• Sonuç bulunamadı

2. NEOLİBERALLEŞME İLE SOSYAL DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜNÜN GENEL BİR

2.3. Sosyal Devletin Temel Amaçları

Sosyal devletin birçok amaçla donanmış bir yapıya ve bu amaçları gerçekleştirmek için araçlara kaynaklık ettiği ifade edilmektedir. Temel amaçlarından bazıları yoksullukla mücadele ve gelir dağılımında adalet, tam istihdam ve işsizlikle mücadele, fırsat eşitliği, sosyal güvenlik, ekonomik büyüme ve kalkınma ve sosyal denge ve barışı sağlamak şeklindedir. Sosyal devletin, kişilere minimum bir gelir düzeyinin garanti edilmesi, tüm vatandaşların yaşam koşullarının iyileştirilmesi, yoksullukla mücadele ve adil gelir dağılımına ulaşma, sosyal adaleti sağlama, sosyal koruma veya sosyal güvenlik sunma gibi niteliklere sahip olduğu söylenebilir (Aydın, 2019, s.41). Sosyal devlet anlayışının benimsenmesiyle toplumun ve bireyin yaşam standartlarının iyileştirilmesi için önemli adımlar atılmıştır. 20. yüzyılda ülkelerin sosyal harcama miktarlarındaki artış bunun bir göstergesidir.

Ayrıca sosyal devletin temel amacının bireylerin kanunlar karşısında sahip olduğu eşitliği koruyarak, temel bireysel hak ve özgürlükleri sosyal ve ekonomik hak ve

23 özgürlüklerle güçlendirerek işlevsel hale getirmeyi amaçladığı da söylenebilir.

Sosyal devletin temel amaçlarından bir diğeri; işsizliği ortadan kaldırmak ve tam istihdamı sağlamak için mücadele etmek ve kişilerin bir iş edinmeleri için gerekli koşulları sağlayarak kendi geçimlerini temin edebilecekleri bir iş bulmaktır.

Göze’nin (2016, s. 238) de belirttiği gibi bireyler yasalar önünde eşittirler ancak bu durum hiçbir zaman bireyler arasındaki sosyal ve ekonomik koşulları eşit hale getirmek, onlara fırsat eşitliği sağlamak için yeterli olmamıştır. Buna karşın sosyal devlet, bireylere fırsat eşitliği sağlayarak yasalar önünde eşitliklerini daha etkili hale getirmeyi amaç edinmiştir. Bu amacın gerçekleşmesi de büyük ölçüde gelir dağılımının adil ölçüler içinde dağılmasına bağlıdır. Cahit Talas şöyle der (Talas, 1977, s.112): “toplumların ve ayrı ayrı kişilerin refahları, geniş ölçüde gelir dağılımının adil ölçüler içinde oluşmasına bağlıdır. Kapitalist toplumdaki bütün huzursuzlukların kaynağı budur.”

Sosyal devlet bu huzursuzlukların giderilmesi için kişilerin elde ettikleri gelirler arasında büyük uçurumların oluşmasını engellemiştir.

2.3.1. Yoksullukla Mücadele ve Gelir Dağılımında Adalet

Sosyal devlet, toplumsal istikrarı sağlama görevini yerine getirmek, iç talebi desteklemek, yoksulluğu önlemek, istihdamı güvence altına almak için topluma önemli katkıda bulunur. Bunu da büyük oranda vergi adaletiyle gerçekleştirmektedir.

19. yüzyıla kadar vergiler, hükümetlerin masraflarını karşılamak ve savaşları finanse etmek için kullanılıyorken, artan oranlı vergiler, 19.yüzyıl ile birlikte görülmeye başlamıştır. Adam Smith’in ortaya koyduğu ve maliye kitaplarında klasikleşmiş olan vergi adaleti ilkesi (herkesin gücü ölçüsünde vergi ödemesi) kapitalist ülkelerde uzun süre uygulama alanı bulamamış; fakat zamanla kapitalist ilkelere sadık toplumlarda vergi adaleti ilkesi uygulanmaya başlanmıştır. Özellikle Keynes ile ve Keynes’ten sonra, kişilerin gerek yatırım gerek tüketim alanlarında yaptığı harcamaların yetersiz kalması halinde, yatırım ve tüketimin kamu harcamaları yolu ile desteklenmesi ve

24 kamu harcamalarına dengeyi sağlayan bir rol verebilmek için vergi etkin bir araç olarak kullanılmıştır (Talas, 1977, s.126-127).

Sosyal devletin temel amaçlarından biri olan adil gelir dağılımı, toplumda kişilerin elde ettikleri gelirler arasında çok büyük uçurumların oluşmamasını, milli gelirin kişiler ve sınıflar arasında toplumsal gerginliklere yol açmayacak şekilde dağılmasını, dolayısıyla toplumca kabul edilebilir bir gelir paylaşımını ifade etmektedir (Kara, 2013, s.81-82). Sosyal devletin bu tarz uygulamalarının altında yatan ortak amaç, kötü ekonomik ve sosyal koşullar altında bulunan bireyleri korumaya yöneliktir.

Sosyal devletten beklenen; kamu gelirlerini (özellikle artan oranlı vergiler) ve kamu harcamalarını (özellikle sosyal transferler) kullanarak toplumu oluşturan kişiler arasında zenginden fakire doğru geliri yeniden dağıtması ve servet ve gelirler arasındaki dengesizlikleri azaltmaya çalışmasıdır. Gelirin adaletsiz dağılımı sonucunda yoksul düşen kişileri, güçsüzleri, düşkünleri, bakıma muhtaç çocukları korumasıdır. Yani ulusal kalkınma ve refah artışının sağlanması için devletin gerektiğinde gücünü göstermesi önemli bir gereklilik olarak görülmüştür. ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt, 6 Ocak 1942 tarihli Kongre’de yaptığı konuşmada, yoksulluktan kaçınmak için devletin gücünü gerektiğinde herhangi bir sınırlama olmaksızın kullanmasının zorunlu olduğunu ileri sürmüştür (Barr, 1998, s.62). Devam eden yıllarda, örneğin II. Dünya savaşı sonrasında ekonomilerin kapalı özelliğe sahip olduğu, ulus devletlerin kendi ekonomisi sınırlarını ve ulus ötesi ekonomik ilişkilerini kontrol altında tutabildikleri görülmekteydi. Bu yıllarda vergiler artan oranlı hale getirilmiş, bu yolla kamu hizmetleri ve transferleri (gelirin yeniden dağılımı) mümkün kılınmıştır (Özdemir, 2007, s.199). Bir diyer deyişle sosyal devletlerinin gelişimi ile birlikte sosyal politikanın içinde yer aldığı siyasi ortamın dönüşümü mümkün kılınmış, sosyal harcamalardaki artış önemli ölçüde artmıştır. Oysa 1980’li yıllar ve devamında 1990’lı yıllara gelindiğinde bu özellikler değişmiş, devletin toplumdaki rolünün yeniden tanımlama sürecine girildiği bir dönem yaşanmıştır (Buğra, 2016, s.76-77, 79).

Sosyal devlet açısından önem arzeden bu uygulamalar, esas aldığı kalkınma anlayışından ileri gelmektedir. Sosyal devletin esas aldığı kalkınma anlayışı, sadece

25 ulusal geliri arttırma amacını gütmez; gelirin adil bir biçimde yeniden dağılımı amacını da taşımaktadır (Çeçen, 1984, s.33).

Kotler, gelir adaletsizliğinin, küreselleşme, teknoloji ve eğitim düzeyindeki farklılıklardan kaynaklandığını, devletlerin bu konuda vergi politikalarını değiştirmek dışında yapabileceği bir şeylerinin olmadığını kabul eder (Kotler, 2015, s.49). Ayrıca Harvey’in de belirttiği gibi, pozitif anlamda hak ve adalet kavramları siyasi hareketlerde güçlü kılınır ki bu hakların ne kadar evrensel olmasını istersek isteyelim, onları uygulayacak olan nihai sonuçta devlettir. Eğer siyasi iktidar istemiyorsa hak, adalet kavramlarının içi boş kalacaktır (Harvey, 2015, s.190). Sonuç olarak, devletin asli işlevi yoksullukla mücadeleyi ve gelir dağılımında adaleti özel olarak amaçları arasına alması ve bu yönde gerekli önlemlerin alınmasıdır.

2.3.2. Sosyal Güvenlik

Sosyal devletin amacına ulaşmada kullandığı önemli araçlardan biri de sosyal güvenlik hizmetleridir. Sosyal devlete ilişkin düzenlemeler temel düzeyde sosyal güvenlik alanında yapılan değişikliklerde kendini göstermiştir (Sallan, 2006, s.145).

Genel olarak sosyal güvenlik kurumları, çalışanları ve ailelerini gelir kayıplarından korur ve bu yüzden de riske karşı bireylerin ekonomik refahını hedefler. Örneğin, işsizlik ve değişken ekonomik krizlerden kaynaklanan genel risk grubuna giren durumlar, özel şirketler tarafından sigorta edilmez. Bu nedenle hükümetlerin sosyal güvenliği sağlamaları gerekmektedir (Şenkal, 2005, s.305). Sosyal güvenlik bu tehlikelere maruz kalan çalışanlara, ailelerinine güvence sağlayan bir mekanizma olmaktadır.

Sosyal devletin varlığında önemli bir yer işgal eden sosyal güvenlik, başta sosyal sigorta olmak üzere sosyal tazmin, sosyal yardım ve sosyal hizmet araçlarından yararlanarak kişileri ekonomik alandaki problemlere karşı korunmayı, hayatlarının her döneminde gelir düzeylerinde karşılaşabilecekleri bir kötüleşmeye karşı minimum bir gelir seviyesi garanti etmeyi amaçlar. (Aktan ve Özkıvrak, 2008, s.35).

26 Talas’a göre devletin sosyal yaşantıya girip uğraşılarda bulunması, gelirinin bir bölümünü sosyal hizmetler ve sosyal güvenliğe ayırması, refah devleti ile birlikte artmış ve özellikle II. Dünya savaşından sonra hızlanıp yaygınlık kazanmıştır. Talas şöyle devam eder: “Gerçekten, temel felsefesini Klasik ekonomik düşünceden almış olan kapitalist sistem, kişiyi kendi geleceğini kendisinin güvence altına almak sorumluluğu içinde görmüş ve devletin kişi sorumluluğunu en az düzeye indirmesinin karşısına çıkmıştır.” Durum böyle olunca, ihtiyaçlarına yeten bir gelir elde edemeyen insanlar hastalandıkları zaman tedavi görmelerinin, çalışamayacak yaşa geldiklerinde geçimlerinin, işsiz kaldıklarında yaşamaya devam edebilmelerinin bir gereği olarak devlet sosyal hizmetler ve sosyal güvenlik alanlarında sorumluluk almaya başlamıştır (Talas, 1977, s.128). Bu bağlamda 20.yüzyılın başlarında pek çok ülkede sosyal harcamalar artmıştır. Örneğin, sosyal devlet uygulamalarının başlatılması hususunda ilk örneklerini gösteren Almanya ve İngiltere’de sosyal harcamaların miktarında önemli derecede artış meydana gelmiştir. Modern refah devletinin ileri örneklerini gösteren İskandinav ülkelerinde de sosyal harcamalarda sürekli bir artış olduğu dikkatleri çekmektedir. Almanya ve İngiltere’de sosyal harcamaların Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)’ya oranı Birinci Dünya Savaşı öncesinde %3 iken 1920 yılında % 20’yi geçmiştir. İsveç örneğini verecek olursak, 1905 yılında % 3 iken 1921 yılında % 5’lik düzeye gelmiştir (Pierson,1991, s.111).

1945’lerden itibaren değişen dünya zihniyeti doğrultusunda, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere hemen hemen her ülkede başta sosyal güvenlik ve sağlık hizmetleri olmak üzere, sosyal harcamalarda sürekli bir artış eğilimi olduğu gözlenmiştir (Özdemir, 2007, s.203). Aşağıdaki tablo, gelişmiş batı ülkelerinde sosyal harcamaların GSYİH içindeki payını göstermektedir:

Tablo 1: Sosyal Harcamaların GSYİH İçindeki Payı, 1962-1972, (%)

Ülkeler 1962 1963 1964 1965 1966 1967 1968 1969 1970 1971 1972

Almanya 17,5 17,7 17,8 18,2 18,7 20,2 20,2 19,8 21,4 21,9 22,7 Belçika 15,5 15,7 14,9 16,3 16,5 16,9 17,8 18,7 18,5 18,9 20,3

Danimarka - - - - - - - - 19,4 20,6 21,0

Fransa 16,3 17,2 17,4 17,9 18,2 18,4 18,6 18,3 18,9 19,1 19,2

27 Hollanda 13,7 15,5 15,8 16,9 18,2 18,9 19,3 19,9 20,7 22,0 23,1

İngiltere - - - - - - - - 15,7 16,1 18,8

İrlanda - - - - - - - - 12,7 13,0 12,9

İtalya 14,3 15,1 15,5 17,4 18,1 17,8 18,9 18,9 18,8 20,2 21,7 Lüksemburg 15,7 16,0 16,2 17,1 17,6 19,3 18,8 17,7 16,0 17,8 18,2 Kaynak: Kohl, J. 1990, s.319’dan aktaran Marangoz, (2001, s.133).

Tablodan anlaşılacağı üzere ülkelerdeki sosyal harcamalar yıl geçtikçe artmıştır.

Buradan yola çıkarak, 1945 sonrasında değişen dünya zihniyetinin devletlerin uyguladıkları sosyal politikalar üzerinde olumlu gelişme yarattığı söylenebilir.

2.3.3. Fırsat Eşitliği

Fırsat eşitliği, sosyal devletin piyasaya müdahalede kullandığı bir yöntemdir. Bir diğer deyişle, devletin vatandaşlarına sunduğu hizmet ve imkanlardan her bir vatandaşın eşit yararlanma hakkına sahip olmasını sağlamaktır. Sosyal devlet yapılanmasında toplumu oluşturan her birey ırk, din, dil, cinsiyet, inanç vb.

nedenlerle ayrım yapılmaksızın yasalar önünde eşit sayılmıştır; liberal sitemde de bu eşitlik söz konusudur. Ancak liberal sistem, bireyler arasındaki sosyal-ekonomik koşulların eşit hale getirilmesi, onlara fırsat eşitliğinin sağlanması için bir araç olarak kullanılmamıştır (Göze, 2016, s.13; Aktan ve Özkıvrak, 2008, s.36-47). Sosyal devletin sağlamaya çalıştığı fırsat eşitliği, bireyler arasındaki sosyal-ekonomik koşullardaki farklılıkları gidermek içindir (Luchaıre, s.334). Buradaki amaç, hukuki olmaktan ziyade, iktisadi politikalarla sosyal ve ekonomik koşulları olabildiğince eşit hale getirmektir (Gözler, 2000, s.164).

Fırsat eşitliği konusunda en önemli hususlardan birisi eğitim hizmetinin sunumudur;

eğitim hizmetleri fırsat eşitliğinin temini açısından önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü özellikle eğitim ve öğretim hizmetleri hem bireysel hem de toplumsal seviyede

28 faydaları yüksek hizmetlerden olup ileri eğitim kademelerinde kişisel getirileri ön plana çıkmaktadır (Aktan ve Özkıvrak, 2008, s.48).

Günümüzde refah devletleri, emek gücünün yenilenme sürecine ve eğitime katkı sağlamak amacı ile harcamalar yapmaktadırlar. Örneğin, İsveç, Danimarka, Finlandiya ve Hollanda gibi sosyal refah hizmetlerinin sunumu noktasında cömert olan ülkelerde toplam kamu harcamaları içerisinde eğitime en fazla pay ayrıldığı gözlenmektedir (Özdemir, 2007, s.109). Çünkü eğitim, bir ülkenin ekonomik büyüme ve gelişmesi üzerinde önemli etkilere sahiptir.

2.3.4. Tam İstihdam ve İşsizlikle Mücadele

Tam istihdamın sağlanması ve işsizlikle mücadele de sosyal devletin temel amaçlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkelerin ekonomik ve sosyal refahının istihdam sorunu ile yakın ilişkisi olduğu tespit edilmiştir. Tam istihdamın sağlanmasıyla devlet, her şeyden önce vatandaşlarına çalışma hakkı vermekle onların çalışma hakkının zedelenmemesi ve bu haktan yararlanması görevini üstlenmektedir.

Vatandaşlar yaşamlarını sürdürebilmek, bilgi ve becerilerini geliştirerek toplum hayatı için daha verimli olabilmek sebebiyle bu haktan yararlanmanın yollarını aramışlar ve bu konuda devletten önlemler alınmasını istemişlerdir (Serter, 1994, s.55).

Sosyal devlete ödevler yükleyen kavramlardan biri olan “çalışma hakkı”, kişinin çalışarak gerçek güvenliğe kavuşması ve maddi, manevi gelişmesini gerçekleştirmesi için önemli bir yerde durmaktadır (Göze, 2000, s.373). Sosyal devletin sembolik isimlerinden olan Keynes, genel kuramını kurarken ekonomik yaşantıyı esas almıştır.

Keynes’in ekonomik doktrini makro-ekonomi esasından hareket eder. Bu kuramda söz konusu edilen toplam arz, toplam istihdam, toplam ulusal hasıla ve toplam taleptir. Tam istihdam durumu Keynes’in düşünce sistemi içinde özel bir yer edinir.

Bu düşünce sistemine göre, eksik istihdam, eksik talep, eksik üretim durumlarında devletin müdahale etmesi ve kendi koşulları içinde bilimsel temellere dayalı bir ekonomik politikaya sahip olması gerekmektedir (Talas, 1977, s.50-53).

29 Keynes, tam istihdamın kendiliğinden oluşamayacağı, işsizliğin giderilmesi ve gelir dağılımı sorunlarının kendiliğinden çözülemeyeceğini savunmuş (Keynes, 1967, s.21) ve bu yüzden de devletin gelirin yeniden dağılımı ve kamu yatırımlarının gerekliliğini vurgulamıştır. Yani devletin gerekli durumlarda sisteme müdahalesini öngörmüştür (Şaylan, 2003, 97-98).

Keynesyen ekonomik görüş, klasik iktisadi bakış açısının tersine sosyal devlet olgusunu ön plana çıkarmış, ekonomik krizden çıkmak için sosyal sürecin dikkate alınmasını önermiştir. Keynes, “önerdiği politikalarla kapitalizmin sosyal reformunu sağlamış”, piyasa ekonomisinin başarısızlıklarını, yetersizliklerini, toplumsal gerilimi gidermek için kamunun ekonomiye müdahalesini çözüm olarak görmüştür. Bu bağlamda, sosyal devletin gelişim süreci diyebileceğimiz dönemde (1945-1975 yılları arasında), ülkeler Keynesyen politikaları izlemiş ve bu yolla sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim gibi alanlarda önemli gelişmeler yaşanmıştır (Bayraktar, 2012, s.259). Özellikle II. Dünya savaşı sonrasında, sosyal devlet uygulamalarının kısa dönemde de olsa ekonomide büyümeyi sağladığı, istihdamı arttırdığı, ücret ve çalışma koşullarını iyileştirdiği bir gerçektir (Özdemir, 2007, s. 195). Bu süreçte yoksulluk, eğitim, sağlık, tam istihdam, altyapı, gelir dağılımı vb. konular sosyal devlet için önemli unsurlar haline gelmiştir (Sallan, 2004, s.292-293). Sosyal devletin esas aldığı bu unsurlar, toplumda sosyal barışın bozulmaması ve sosyal dengenin korunması için önemli unsurlardır.

2.3.5. Sosyal Denge ve Barışı Sağlamak

Liberal devletin eşitlik anlayışı boyutunda, insanlar eşit olarak doğarlar, eşit ve özgür yaşarlar inancına dayanıyordu. Yani insanların sosyal ve ekonomik durumları ne olursa olsun, tüm insanların eşit saygıya hakları olduğunu kabul ediyordu, yasa önünde eşitlik anlayışı, bireyin sosyal yapı içinde işgal ettiği yerden kaynaklanan sosyal ve ekonomik eşitsizliklerle ilgilenmiyordu. Bireylerin teşebbüs özgürlüğünü, maharetlerini ve şanslarını iyi değerlendirerek sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri ortadan kaldırabileceklerine inanılıyordu. Sosyal devlet ise yasa önünde eşitlik

30 ilkesini şans ve olanak eşitliği getirerek tamamlamak istemiştir. Bunun için güçsüzleri koruyucu önlemler almaya, sosyal ve ekonomik nedenlerin yarattığı eşitsizlikleri hafifletmeye, zenginliklerin adil dağılımını gerçekleştirmeye çalışmıştır (Göze, 2000, s.389).

Sosyal devletin amacı toplumsal bütünleşmeyi sağlamaktır. Bunu sağlamak için de sosyal dengeleri sağlayacak olan adaletle ilgili hukuk ilkeleri koyar. Kişilerin sosyal sınıf, zümre, din ve mezhepleri ne olursa olsun öncelikle yasalar karşısında eşit işlem görmelerini sağlamaya çalışır ve mensup oldukları sınıf, zümre, ırk, din veya mezhep nedeniyle ya da sahip olduğu ekonomik güçten ötürü ayrıcalıklı muamele görmesini engellemeye çalışır ve korur (Aktan ve Özkıvrak, 2008, s.38). Yani sosyal bütünleşmenin sağlanması ve toplum düzeninin sürdürülmesi için önlemler ortaya koymaktadır.

Sosyal devlet bireyleri korumanın karşılığı olarak yaptığı yardım ve hizmetleri sunarken kendine özgü bir nitelikte ortaya koymaktadır. Örneğin sosyal dengenin korunması için yapılan parasal ayni yardımların miktarı kadar sunuluş biçimi ve yöntemleri de bir o kadar önemlidir. Bu konuda, sosyal devlet politikalarının gerekliliğini savunan W. Beveridge, “Bir ödeme yapılırken ya da bir hizmet sunulurken bireyin bu ödemenin bir hayır (sadaka) olarak değil hak edilmiş bir korumanın karşılığı olarak yapıldığını hissetmesi” gerektiğini ifade etmiştir.

(Çalışkan, 2001, s.65).

2.3.6. Ekonomik Büyüme ve Kalkınma

Ekonomik büyüme, genel olarak üretim faktörlerinin üretimde meydana getirdiği gelir artışını, ekonomik kalkınma ise ekonomik büyümeyi de kapsayacak şekilde ekonomideki bütün değişiklikleri ifade eder.

Keynesyen ekonomi çerçevesinde 1945’ten 1970’lere kadar başarılı bir model olarak kullanılan sosyal devlet sisteminde, gerek gelişmiş gerekse az gelişmiş ülkelerde ekonominin pozitif işaretler verdiği görülmüştür. Keynes, ekonomik büyüme ve kalkınmanın sağlanmasında devlete önemli görevler atfetmiştir. Bu bağlamda

31 Keynes’in kamunun ekonomiye müdahalesini gerekli gören düşünceleri pek çok iktisatçı tarafından kabul görmüş ve Keynesyen iktisatçılar devletin ekonomiye müdahalesinin gerekli, hatta kaçınılmaz olduğunu savunmuşlardır (Bayraktar, 2012, s.257-259). Keynes’e göre piyasa ekonomisi tek başına büyüme ve kalkınma hedeflerini gerçekleştirmede yetersiz kalmakta, devlet ekonomik büyüme ve sosyal sorumluluklar gibi alanlarda gerekli ölçülerde sorumluluk almalıdır. Devlet piyasayı düzenlemek ve denetlemekten ziyade doğrudan üretim faaliyetleri yürütmeli ve korunmaya muhtaç kesimleri desteklemelidir (Gümüş, 2010, s.142-143). Nitekim özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında gerekli ölçülerde bu alanlarda devlet müdahalesine yer verilmiş ve Keynesyen ekonomi çerçevesinde ekonomik büyüme sağlanmıştır.

Kapitalist sistemin en çok eleştirilen tarafı gelir dağılımında yarattığı adaletsizlik üzerinedir. Bu adaletsizlik ileri kapitalist toplumlarda azalma eğilimi gösterdiği halde, geri kalmış ve kapitalist sistemi benimsemiş ülkelerde artma eğilimi göstermektedir. Talas’ın ulusal gelirin adil derecede dağılımı konusunda söylediklerine bakılırsa; kapitalist sistem içerisinde üretim malları genel olarak özel kişilerin, şirketlerin ve korporasyonların mülkiyetindedir. Toplam üretim ve tüm hasıla emeğin (kişilerin çalışmalarının yarattıkları değerlerden) ve üretim araçlarına sahip olanların yarattıkları değerlerden oluşur ve bu sistem gelişme ve kalkınmadaki rolüne inandığı için kural olarak gelir farklılığını kabul etmiştir. Yani serbest piyasa ve rekabet koşulları içinde milli gelir artışı ne kadar hızlı olursa olsun, doğal olarak tüm toplumun bu milli gelir artışından adil derecede yararlanması olası değildir (Talas, 1977, s.107-111). Sosyal devlet çeşitli noktalardan açıklanırken, temelde gelir dağılımının düzenlenmesi, toplumsal riskler ve vatandaşlık haklarının gelişimi üzerinden açıklanmaktadır. Sosyal devlet sistemi, net milli gelirin artış hızında belli bir büyüme sağlamak ve bu büyümeden tüm toplumun adil bir şekilde yararlanmasına olanak vermeyi amaçlamaktadır (s.123). Buradaki amaç da saf piyasa aksaklıklarına karşı vatandaşı koruma anlamı taşımaktadır (Andersen, 2006, s.57).

Kotler, gelir artışı ve gelirin bölüşülmesine ilişkin şöyle der (Kotler, 2015, s.228):

“GSYİH artışı gelirin nasıl bölüşüldüğü konusunda bir şey ifade etmez.

GSYİH artışı yoksulları daha yoksul, zenginleri daha zengin hale getirebilir. Ancak GSYİH artışının tüm kesimlerin gelirini arttırması durumunda, bu artışın faydalarının adil şekilde bölüşüldüğünden söz

32 edebiliriz… GSYİH arttıkça büyümenin neden olduğu hasarların maliyetini hesaba katmaz.”

Dolaysıyla sosyal devlet, ekonomik büyümeyi ve kalkınmayı sağlamak için ekonomik yaşantıya müdahalede bulunarak, üretim ve tüketim arasındaki dengeyi (bozulduğu zaman) yeniden kurmak üzere vergi politikası yolu ile ulusal gelirin yeniden dağılıma tabi tutulmasını sağlayarak toplumsal refahı artırmayı hedeflemektedir. Bugün piyasa ekonomisi eğer başarılı olsaydı, dünyada sürdürülebilir kalkınma kavramı bu kadar yankı bulmazdı.

Değişen rekabet şartları sürdürülebilir kalkınmanın küresel boyutta ülkelerin politikalarının içine girmeye başladığı görülmektedir. Ekonomik, sosyal ve çevresel olarak üç temele oturtulan bu kavram, 1980’lerin sonuyla ortaya çıkmış ve günümüzde halen önemini yitirmeden tartışılmaktadır (Engin ve Akgöz, 2013).

Çünkü artık dünyadaki tüm ülkeler küreselleşme süreciyle birlikte iç içe geçmiş durumda ve bu süreçle birlikte kendi ulusal politikalarını uygulama ve bu politikalardan faydalanma alışkanlığında olan ülkeler küresel rekabetçi baskılara karşı sürdürülebilirliklerini koruyamamış, kendilerini küresel rüzgarın akışına bırakmıştır (Deacon, 2006, s.102). Bununla ilintili olarak istenmeyen küresel sosyal sonuçlar yaşanmıştır. Gerek ülke içi gerekse ülkeler arasında sosyal yeniden dağıtım, sosyal düzenleme ve sosyal güçlendirme konularına dair kırılmalar yaşanmıştır (Deacon, 2006, s.103). Bu kırılmaların nedenini piyasa gelirlerine bağımlılıkta aramak mümkündür. Sosyal devletin gerekliliği tam da bu noktada belirginleşmektedir. Sosyal devlet piyasa ekonomisinin aksaklıklarına karşı sosyal koruma sistemini güçlü tutmakta, toplum düzeninin sürdürülmesi için önlemler almaktadır (Andersen, 2006, s.56-57).