesi sonucu, üretim artık ulusal sınırların dışına çıkarak uluslararası bir kimlik kazanmış oldu. Rekabet edebilmek, ayakta kalabilmek için maliyetin en aza indirilmesi gerekmekteydi. Çokuluslu şirketler işgücü maliyetini en aza indirmek amacıyla üretimlerini üretim işgücü maliyetlerinin en düşük olduğu ülkelere (az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere) doğru kaydırmaya başlamış, üretim sürecinin belli aşamalarının farklı bölgelerde gerçekleşmesi için olanak sağlamış, karları güvence altına almıştır (Kaynak, 2012, s.75-76). İş piyasalarında ve çalışma ilişkilerinde yaşanan bu dönüşüm değerlendirildiğinde, esnek üretim, bunun iş gücüne yansıması, gelir dağılımında eşitsizlik ve sendikaların zayıflaması gibi sonuçlar doğurduğu söylenebilir. Diğer bir deyişle neolileral ekonomik reçeteler aracılığıyla emek piyasasının deregülasyonu, kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, kamu çalışanlarının işine son verilmesi gibi uygulamaların başlatılmasıyla işsizlik, düşük ücretler ve enflasyon gibi semptomlar geniş toplumsal kesimlerde huzursuzluk yaratmış, bu durum karşısında sermaye güçlenirken emek kesimi yoksullaşarak zor koşullara maruz kalmıştır (Kaynak, 2012, s.124, 129). Sonuç olarak piyasaya egemen olan gruplar kazanırken toplumun güçsüz kesimi kaybetmiştir.

Neoliberal politikalar ve asaslarına geçmeden önce klasik liberal anlayış ve temel savunuları aşağıdaki ilgili başlıklarda kısa bir şekilde özetlenmiş, neoliberalizm kavramı ve ortaya çıkışına değinilmiş, arkasından neoliberalizmin temel esaslarına ve neoliberalizme eleştirel yaklaşımlara yer verilmiştir.

61 yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanan liberal kavramı genel olarak ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü ve özellikle serbest ticareti savunanları ifade etmek için kullanılmıştır (Yayla, 2008, s.16). Liberalizmin siyasi, ekonomik, ahlaki, sosyal ilişkiler boyutunun olduğu bu nedenle de belli bir alanla ilişkilendirilip tarif edilmesinin zor olduğu anlaşılmıştır. Genel olarak özgürlük gibi önemli bir kavramla olan derin bağlantısı göz önüne alınarak tarif edilmiştir (Yayla, 2014, s.140). Tarihsel olarak ortaya çıkmasında ise Yeni Çağ’ın düşünce atmosferinin ve burjuvazi sınıfın kaynaklık ettiği söylenebilir.

12. ve 13. yüzyıllarda kentlerde üretimin ve ticaretin artması ve para ekonomisinin ortaya çıkmasıyla beraber kentler canlanmış ve burjuvazi adı verilen yeni bir sınıf ortaya çıkmıştır. Geleneksel toplumsal bağların çözülmeye başlamasından sonra, daha önce toprağa bağlı olan ekonomi artık toprağa değil; kentlerdeki mal üretimine ve bu malların ticaretine bağlı bir şekilde gelişmekteydi. Kentlerdeki ticaretin gelişmesi ile birlikte imtiyazlı sınıfın elindeki avantajlar zamanla burjuvazi sınıfın eline geçmekteydi. Önemli ekonomik avantajları ele geçirmeye başlayan burjuvazi, zamanla kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlamış ve ekonomik gücün yanı sıra siyasi gücünü de arttırmaya başlamıştır. Böylece kendi çıkarı çerçevesinde hareket eden burjuvazi sınıf, kendi ideolojisi olarak adlandırabileceğimiz liberalizmin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu yönüyle; burjuvazi, feodal düzenden liberal değerler üzerine kurulu kapitalist sisteme geçişte önemli bir işleve sahip olmuştur. (Bulut, 2003, s. 55-59).

Kurulu düzenin temelini teşkil eden geleneksel yapılar zayıfladıkça burjuvazi ekonomik yönden güçlenmiş, buna paralel olarak siyasi rolü de artmıştır. Yani diyebiliriz ki liberalizmin ortaya çıkması; feodalizmin çöküşü, ticaretin gelişmesi ve sanayileşmenin yaygınlaşmasının oluşturduğu sosyal, ekonomik ve siyasal değişim süreçlerinin bir sonucudur. Yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik süreçler de liberalizmin çeşitli boyutlarının ortaya çıkmasına öncülük etmiştir. Bu çerçevede, 17.

yüzyılda belirgin bir şekilde ortaya çıktığı görülen ve 18.yüzyılda daha da kendini hissettiren klasik liberalizm bir dizi teoriden beslenmiştir. Bu teorilerin gelişiminde öncülük eden, liberalizmin ana hatlarını çizen Thomas Hobbes, Montesquie, John Stuart Mill, John Jack Rousseau ve John Locke gibi düşünürler liberalizmin siyasi boyutunda yer almaktadır. Bu düşünürlerin katkılarıyla; mutlak monarşiden meşruti

62 monarşiye geçilmesini ön gören sınırlı yönetim, yaşam ve mülkiyet hakkının dokunulmazlığı, herkesin kanun önünde eşit olması ve kuvvetler ayrılığı gibi temel öğeler liberal lüteratürde yer almaya başlamış ve monarşiye dayalı olan sistem aşamalı bir şekilde yerini seçime dayalı bir sisteme bırakmıştır (Erdoğan, 2006).

Liberalizmin siyasi anlamda ilk temsilcilerinden biri olan ve liberal burjuva devletinin niteliklerini ortaya koyan John Locke, doğa toplumundan siyasi topluma geçişin toplum sözleşmesi yaklaşımıyla olduğunu, devletin meşruiyetinin de bu sözleşmeye dayandığını ifade eder. Locke, her devlet biçimi için yasama erkinin en üstün güç olduğunu, onun sahip olduğu gücün ona verilen belli işlevleri yerine getirip getirmediğine bağlı olarak geçerlilik kazandığını savunmaktadır. Locke’un sivil hükümet ve özel mülkiyet hakkı ile ilgili düşünceleri de kamu yararını gözetmeye dayanmaktadır. Bu anlamda siyasal güç mülkiyetin düzenlenmesi ve korunması için yasa yapma hakkına sahiptir; fakat bu yasalar kamu yararı gözetilerek yapılmalıdır (Locke, 2011, s.28-29, 36 ).

Klasik liberalizmin ekonomik boyutunda ise liberalizmin kurulmasında etkin bir rol oynayan ve literatürde sıklıkla adı anılan Adam Smith vardır. Tarihte liberal bir iktisadi, siyasi ve sosyal sistemi ilk defa açık bir biçimde tasvir eden biri de Smith olmuştur. Smith’in iktisadi teorileri liberalizmin ekonomik yönünün ilk ifadeleri olarak anılmaktadır (Yayla, 2014, s.140). Smith, Ulusların Zenginliği (Wealth of Nations) adlı eserinde ekonomik sistemde doğal bir düzen olduğunu ve bu sistemde piyasanın kendi kendini düzenleyeceğini belirtmektedir (Selik, 2015, s.191).

Liberalizmin ekonomik bir teori olması, beraberinde ona kendini ekonomik dönüşümlere uyarlama yükümlülüğü de yüklemiştir. Bu dönüşüm süreci 17.

yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiş ve bu döneme klasik liberalizm adı verilmiştir (Sallan, 2006, s.10-23). Bu anlayışın genellikle sosyalizm ve muhafazakarlık arasında bir yer tutuğu; fakat özellikle kominizme ve faşizme karşı olduğu da ifade edilmektedir (Sabine, 1969, s.119). Buradan çağdaş insan hakları fikirlerinin öncüsü ve aynı zamanda bu hakları uygulamaya geçirmede rolü olan liberalizmin 17. ve 18. yüzyılların burjuva devrimi olduğu söylenebilir.

Liberalizmin savunduğu temel öğeler arasında doğal düzen, serbest ticaret, sınırlı devlet, bireycilik ve özgürlük gelmektedir (Heywood, 2013, s.51-53). Liberalizmde

63 bireycilik en temel merkez ilkedir; bu ilke, kişiyi birey olarak ele alan, bireyin toplum içindeki yeri ve sınırlarını formüle eden bir ilkedir (Heywood, 2016, s.61).

İnsanlığın toplumsal birliklerden değil bireylerden oluştuğu düşüncesine dayanan bireycilik kavramının kaynağı sosyalizmin kurucuları tarafından geliştirilmesine karşın, entelektüel gelişimi Locke ile başlamış, izleyen yüzyıllarda Hume, Smith, Ferguson; 19. yüzyılda S. Mill, Spencer; 20. yüzyılda ise Mises, Hayek, Milton Friedman, David Friedman gibi isimlerle devam etmiştir. Klasik liberalizmin belli başlı çizgilerini temsil eden bütün düşünürlerin odak noktası, bireysel insan gerçekçiliği özgür ve özerk insan üzerinden ilerlemektedir. Doğal hukuk, doğal haklar ve sözleşme teorilerini benimsemeyen liberal yazarlar bile (ör: Hume) bireyi esas alan anlayış üzerinden fikirlerini ortaya koymuşlardır (Yayla, 2014, s.145).

Bryan Turner’e göre 17. ve 18.yüzyıllarda ortaya çıkan biçimiyle klasik bireycilik (özellikle mülkiyet bakımından) hak ve yükümlülükleri ön plana çıkaran, geleneksel feodalizmin ve hiyerarşik toplumsal ilişkilerin eleştirisini yapmasından ötürü muhalif bir öğretiydi. Ekonomik biçimiyle bireycilik, özel mülkiyete daha önceki felsefelerin vermediği bir önem atfetmişti; bu görüş kalıtsal zenginliğe getirdiği eleştiriye koşut bir radikallik taşıyordu. Örneğin Smith, büyük toprak sahiplerini üretken olmadıkları, risk almadıkları gerekçesiyle eleştirmiştir. Ekonomik değişmenin hızını artırdığı ve zenginliğin üretiminde başarıyı getirdiği düşüncesiyle bu görüş bireye özel bir önem yüklemiştir. Siyasal biçimiyle bireycilik ise, bireye kendi çıkarlarını gözetmek üzere siyasal eylemlerde bulunma hakkını tanımaktaydı (Turner, 1997, s.94). John Lock’un liberal felsefesinde bu siyasal hakların temel özelliği mülk sahibini korumaya yöneliktir. Locke’ye göre, yeryüzü her ne kadar insanoğluna ortak olarak verilmiş olsa da her birey kendi benliğine sahiptir. Bireyin emeği kendisinindir, onun doğadan elde ettiği her ne ise sadece onundur. Bunun üzerinde hiç kimse hak iddia edemez.

Ayrıca Locke devletin kaynağının ve meşruiyetinin toplum sözleşmesinde aranması gerektiğini, iktidarın bireysel kabulü amaçlamak zorunda olduğunu da ileri sürmektedir (Locke, 2011, s.46). Yani bireysel özgürlüğün öznesi herhangi bir grup ya da toplum biçiminde değil, bireyin haklarını toplumun haklarının önüne geçiren bir anlayışta aranmaktadır (http://www.liberal.org.tr). Bir başka deyişle siyasal bir iktidarın amacı, bireysel özgürlüklere engel teşkil edecek ne varsa ortadan kaldırmak ve kendiliğinden işleyen düzenin güvenliğini sağlamaktır.

64 Liberalizmin temel savunuları arasında sayılan özgürlük anlayışının genel olarak negatif özgürlük anlayışı kapsamına girdiği söylenebilir. Negatif özgürlük; bireyin, başkalarının özgürlüklerini sınırlandırmaksızın bir şeyi yapmak ya da yapmamak hususunda serbest davranması ve dışarıdan (devlet ve diğer bireylerden) bir baskı ve zorlama altında kalmadan istediği gibi davranması anlamını taşır (Hayek, 2013, s.118). Yaşam hakkı, baskılara direnme hakkı doğal haklardan sayılır ve bu haklar devlet tarafından vatandaşlara sunulan haklar arasında sayılmamıştır. Devlet vatandaşların doğal haklarını ve özgürlüklerini korumak için vardır. Devlet tarafından vatandaşlara sunulan haklar da genellikle pozitif haklar arasında sayılır (Aktan, 1994, 6-7).

Pozitif özgürlükten yana olanlara göre özgürlük, engellenmemişlik, kısıtlanmamışlık ya da müdahalenin yokluğu değil, kişinin bir şeyi yapabilme gücü olduğudur.

Kişilerin bu gücü elde edebilmeleri için devletin sorumluluğu gereklidir. Yani, kişinin bir şeyi yapabilmesi için devlet tarafından uygun olanaklarla donatılması gerektiğidir (Erdoğan, 2015, s.34). Klasik liberaller diyebileceğimiz ilk dönem liberaller, özgürlüğü doğal haklar mantığı çerçevesinde ele almış ve liberalizmin temel savunusu olacak özgürlük kavramına dair düşünceler ortaya koymuşlardır.

İngiliz filozof ve iktisatçı John Stuart Mill’in, insanın en değerli varlığının

“özgürlük” olduğunu işleyen “Özgürlük Üzerine” adlı eserinde, özgürlük kavramına dair şu düşünceler yer almaktadır: Ergenlik yaşını geçmemiş çocuklar dışında her birey kendi bedeni, kendi beyni üzerinde kendi başına buyruktur. Her bireyin başkalarıyla bir araya gelme ve başkalarına zararı olmayan bir amaç için birleşme özgürlüğü vardır (Mill, 2008, s.17). Kuşkusuz ki halen gerek özgürlüğün sınırları (nerede başlayıp nerede bittiği) ve ilkelerine ilişkin gerekse bireysel ve toplumsal anlamda özgürlük üzerine farklı görüşler ileri sürülmektedir. İyi bir sosyal düzende özgürlük ne olmalı, nasıl korunmalı, hangi düzen özgürlükleri daha iyi korur gibi sorular her dönemde tartışılır olmuştur.

Liberal düşünce geleneğinde kendiliğinden doğan düzen, doğal haklar fikrine, bazı farklı yönleri olmakla beraber neredeyse bütün liberal yazarlar aynı noktada birleşirler. Bu düşünce geleneğine göre, bireyler kendi hallerine bırakılırsa, özgürlükleri bir otorite (devlet gibi) tarafından kısıtlanmazsa doğal düzen bir şekilde herkesin yararına olacak şekilde daha sağlıklı sonuç verecektir. Örneğin Adam

65 Smith, devlete savunma, adalet ve bayındırlık dışında başka bir görev yüklememe yaklaşımı içerisindedir (Smith, 2013: 767-804).

Doğal düzen fikri, kavram içi ağırlıkların zaman zaman değişmesiyle beraber 20.

yüzyılda da devam etmiştir (Yayla, 2008, s.188). Hayek, doğal düzen olan serbest piyasa sisteminin ortak amaçlara dayanmadığı, kişilerin karşılıklı yararları için farklı çıkar ve amaçların uzlaştırılması gözettiğini ileri sürmektedir (Hayek, 1994, s.70).

Polanyi serbest piyasa sistemi içerisinde özgürlük sorununun iki ayrı düzeyde ortaya çıktığını, bu düzeylerin “kuramsal ve ahlaki düzeyler” olduğunu vurgulamaktadır.

Polanyi’ye göre karmaşık bir toplumda (ki bu toplum 19.yüzyıl ekonomisinin yarattığı toplumdur) özgürlük sorununun anahtarı bu ikinci düzeyde aranmalıydı.

“Piyasa ekonomisi içinde ne özgürlük ne de barış kurumsallaştırılabilirdi.2 Çünkü onun amacı kar ve refah yaratmaktı, barış ve özgürlük değil (Polanyi, 2016, s.338-339).

Dolaysıyla klasik liberal anlayış bakış açısına göre, devletin toplumsal yaşamın düzenlenmesi ve sürdürülmesi anlamında işlevinin azaltılması, bireylerin kendi ilgilerini geliştirmesi, hayatlarını kendi değerlerine göre yaşaması için özgür bırakılması, devletin sosyal yükümlülüklerden kaçınması gerekmektedir. Yani

2 Piyasa ekonomisi elbette ki bir gecede ortaya çıkan bir şey değildi. Bunun bir geçmişi, ortaya çıkmasına yol açan belirli etkenler vardı. Polanyi’ye göre 19. yüzyıl bir uygarlık yüzyılıydı ve bu uygarlık dört kurum üzerinde kurulmuştu. Bu kurumlar, savaş çıkmasını önleyen güç dengesi sistemi, dünya ekonomisinin örgütlenmesini sağlayan uluslararası altın standardı, kendi kurallarına göre işleyen piyasa ve liberal devletten oluşmaktaydı. Bu uygarlığı ne barbarların saldırısı, ne 1. Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım, ne de proletaryanın veya faşist orta sınıfın isyanı yıkmıştı. Çöküşün nedeni dönemin ekonomik yasaları (eksik tüketim, fazla üretim) da değildi. Çöküşün nedeni, toplumun kendi kurallarına göre işleyen piyasa tarafından yok edilmemek için uyguladığı önlemlere bağlı olarak piyasayla düzenli bir yaşamın en basit gerekleri arasındaki çatışmaydı. Savaşlar sadece çöküşü hızlandırmaktaydı. Polanyi, serbest piyasa ekonomisinin sona ermesini yeni bir özgürlük döneminin başlangıcı olarak görmekteydi. Bu konudaki düşüncelerini sanayi toplumunun özgür olma olanaklarına bağlamaktaydı. Ona göre yasal ve gerçek özgürlük her zamankinden daha geniş ve yaygın kılınabilirdi; çünkü düzenleme ve kontrol sadece birkaç kişiye değil, herkese özgürlük sağlayabilirdi. Böylece özgürlükler ve yurttaş hakları, sanayi toplumunun herkese sağladığı boş zaman ve güvenin yarattığı yeni özgürlüklere eklenebilirdi. Kapsamlı bir okuma için bkz. Polanyi, K.

(2016, 3. Kısım 21. Başlık. s.332-344).

66 rekabet etmekten ya da risk almaktan kaynaklanan olumlu ya da olumsuz sonuçlar bireyin kendi sorumluluğu altındadır.

2.7.1. Klasik Liberal Anlayışta Devletin Sorumluluğu

Felsefi temelleri 17. yüzyıl filozofları tarafından atılan klasik liberalizm, 18.yüzyılın sonlarına doğru İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde Aydınlanma Çağı düşünürleri tarafından ileri sürülen toplumsal örgütlenme tasarısını işaret etmektedir (Vergara, 2006, s.6-7). Bu yüzyılın özgürlükten yana bireyci kanadında Locke yer almaktadır. 17. ve 18.yüzyıl Aydınlanma çağına önemli miras bırakan Locke’un düşünceleri liberalizmin öncü fikirleri olarak kabul edilir. Ona göre insanlar devlet olmadığı dönemlerde özgür ve eşit bir şekilde yaşıyorlardı; ne zamanki doğa durumundan uygar toplum aşamasına geçildi, o zaman devlet denilen kurum ortaya çıktı (Bakırcı, 2004, s.24; Birdal, 2019, s16-17). Locke’un gözünde devlet, insanların mülkiyet haklarını ve doğa haklarını (eşitlik ve özgürlük gibi) haklarını güvence altına almakla yükümlüdür (Özgüven, 2014, s.71).

İnsan özgürlüğü ve mutluluğuna dair fikirler ortaya koyan bir diğer filozof da jeremy Bentham’dır. Bu filozofa göre devletin tek amacı bireylerin özgürlüklerinin sınırlarını arttırmak olmalıdır. Özgürlük toplumsal faydayı, fayda ekonomik özgürlüğü, ekonomik özgürlük de insan mutluluğunu getirecektir. Bentham’ın fikir sisteminde devlet bireylerin kişisel çıkarlarıyla toplum yararı arasında uyum sağlayabilir. Bunun için birincisi kişisel kazancın toplumun diğer üyeleri üzerinde veya kamuya herhangi bir zararının olmaması için ceza kanunları koymak, ikincisi ise mülkiyet hakkının korunmasıdır. Bu hakkın korunması, üretim girdileri hizmeti için piyasanın ödediği getirinin, her bir bireyin gelirinin kaynağı olması içindi.

Devletin yapmış olduğu bu hukuk düzeniyle birey ve toplum arasında uyum sağlanmış olacaktı, diğer yandan piyasa devlet müdahalesinden uzak kalacaktı (Kazgan, 2016a, s.61).

Klasik liberal anlayışın, özellikle siyasi ve ekonomik yönü ele alındığında, devlet iktidarının sınırlandırılması düşüncesi önemli bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.

Söz konusu düşüncede, bireylerin özgürlüklerinin ve eşitliklerinin sağlanması, özgür

67 girişimcilik ve dolaysıyla serbest rekabet amacı önemli bir yer tutmaktadır. Liberal düşüncede birey (Kazgan, 2016a, 59):

“kendini sevmek, geleneklere uymak, çalışmak, duygudaşlık ve mübadele eğilimi olarak altı davranış ilkesiyle harekete geçer. Bu ilkelere göre kişi, kendi çıkarının en iyi yargıcıdır; …bunu izlemekte özgür olmalıdır. Her birey kendi çıkarını güderken “görünmeyen bir el”

tarafından, kendi dileği olmaksızın toplum yararına da hizmet etmeye yöneltilir. Öyle ki, toplum yararını korumak için hareket ettiği zamana oranla daha büyük bir toplumsal yararın gerçekleşmesini sağlar. Öyleyse, devletin iktisadi hayata karışmaması gerekir.”

Bu çerçevede liberalizm, bireyi esas alan ve bütün kurum ve kuralları bireyi temellendirerek açıklamaya çalışan bir sosyal yaklaşımdır. Bu bağlamda J.S. Mill şöyle der: ”Eğer biri hariç, bütün insanlar aynı düşüncede olsalar ve yalnızca bir kişi karşı düşüncede olsa, nasıl bu birinin, elinde güç olsa, insanları susturmaya hakkı yoksa, insanların da bu birini susturmaya hakları yoktur… Bir düşüncenin susturulmasındaki asıl kötülük, onun insan türüne karşı haydutluk olmasıdır.” (Mill, 2008, s.20-25).

Yukarıdaki yaklaşımların tümü iyimser yaklaşımlardır; fakat tarihsel gelişme, liberal devlet düşüncesinin iyimser inançlarının gerçekleşmediğini daha 18. yüzyılda göstermiştir. Liberal devlet düşüncesinin temel direklerinden biri olan yasal eşitlik ilkesi, bireyi insanlar arasında yapay sosyal ayrımlar yapılmasına, bir kısım insanlara ayrıcalıklar tanınmasına karşı koruyordu; fakat sosyal ekonomik yapı içinde yer alan her bireyin farklılıklarını göz ardı ediyordu. Çünkü bireylerin hayat mücadelesinde uygulanacak yarış koşullarının eşit olmaması önemli bir sorundu ve sosyal ekonomik eşitsizlikler yarışın sonucunu etkiliyordu. Şöyle ki mülkiyet ve miras kurumları bu mücadele ve yarışta çok büyük şans sağlıyordu. Bu şartlara sahip kimseler yeteneklerinin sonucu olmayan olanaklarla yarışa katılıyordu. Ayrıca liberal ekonomik sistem küçük ekonomik ünitelerden kurulu, karşılıklı etki-tepki ilişkileriyle gelişen ekonomik ortam öngörmüştü. Oysa bu ortam, yerini kısa bir süre sonra büyük ünitelere dayanan tekelci kapitalist düzene bırakmış, üretim araçlarının mülkiyeti ve sermaye belirli ellerde toplanmıştır (Göze, 2016, s.42-43). Şu denilebilir ki, piyasa ekonomisi içinde saf liberal ilkeler gerçekleştirilememiştir.

68 2.7.2. Kendiliğinden Doğan Düzen ve Piyasa Ekonomisi

Klasik liberalizmin temel unsurlarından sayılan kendiliğinden doğan düzen ve piyasa ekonomisi kavramları birbiriyle sıkı bağları olan kavramlardır. Liberal düşünce geleneğinde kendiliğinden doğan düzen fikrine ve piyasa ekonomisine, Home ve Smith’den itibaren hemen hemen bütün düşünürler bazı farklı yaklaşımları olmakla beraber temas etmişlerdir (Yayla, 2014, s.164). Ancak literatürde sıklıkla adı geçen iki düşünür Locke ve Adam Smith olmuştur.

17. yüzyıla damgasını vurmuş olan Lock’un doğal haklar ve toplumsal sözleşme kuramında hak ve özgürlük anlayışı, inşa edilmiş ve sınırlandırılmış bir hükümet aracılığıyla bireysel mülkiyetin korunması, siyasal istikrar ve bireysel özgürlük vaat etmektedir. Locke, doğa durumunu tam bir eşitlik ve özgürlük olarak adlandırır;

onun görüşünde özgürlük, doğal hukuk sınırları içinde hareket etme hürriyeti, bütün rasyonel insanların bilebileceği, üzerinde uzlaşmaya varabileceği bir dizi ilkedir.

Aynı zamanda doğal hukuk da doğal hakları tanımlar ve bu hakların onaylandığı özgürlükleri göstermeye hizmet eder (Tannenbaum ve Schultz, 2011, s.245, 247, 255). Yaşam, hürriyet ve mülkiyet hakkı gibi temalar Locke’un izinde yorumlandığında kendiliğinden düzen ve piyasa ekonomisinin temellerini oluşturduğu söylenebilir (Turgut, 2019, s.8).

Smith de kendiliğinden düzen ve piyasa ekonomisi anlayışını “görünmez el”

metaforuyla betimlemektedir. Burada kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin eylemleriyle toplumun refahını bütünleştiren bir düzen olduğu anlatılır (İnce, 2015, s.78). Bu düzenin korunmasına ilişkin misyon da devlete yüklenmektedir. Görülüyor ki kendiliğinden doğan düzen ve piyasa ekonomisi fikri oldukça eski bir fikirdir. Bu fikrin son dönemde güncellenmesini de Hayek yapmıştır (Butler, 2018, s.81). Piyasa düzenine dayalı özel mülkiyetin olmadığı bir yerde bireysel özgürlükten (dolaysıyla özgürlüğün olası başka biçimlerinden ) söz edebilmek mümkün bulunmamaktadır.

Buradan hareketle liberalizmin temel unsurlarından sayılan piyasa ekonomisinin rekabete dayalı, karı esas alan bir serbest pazarın bulunduğu, ekonomik etkinliğin işlerlik kazanması için teşebbüs ve tercih özgürlüğünün güvence altına alındığı, devletin fiyat mekanizması işleyişine en az müdahale ettiği bir model olduğu söylenebilir (Aktan, 1995, s.4-5).

69 Klasik liberallere göre piyasa, bir sosyal yapıdır. Piyasa ekonomisinde üretici ve tüketiciyi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Her birey kendi ihtiyaçları için uğraş verirken diğer bireylerin ihtiyaçlarının giderilmesine de hizmet etmiş olur.

Bunun anahtar yönlendiricisi de açık rekabettir. Çünkü açık rekabet söz konusu olduğunda farklı üreticilerin, farklı tercihlere sahip tüketicilere öneriler sunabilecek imkan doğmaktadır. Böylece farklı değerlere sahip üretici ve tüketicilerin sorunsuz bir şekilde işbirliğinde bulunabilecekleri dinamik bir denge oluşmuş olacaktır (Butler, 2018, s.99). Yani bireylerin çıkarlarının korunması için rekabet engellenmeden işletilmelidir.

Nitekim, 20. yüzyılın başlarından itibaren yaşanan gelişmelerle birlikte klasik liberalizmin devlet ve ekonomiye dair görüşlerine eleştiriler yapılmış, Keynes’in fikirleri doğrultusunda müdahaleci devlet anlayışı bütün dünyada benimsenmeye başlanmıştır (Turgut, 2019, s.99.) Keynes’in genişlemeci politikaları liberal uygulamaların tersine ekonomik ve sosyal hakların sağlanmasında önemli roller üstlenmiştir (Petenkaya, 2010, s.89). Fakat tüm bu gelişmelere rağmen devletin büyümesiyle kontrol edilemeyen enflasyon ve sonrasında ekonomik durgunluklar yaşanmaya başlamıştır (Butler, 2018, s.106). 1980’li yıllarda devletin küçülmesi söylemiyle kabul görmeye başlayan neoliberal politikalar kabul görmeye başlayınca devletin yeni rolüne ilişkin görüşler gündeme gelmiştir (Acar, 2017, s.252, 254).

Toplam olarak bakıldığında şu söylenebilir: İlerlemenin piyasa ekonomisinin serbest işleyişiyle gerçekleşeceğini iddia eden liberal ekonomi anlayışında piyasa, görünmez bir el vasıtasıyla ekonomik verimliliği, ekonomik büyümeyi en üst düzeye çıkarır ve böylece toplum refahı artar. Bu nedenle de merkezi bir siyasi erk olmadan kendi mantığıyla işleyen bir düşünceyi savunmaktadır.