• Sonuç bulunamadı

2. NEOLİBERALLEŞME İLE SOSYAL DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜNÜN GENEL BİR

2.6. Sosyal Devletin Tarihsel Gelişimi Dönüşüm Süreci ve Süreçteki Dinamikler

2.6.1. Sosyal Devletin Tarihsel Gelişimi

Sosyal devlet anlayışının oluşumu ve gelişimi incelenirken yalnızca ortaya çıktığı yüzyıl içerisindeki gelişmelerin ele alınması eksik bir yaklaşım olacaktır. Devletin tarihi süreç içerisinde yaşadığı dönüşümün bir parçası olarak nitelendirilen sosyal devlet, tarihi gelişiminden ayrı incelenemez. Tarihi gelişiminden ayrı incelendiği takdirde sosyal politikalarındaki değişimlerin bir temele oturtulması zorlaşacaktır.

Bunun için sosyal devletin gelişimini ve kurumsallaşmasını sağlayan belli tarihsel kesitlerin incelenmesi ve bilinmesi gerekmektedir. Bu bağlamda ilk olarak Sanayi Devrimi öncesi sosyal devlet uygulamalarını tarihsel süreç içerisinde ele almak ve dolaysıyla sosyal devleti doğuran şartları değerlendirmek, sanayi devriminin sosyal devletin gelişimine etkileri, sosyal devletin gelişimi ve yükselişine ilişkin gerekli açıklamalar literatür ışığında incelenmiştir.

2.6.1.1. Sanayi Devrimi Öncesi Sosyal Devlet Uygulamaları

Sanayi devriminden önce refah devletine yönelik uygulamalara az rastlanmaktadır.

Dünyada tarım devriminden bu yana binlerce yıldan beri üretim ilişkilerinin, bireyin ve ailenin rollerinin çok fazla değişmemiş olmasından dolayı devletin sosyal politikaları da epey kısıtlı kalmıştır. Bu yüzden bu dönem sosyal devlet öncesi dönem olarak adlandırılmaktadır.

Bu dönemde insanların beklentileri yüksek olmadığından sanayileşme döneminin başlamasına kadar çalışamayacak durumdaki yaşlılar, çocuklar, bakıma muhtaç olanlar ve deli olarak isimlendirilen gruplar, dolaysıyla kendi bakımlarını üstlenemeyecek olanların ihtiyaçları aile, vakıflar, loncalar, yardımlaşma kurumları, ahilik teşkilatları, kiliseler gibi sosyal kurum ve kuruluşlar tarafından karşılanmıştır.

43 Yani sosyal yardımlar sistematik olarak düzenlenip uygulanmamıştır; bireylerin taleplerini karşılamaya dönük yasalaşmış ciddi bir sosyal politika olmamıştır.

Genel anlamda ilk refah devleti uygulaması olarak kabul edilen, İngiltere’de 1601’de Kraliçe Elizabeth tarafından uygulamaya sokulan “Yoksulluk Yasası” (The Poor Law Act), ciddi bir sosyal politika olarak görülmese de, ilk yasa olması ve devletin ilgisini uyandırması açısından önemli bir adım olarak görülebilir. Bu yasanın özünde bireylerin ekonomik refahının sağlanmasında kamunun sorumlu tutulduğu düşüncesi yatmaktadır (Şahin, 1999, s.5).

İngiltere’de daha sonra ekonomik ve felsefi düşüncede görülen değişim ve baskı nedeniyle, 1834 yılında aynı adla yeni bir “Yoksulluk Yasası” yürürlüğe konulmuştur. Bu yasanın ana ilkesi “gelir araştırması” (income test)’nın güçlü bir şekilde yapılmasını içeriyordu. Bunun anlamı ise, çoğu insanı yoksulluk yardımı almaktan vazgeçirmektir. Çünkü bu dönemde Adam Smith’in ve serbest piyasa mekanizmasının etkisi yavaş yavaş görülmeye başlamıştır (Özdemir, 2007, s.181;

Küçükalay, 2014, s.344-345). Örneğin; dönemin hatırı sayılır iktisatçılarından olan Malthus, yürürlüğe konulan Yoksulluk Yasası’nda değişiklik yapılması taraftarı olmuştur. Ona göre yoksulluk yardımları kapsamının minimize edilmesi gerekmektedir (Barr, 2004, s.17). Hatta yoksullara yönelik düzenlenen yardım sisteminin tamamen kaldırılmasına ilişkin görüşler öne sürülmekteydi. O dönemde Ricardo’nun yayınlanan ilkeler’i (Principles of Political Economyand Texation) ve benzer talep ve görüşler 1830’lu yılların başında ileri görüşlülük ile övülüyordu (Polanyi, 2016, s.199). Kısacası, 1834 yasası liberal esaslara uygun olarak hazırlanmıştır. Yalnızca çalışamaz durumda olan düşkünleri yardıma uygun görmüştür. Devlet, yoksulluk sorununa toplumsal yapının belli bir düzen dairesinde sürmesi için, merkezi fakat pansuman nitelikli önlemlerle müdahale etmiştir (Kara, 2013, s.43).

17. ve 18. yüzyılda düşünce ve uygulama alanında İngiltere’de yaşanan ve sonuçta modern anlamda sosyal devlet anlayışını gündeme getiren gelişmeler (Barr, 1993, 14-16), dönemin önde gelen iktisatçıları tarafından eleştirilmiştir. Örneğin Jeremy Bentham, 1601 tarihli Yoksullara Yardım Yasası’nın faydalananlar açısından ahlaki dejenerasyona neden olduğunu; Thomas Malthus yoksullara yardımın aşırı nüfus artışına yol açtığını, David Ricardo ise ücretleri düşürerek ve böylece yarattığı

44 yoksulluğu daha da arttırdığını iddia etmiştir (Polanyi, 2016, s.182-183). Bununla birlikte o dönem için yoksulluk sorunu ve yoksullukla mücadele yöntemleri farklılık gösterse de sosyal devlet anlayışını gündeme getirme açısından söz konusu yasaların zorlayıcı güç oluşturduğu söylenebilir.

2.6.1.2. Sanayi Devrimi ve Sosyal Devletin Gelişimine Etkisi

Ekonomik, sosyal ve politik alanda yaşanan gelişmeler refah devletinin ortaya çıkışında önemli bir rol oynamıştır. Bu gelişmeleri genel olarak sanayileşme devrimi ve buna bağlı olarak gelir dağılımında ortaya çıkan adaletsizlik, sosyal dışlanmışlık, güç/sınıf çatışmaları, sosyal gerginlikler, sosyal hareketler, savaşlar ve ekonomik bunalımlar şeklinde ifade edebiliriz.

Sanayi Devrimi sosyal devletin doğuşunda en önemli etkenlerden birisidir. 18.

yüzyılın ortalarında yaşanan Sanayi Devrimi, insanların kol gücüne ve hayvan gücüne dayalı yaptığı üretim tarzından makine gücüne dayalı üretime geçiştir.

Toplumların dönüşümünde büyük etkisi olduğu düşünülen bu devrim “ikinci dalga”

olarak ifade edilmektedir (Toffler, 2008, s. 29). Binlerce yıl önce ziraileşme dalgası başladı; göçebeler ve avcılar, balıkçılar vb. köylüleşti, köyler kuruldu, “medeniyet”

dediğimiz şey doğdu, buna birinci değişim dalgası denildi; sonra ikinci bir değişim dalgası başladı, makineler, kitle iletişim araçları, kitle eğitimi, kitlesel tüketim ve tümüyle fabrikaya dayanan bir hayat tarzı başladı. İşte Alvin Toffler, buna da ikinci dalga değişim demektedir (Toffler, 1984, s.21-22). Feodal sistemin çöküşü, burjuvazinin yükselişi ve siyasal iktidara yürüdüğü uzun yolun sonucunda sanayi devrimi gerçekleşmiştir. Avrupa’nın kendi dinamiklerinin bir uzantısı olarak toplumsal kurumlarda da bir dönüşüm ve değişim yaşanmıştır. Yaşanan büyük dönüşüm, tüm toplumsal sınıf ve tabakaları etkisi altına almış, feodal yapıdan kopan kesimler dönüşüm doğrultusunda yeni yaşam ve çalışma koşullarına girmişlerdir.

Her şeyden önce 16.yüzyılda yaşanan Rönesansın etkisiyle toplumsal yaşamda sosyal, ekonomik açıdan bir değişiklik yaşanmıştır. 17.yüzyıla gelindiğinde, kapalı ekonomik düzenden açık ekonomi düzenine geçilmiş, ardından ticaretin gittikçe gelişmesi sanayinin kurulması sonucunu doğurmuş ve böylece sanayi toplumunun

45 doğuşu gerçekleşmiştir (Sarıca, 1983, s.67). Üretim tarladan fabrikaya doğru bir kayış göstermiş, toplumsal bir kurum olan aile eski işlevlerini yitirip sanayi modeline uyumlu hale gelmiştir.

Diğer yandan sanayi toplumunun doğuşu ile beraber büyük şirketler ortaya çıkmış ve büyük şirketlerin doğması ile beraber ekonomi de toplumsal bir kurum olarak dönüşüm göstermiştir. Sanayi toplumları üzerindeki denetimin yön değiştirmesiyle, fabrika düzenine yönelik üretim dev şirketler vasıtasıyla gerçekleştirilmeye başlanmıştır (Toffler, 2008, s.40-41). Liberal gelişimin aşamalarından biri olan bu devrim, insanı doğaya egemen kılarak burjuvaziyi iktidara getirmiş, ekonomide liberalizmin sloganı olan “laissez faire”i (bırakınız yapsınlar) yerleştirmiştir (Çetin, 2002, s.88). Böylece yeni sanayi toplumunda zengin ve fakir olmak üzere iki farklı sınıf ortaya çıkmış, büyük sanayi ve rekabet orta sınıfı yok etmiştir. Bu durumu gözlemleyen dönemin düşünürlerinden olan Simonde de Sismondi, böyle bir zamanda ve böyle bir ortamda liberal felsefi düşünceye karşı düşüncelerini ortaya koyarak eleştiride bulunmuştur. Sismondi, rekabeti, gelir dağılımındaki adaletsizliği eleştirmiş ve devleti aşırı üretimi durduracak yoksulluğu azaltacak önlemler almaya davet etmiştir (Talas, 1977, s.162). Kaldı ki devlet olup bitenlere ilgisiz kalmıştır;

çünkü o dönemin liberal anlayışı sayesindedir ki, ticaret ve sanayinin gelişmesi için devletin ekonomik yaşama müdahalede bulunmaması gerekmektedir. Ama yine de bu anlayışa karşı getirilen eleştiriler sosyal devletin düşünsel ve maddi temelleri açısından önemli olmuştur (Bulut, 2009, s.325). Dolaysıyla esas itibariyle sanayileşme süreciyle birlikte farklılaşan üretim biçimleri, sosyal ve ekonomik alanda önemli değişimler yaşanmasına neden olmuştur. Nasıl ki ticaret devriminin getirdiği imkanlar sanayinin kurulmasını doğurmuşsa, sanayileşmenin başlaması ve kapitalist üretim tarzına geçiş gibi ekonomik boyutlu değişmeler de sosyal devletin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.

Sosyal devletin ortaya çıkmasında, sanayileşmenin başlaması ve kapitalist üretim tarzına geçiş gibi ekonomik boyutlu değişimler; kentlere göç ve işçi sınıfı-işveren sınıfının oluşmasına, işçi sınıfının siyasal kimlik kazanmasına ve buradan da mutlakiyetçi yönetimlerden demokratik yönetimlere geçiş gibi politik değişimlerin yaşanmasında da önemli bir rol oynamıştır. Sanayileşme öncesinde, eski dönemin sosyal kurumları olan aile, hayırsever kurumlar ve diğer yardım örgütleri bu

46 dönemde yetersiz kalmış, bunların yerini bu tür gereksinimleri karşılayacak olan yeni kurumların alması kaçınılmaz olmuştur. Çünkü geleneksel sosyal yardım kurumları, kentlerde yığılan çalışanların iş kazaları ve sağlık bakımları gibi gereksinimlerine cevap verememiştir (Özdemir, 2007, s.185). Nihayet 18.yüzyılın ortalarında başlayan ve 19.yüzyılda da bir devrime dönüşen sanayileşme ve kentleşme ile eş zamanlı olarak ekonomik, siyasi ve sosyal boyutlu değişimlerin yaşanması sosyal devlet anlayışının gündeme gelmesi ve gelişmesinde zorlayıcı neden olmuştur.

2.6.1.3. Sosyal Devletin Gelişimi (1880-1945)

Sosyal devletin tarihsel gelişiminde yeni üretim ilişkileri ve toplum yapısı çerçevesinde sosyal devlet uygulamalarının belirgin olarak görülmeye başlandığı dönem 19.yüzyılın ikinci yarısı ve 20.yüzyılın ilk yarısındaki döneme denk gelmektedir. Bu dönemin temel belirleyici örnekleri olarak Almanya’da Bismark dönemindeki uygulamalar, İngiltere’de Beveridge Raporu ve ABD’de New Deal gösterilebilir. Bu dönemde, sanayileşmenin yol açtığı bazı sorunların toplum ve bireyin üzerindeki dönüştürücü etkileri anlaşılmaya ve sosyal devlet uygulamaları da kademeli olarak hayata geçirilmeye başlanmıştır. Almanya’da Bismarck döneminde sosyal güvenlikle ilgili düzenlemeyle sosyal devlet uygulamalarının temelleri atılmış, İngiltere’de hastalık ve işsizliğe sosyal güvence olarak başlayan sistem Beveridge Raporu’nun hazırlanması ile devam etmiştir. ABD’de ise, Roosevelt tarafından yürürlüğe konulan New Deal (Yeni Görüş)1 politikaları, sosyal devletin gelişimine temel teşkil eden uygulamalar olmuştur. Bahsi geçen temel beliyleyici örnek ve uygulamalar aşağıda kısa bir şekilde incelenmiştir.

Almanya ve Bismark dönemi: Almanya‘da 1870‘li yıllardan itibaren ortaya çıkan sosyal güvenlik kanunları oldukça önem arz etmiştir. Esasında Almanya geç endüstrileşmiş ve sanayileşme yarışında geri kalmış bir ülke olarak; liberal

1 New Deal (Yeni Görüş), “Franklin Delano Roosevelt'in iktisadi depresyonu yenmek amacıyla izlediği politikaya verilen addır.“ 1932 yılında ABD Başkanı olan Roosevelt, ABD'yi krizden kurtarmak için ekonomik, sosyal ve siyasal önlemleri içeren New Deal’i uygulamaya koymuştur. New Deal girişimi özellikle istihdam yaratmaya ve kamu yatırımlarının artırılmasına odaklanmıştır (https://www.iktisatsozlugu.com/nedir-1418-new-deal-#.XQzfkegzbIU.

47 düşüncenin temeli olan, serbest piyasa ve serbest ticaret düşüncesine kuşkuyla yaklaşmış ve devletin piyasaya aktif ve düzenleyici biçimde müdahale etmesi gerekliliği üzerinde durmuştur. Bundan dolayıdır ki, Almanya’nın bu tutumu daha sonra Hayek tarafından eleştiriye maruz kalmıştır (Hayek, 2015, s.77).

Almanya, modern anlamda bir refah devleti uygulamasının Avrupa‘da ilk tohumlarını atmıştır. Almanya’da iş kazalarına ilişkin yasa 1878 tarihinde düzenlenmiştir. Böyle yasalar İngiltere‘de 1897‘de, Fransa‘da ise 1898‘de ortaya çıkmıştır. Almanya’da etkin bir sosyal politikanın gerçekleşmesi başlangıcı ise Otto von Bismarck zamanında olmuştur. Örneğin, 1883 tarihli Hastalık Sigortası Yasası bunlardan ilkidir; belli bir gelirin altında çalışan işçileri zorunlu olarak kapsamaktaydı. 1889 tarihli yasa ise Yaşlılık Malullük Sigortası Yasası olmuştur. Bu yasa ile ilk kez zorunlu emeklilik sistemi kurumsallaştırılmıştır (Rosanvallon, 2004, s.125-129).

Almanya’da başlayan refah devleti uygulamalarının daha sonra Batı Avrupa ülkelerine, Kuzey Amerika’ya doğru yayıldığı gözlenmektedir. 19.yüzyılın sonlarına doğru böyle bir sistem Danimarka’da, Yeni Zelanda’da ve 20.yüzyılın başlarında ise İsveç’te kurulmuştur (Briggs, 1961, s.247; Suluk, 2017, s.107; Barr, 1993, s.22).

Refah devletinin gelişimi sürecinde önemli bir yeri olan, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde refah devleti uygulamalarına temel çerçeve teşkil eden Beveridge Raporu ve bu çerçevede İngiltere’de raporun belirlediği esaslar çerçevesinde çıkarılan temel yasalara değinmekte fayda olacaktır.

İngiltere ve Beveridge Raporu: Almanya’da yapılan reformlar, sanayileşmenin önderliğini yapan İngiltere’yi önemli oranda etkilemiştir. Daha önce de değinildiği gibi İngiltere, 1601 yılında Kraliçe Elizabeth döneminde çıkartılan “Yoksulluk Yasası” ile sosyal korumayı, daha sonrasında sosyal mevzuatı başlatan ülke olmuştur. İngiltere’de 1834 yılında “Yoksulluk Yasası” ile aynı adla çıkarılan ikinci bir yasayla reformlara devam edilmiştir. Fakat bu yasalara hayırseverlik anlayışının egemen olduğu ve hak kavramının bir hayli uzağında olduğu belirtilmektedir (Kara, 2013, s.42). Bütün bunlara karşılık İngiltere, 1824 yılından itibaren sosyal mevzuatı uygulayan ilk ülke olmuştur. 1880 yılında “İşverenlerin Sorumluluğu” yasası çıkarılmış ve bu yasa ile iş kazalarına tazminat yükümlülüğü getirilmiştir. Daha

48 sonraki yıllarda da çalışan, çocuk, yaşlı, dul ve yetim kesimi kapsamında önem teşkil eden yasalar ortaya koyulmuştur (Talas, 1977, s.61; Özdemir, 2007, s.193; Barr, 2004, s.22). İngiltere’de bu süreç, Beveridge Raporu’nun hazırlanması ve bunun 1946-1948 yılları arasındaki geniş kapsamlı uygulanması ile yepyeni bir sosyal güvenlik sisteminin başlamasına zemin hazırlamıştır.

İngiltere’de sosyal güvenlik sistemini geliştirmek ve sosyal güvenlik sorununa ilişkin devletin ilgisini uyandırmak açısından, W. Beveridge önemli bir yere sahiptir.

Beveridge, ihtiyaç kavramını yoksullukla aynı anlamda kullanarak, ihtiyacın nedenleri üzerine eğilmiş ve bu konuda üç temel neden ileri sürmüştür (Göze,2016, s.

263):

“Birinci neden örneğin işsizlik gibi bir sebeple, bir süre için gelirin kesilmesidir, bunun çaresi tam istihdamdır. Yoksulluğu doğuran İkinci neden gelir yetersizliğidir bu da çok çocuklu kalabalık ailelerde sefalete yol açar, bunun çaresi de yeterli geliri sağlamaktır. Üçüncü neden kaza ve hastalık gibi nedenlerle gelirin kaybolmasıdır, bunun çaresi de sosyal güvenlik sisteminin kurulmasıdır.”

1942 yılında bir iktisatçı olan William Beveridge tarafından hazırlanan ve John Maynard Keynes’in de öneri ve eleştirileriyle katkıda bulunduğu Beveridge Raporu’, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki refah devleti rejimlerinin temelini oluşturmuştur.

Raporda, sosyal güvenlik sisteminin geliştirilmesi amacıyla üç temel öneri yapılmıştır. Kapsamlı bir sağlık sigortasının oluşturulması bu önerilerden birincisidir;

aile yardımının yapılması ve tam istihdamın devletçe sağlanması da yapılan diğer iki öneridir (Barr, 2004: 30). Şunu da belirtmek gerekir ki, rapor, gelişigüzel hazırlanmış bir rapor da değildir. Bir kere refah yardımlarının bütünleşmiş bir sisteminin esaslarını kurmuş, sigorta prensibi refah sisteminin merkezine konmuş, Keynesçi yaklaşıma uygun olarak tam istihdama sosyal güvenlik sistemi bağlamının ötesinde bir anlam yüklemiştir. (Kara, 2013, s.186). Örneğin, İngiltere‘de Beveridge Raporu’nun esasları doğrultusunda ulusal sağlık hizmetleri, ulusal sigorta ve ailelere yardımlar ile yoksulluk kanunlarını reforma tabii tutmak gibi önemli meselelerin bir kısmınının yeniden yapılandırıldığına tanık olunmuştur (Pierson, 2001, s.121-122).

1946-1948 yılları arasında kurulan ve geliştirilerek devam ettirilen İngiliz sosyal güvenlik düzeninin altında yatan düşünce, eşitlikçi felsefenin amaçları doğrultusunda hareket eden bir nitelik taşımaktadır. Bu sistemde sosyal güvenlik bir amaç olmuş ve

49 bu amaç içinde kişi, sosyal ve mesleksel riske karşı güvence altına alınmıştır. Sosyal sigortalar ise sosyal güvenliği sağlamayı amaç edindiği bütünün parçalarından biri olmuştur. “1946-1948 yasalarının temelini ise Beveridge raporu oluşturmuştur.

Beveridge raporu çerçevesinde çıkarılan ilk temel yasa, 1946 tarihli Ulusal Sigorta Yasası’dır. Ulusal Sigorta Yasası, 1945 tarihli Aile ödenekleri, 1946 tarihli İş Kazaları ve 1948 tarihli Ulusal Yardım Yasaları” ile birlikte bir bütünlük oluşturmaktadır (Talas, 1977, s.133). Burada, İngiliz sosyal güvenlik sisteminde yapılan bu gelişmelerin sosyal devlet anlayışının gelişmesinde tartışma götürmez bir katkı yaptığı söylenebilir. Ayrıca Beveridge planı ile sosyal politika anlamında bir atılım dönemine geçilmiş olduğunu söylemek de yanlış olmaz.

ABD ve New Deal Örneği: ABD’de 1929 ekonomik krizi öncesinde bir refah devleti uygulaması mevcut değildi. O zamana kadar, diğer sanayileşmiş ülkelerin gerisinde kalan ve herhangi bir sosyal güvenlik programı uygulamaya sokmamış olan ABD, 1929 ekonomik krizinin etkileri sonrasında tutumunu değiştirmeye başlamıştır;

çünkü özellikle krizin etkilerinden kurtulmak için yeni ekonomik politikaların devreye sokulması gerekmekteydi. Krizin sonuçları ekonomik yapıyı o kadar bozmuştu ki direk olarak halkın fakirleşmesine, işsiz kalmasına ve intihar olaylarıyla gerçek hayata yansımıştı. Kriz sadece sıradan insanları değil, toplumun önde gelen bürokrat ve sanayicilerini de içinde barındırıyor, iflaslar sonucunda her şeyini kaybeden ve bütün beklentilerini yitiren insanları vuruyordu (Küçükalay, 2014, s.562).

Krizin dramatik sonuçları neticesinde, klasik liberal düşünce sorgulanmaya başlanmış, o güne kadar fazla önemsenmemiş olan Keynes‘in düşünceleri yavaş yavaş önemsenmeye başlanmıştır. Kriz, Keynes’in düşüncesinde haklılık payı olduğunu yavaş yavaş ortaya çıkarmıştı. Keynes’e göre devlet, istihdam, talep, ekonomik büyüme ve sosyal sorumluluklar gibi alanlarda sorumluluk almalıdır ve her şeyden önce sosyal harcamalara ağırlık vermelidir; çünkü serbest işleyişle kendi kendini düzelten ekonomi hayali gerçekleşememiştir (Gümüş, 2010, s.137-138,142-143). Nitekim devletler savaşın olumsuz sonuçlarını bertaraf etmek için halktan gelen talepleri de dikkate alarak kriz karşısında etkin politikalar izlemeye başlamıştır.

Amerika’da, Cumhuriyetçilerin piyasaların kendi kendilerini düzenlemesini beklemeleri ve kriz karşısında etkin politikalar izlememelerine karşılık, Demokrat

50 Parti’den adaylığı kabul edilen New York valisi F. D. Roousevelt, Amerika halkına New Deal sözü verdi ve başkanlık seçimini (1932) kazandı. New Deal, kriz sırasında uygulanan bir kalkınma ve krizden çıkış politikasıydı. Keynes, hükümet harcamalarının yarattığı ulusal satın alma gücünün artırılması sürecine ilişkin görüşlerini daha önce Başkan Roosevelt ile paylaşmış bulunuyordu (Demir, 1997, s.53-55). Roosevelt, uygulamaya koymayı düşündüğü New Deal politikasını Demokratik Ulusal Kongresinde ilan etmişti (Küçükalay, 2014, s.562).

Demokratların 1932 seçimlerini kazanması Roosevelt’in artık ABD’nin başkanı olarak federal düzeyde girişimlerde bulunmasının yolunu açmıştı. Böylece Roosevelt, kamu harcamalarını genişletmiş, ücretlerin yükseltilerek satın alma gücünün genişletilmesi için girişimcilere baskı yapmış, Mayıs 1933 tarihli “Federal Acil Yardım Yasası”, 16 Haziran 1933 tarihli Ulusal Sınai Kalkınma Yasası (National Industrial Recovery Act; NIRA) ile yurttaşlara yardım sorumluluğunu yerelden federal hükümete kaydırmıştır (Kara, 2013, s.86). Ulusal Sınai Kalkınma Yasası ile üretim fazlası ve meşru olmayan rekabet çeşitli önlemlerle denetim altına alınmış, çocuk işçi çalıştırılması yasaklanmış, çalışma süreleri kısıtlanmıştır. Ayrıca toplu işçi haklarına ilişkin bazı önlemler de bu yasada yer almıştır (Talas, 1977, s.74).

Roosevelt, bunların yanında aşırı bir üretime, gittikçe düşen fiyatlara ve artan işsizliğe karşı New Deal politikası olarak bilinen bir dizi önlem daha yürürlüğe koymuştur. New Deal‘in toplumsal açıdan kapsamlı yönü, 1935 tarihli Social Security Act (Sosyal Güvenlik Yasası) ile somutlaşmıştır. Yasayla birlikte geniş çerçeveli bir sosyal güvenlik yasası çıkarılmıştır (Kara, 2013, s.88). Böylece emek ve ekonomi politikalarında Keynesçilik uygulanmış oluyordu (Hardt ve Negri, 2015, s.250). Başkan Rousvelt tarafından izlenmiş olan ve geniş ölçüde toplam talebi arttırmaya yönelmiş bulunan New Deal politikasının kökenlerinin Keynesci düşünceye dayandığı görüşü de kabul görüyordu. Keynes düşüncesinin geniş kapsamda uygulamadaki yansıması ise özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında görülmüştür. Artık birçok ülke, ekonomik ve sosyal politikaları uygulamada devleti ekonomik yaşantının önemli bir kaynağı olarak kabul etmiştir (Talas, 1977, s.53).

Görüldüğü gibi, Keynes’in ortaya koyduğu düşünceler, gerek iki dünya savaşı gerekse 29 krizinin olumsuz etkilerini silebilmek için, açık bir şekilde ülkeleri

51 harekete geçirmede önemli derecede rol oynamıştır. Almanya’da ve İngiltere’de başlayan, daha sonra diğer gelişmiş ülkelere yayılan sosyal devletçi reformlar, sosyal ekonomik sorunlarla mücadelede başarı sağlamıştır.

2.6.1.4. Sosyal Devletin Yükselişi (1945-1970’ler)

20.yüzyılın başlarında (özellikle 1929 Ekonomik Krizi sırası ve sonrasında), egemen iktisadi düşünce çekiciliğini kaybetmeye başlamış ve o zamana kadar geleneksel bir anlama sahip olan liberal iktisadi düşünce, Keynes’le birlikte yeni bir evreye girmiştir (Gümüş, 2010, s.138, 139,142-143). Siyasal ve sosyal huzursuzluğun yaşandığı bu evrede, ABD’de işsizlik oranı 1920’de %3 iken 1933’te %25’e yükselmiş ve bu oran 1935 yılına kadar fazla bir değişime uğramadan devam etmiştir. Yine İngiltere’de 1921-1940 yılları arasında işsizlik hiçbir zaman %10’un altına düşmemiş, hatta 1930’ların başında bile %20’nin üzerinde seyretmiştir.

Keynes’ten önceki iktisatçılar (Marx’ın dışında), böylesi bir durumdan devletin herhangi bir müdahalesi olmadan ekonominin kendi normal işleyişiyle çıkabileceği kanısını taşıyorlardı. Bu düşünce doğrultusunda 1929 bunalımı büyük bir darbeyle gelmiş ve Keynes, teorik açıklamalarıyla sistemin bu duruma düşüş nedenlerini açıklamıştı: Bunalımın nedeni talep yetersizliği olarak saptanınca devlet harekete geçebilir, yatırım harcamalarını arttırabilir, yapılan harcamalarla elde edilen gelirler tekrar tüketim ve yatırım harcamalarını teşvik edilebilirdi. Böylece de kötü koşullar ortadan kalkacak, normal yola girilmiş olacaktı. (Selik, 2015, s.311).

Talas’a göre Klasik ekonomik düşünce, başlangıçtan itibaren ekonomiye bir bütün olarak bakmamış, ekonomik yaşantıda üretim ve istihdam üzerinde bir bütün olarak durmamış ve her zaman mikro tahliller içinde kalmıştır. Ne merkantalist, ne fizyokrat (merkantalist ve fizyokrat düşünce için ayrıca bkz.Talas, 1977, s.24, 27, 48; Selik, 2015, s.119-176), ne de liberal düşünce toplam talep, toplam arz ve tam istihdam sorunlarına bir bütünlük içinde yanıt aramamıştır. Keynes ise makro-ekonomi esasından hareket etmiştir ve bu düşüncelerini 1936’da yayınlamış olduğu “Genel Teori” adlı eserinde belirtmiştir (Selik, 2015, s.307). Keynesçi düşünce, arzın kendi talebini yaratacağı (Say Yasası) tasarrufların kendiliğinden yatırıma dönüşeceği,

52 olası bir yatırım-tasarruf eşitsizliğinde faiz haddinin yatırımları yeniden harekete geçireceği ve ekonomiyi toparlayacak düzeye düşeceği, tam istihdamın ekonominin doğal durumu olduğu yargılarını reddetmiştir (Kara, 2013, s.77-79). Keynes, tam istihdamın kendiliğinden oluşamayacağı, işsizlik ve gelir dağılımı sorunlarının kendiliğinden çözülemeyeceğini ve bu yüzden devletin gerekli durumlarda sisteme müdahalesini ön görmüştür. Keynes’in kuramı içinde söz konusu edilen ekonomik yaşantı, toplam istihdam, toplam arz, toplam ulusal hasıla ve toplam talepten oluşmaktadır. Örneğin toplam talep içinde özel kişilerin tüketim talepleri, hükümet talepleri ve yatırım talebi vardır (Talas, 1977, s.50). Kapsamlı bir refah devletinin oluşturulabilmesi için gerekli olan enstrümanlar Keynes’in iktisadi ve siyasi düşüncesinde mevcuttu. Nitekim bu iktisadi ve siyasi düşünceler doğrultusunda hareket edilmiştir ki, II. Dünya savaşı sonrasında kapsamlı bir refah devleti anlayışı hayata geçirilmiş, ciddi manada insan rehebilite edilmiş, sağlık, eğitim gibi alanlarda sosyal harcamalar artmıştır (Şaylan, 2003, s.93; Gümüş, 2010, s.150). Dolaysıyla Keynes, kapsamlı bir devlet planlaması ve büyük bir kamu yatırımı ve harcamasına gidilecek yolun kapılarını açmıştır.

II. Dünya Savaşı sonrasında toplumun sosyal ve ekonomik gelişimini sağlamak devletin temel amacı olarak belirlenmiştir. Böylece devlet, ülkenin tüm üretim kaynaklarının (maddi ve insan kaynaklarının) en rasyonel şekilde idaresini sağlama sorumluluğunu üstlenmiştir. Bu çerçevede kapsamlı refah devleti uygulamalarına girişilmiş ve sosyal- ekonomik hakların kapsamı ciddi biçimde genişletilmiş, tam istihdamın sağlanmasına ve sürdürülebilir kalkınma politikalarına büyük önem verilmiştir (Göze, 2016, s.262). Tam istihdam ve ekonomik büyümeyi sağlamada Keynesyen ekonomi politikaları izlenmiş, emek ve sermaye arasında geniş tabanlı bir uzlaşı sağlanmıştır (Pierson, 1991, s.129). Tüm bu gelişmeler, siyasal hakların toplumsal temelde yaygınlaşmasını ve siyasal sistemin çoğulcu bir temsil sistemine dönüşmesini de beraberinde getirmiştir. Başta işçi sınıfı olmak üzere tüm toplumsal sınıflar, demokratik sistem yönünde meşru olarak seslerini duyurmaya ve taleplerini ortaya koymaya başlamıştır (Sallan, 2004, s.146).

Toplumsal hareketliliğin söz konusu olduğu, geleneksel ilişkilerin çözüldüğü ve bir yandan herkes için özgürlük, eşitlik, güvenlik isteyen seslerin yükseldiği fakat bir o kadar da toplumsal rahatsızlıkların yaşandığı bu dönemde Batı toplumlarında hakim

53 olan sosyal devlet, kapitalizmin eşitsizliklerini azaltmış, sosyal güvenlik sistemini yerleştirmiş, vatandaşlarını sosyal ve ekonomik risklere karşı koruyucu politikalar ortaya koyma görevini üstlenmiştir. Ancak 1970’li yıllarla birlikte, dünya ekonomisindeki krizler ve siyasal değişmeler, sosyal devlet politikalarının terk edilmesine değilse de önemli derecede gerilemesine neden olmuştur.