• Sonuç bulunamadı

3. DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE SOSYAL SORUMLULUK VE NEOLİBERAL

3.8. Türkiye’de Neoliberal Politikalar ve Sosyal Sorumluluk

3.8.1. Türkiye’de 1980 Öncesinde Devlet Anlayışı ve Neoliberal Politikaların

123

124 Bir kaynakta, Cumhiriyet’in ilk yıllarında sosyal devlet yansımaları irdelenirken sosyal devlet politikalarının daha çok işçi haklarının korunması çerçevesinde yaşama geçirildiği belirtilmektedir. Bu kapsamda, sosyal haklarla ilgili olarak, maden işçilerinin korunması için yasa çıkarılmış (1921), hafta tatili kanunu kabul edilmiş (1925), kadın ve çocukların çalışma koşullarına ilişkin iyileştirici düzenlemeler (1930) yapılmıştır. Ayrıca ilköğretimin devlet okullarında parasız olarak sunulması da (1924) sosyal devletin yansıması olarak değerlendirilmiştir (Karaca ve Çam, 2019, s.77).

Türkiye’de bu nevi sosyal devlet politikalarının pratiğe dönüşmesi, kriz yılları ve II.

Dünya Savaşı sonrası yaygınlık kazanmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası demokrasi hareketleri başlamış, çok partili hayata geçilmiş, bunları ortaya çıkan ekonomik ve siyasi gelişmeler izlemiş ve sosyal devlet uygulamalarına ilişkin önemli adımlar atılmıştır (Yay, 2014, s.156). 1970’lere kadar da (her ne kadar inişli çıkışlı olsa da) yaygın biçimde uygulanmsına imkan verilmiştir. Bu yıllar arasında özellikle sosyal politika uygulamalarına önem verilmiştir. 1940’lı yıllardan itibaren kurumsal yapının oluşturulmasına hız kazandırılması, 1960’lı yıllardan itibaren de sosyal devlet ilkesinin 1961 Anayasası’nda yer alması sosyal politika uygulamalarına verilen önemin bir örneğidir (Gümüş ve Koç, 2016, s.307). Anayasada sosyal devlet kimliğinin güvence altına alınmasıyla da sosyal yardımlar konusu anayasada yer bulmuş ve bu yönde kanuni düzenlemeler yapılmıştır (Yay, 2014, s.157). Sosyal devlet kapsamında uygulanan sosyal hizmet ve sosyal yardım kavramlarına verilen önem gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında düşük bir seyir izlese de bu yıllar arsında dikkate değer gelişmeler yaşanmıştır (Aydın, 2019, s.161).

Ayrıca 1962’den başlayarak uygulamaya giren beş yıllık kalkınma planları çerçevesinde toplumsal düzlemde önemli başarılar elde edilmiştir. 1971’li yıllar ve kısmen 1980’den sonra yaşanan ekonomik olumsuzluklar ve siyasette yaşanan istikrarsızlıklar yeni gelişmeye başlayan sosyal devlet anlayışını olumsuz etkilemiş ve sosyal devlet etkisini kaybetmeye başlamıştır (Kazgan, 1994, s.165). 1970’lerin ortasından itibaren ve büyük oranda 1980 sonrasında ise neoliberal anlayışın egemen hale gelmesi ile dünyadaki gelişmelere paralel bir şekilde Türkiye’de de hem sosyal politika hem de sosyal yardım ve hizmetlerde devletin sorumluluk alanını daraltan politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Bu süreçte Dünya Bankası, Uluslararası Para

125 Fonu ve Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Teşkilatı gibi uluslararası kuruluşlar, hükümetlerin sosyal politika uygulamalarında yeni döneme uyumu için yeni stratejiler geliştirmeye yönelmişlerdir (Gümüş ve Koç, 2016, s.308-310). Sosyal politika uygulamalarında yapılan bu değişim devletin pekçok sosyal hizmet alanından çekildiğini göstermektedir.

Dolaysıyla 1960’lardan sonra planlı dönemin başlaması ile ithal ikameci bir yapıyı güçlü kılan, kendine özgü politikalarla gelişen Türkiye, 1970’li yılların başından itibaren dünyanın yeni ekonomik sistemi içinde ekonomik, toplumsal, siyasal alanlarda güç kaybetmeye ve çözümü yeni ekonomik sistem içinde arama sürecine girmiştir (Kazgan, 1999, s.112, 113, 119,121). Bu ekonomik sistem ya da düzen, serbest piyasa düzenidir. Joseph E. Stiglitz, bu serbest piyasa düzeninin, özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda dünya ekonomisine verdiği zarar ve insani değerlerin ne derece erozyona uğradığı hakkındaki görüşlerini bütün boyutlarıyla ortaya koymaktadır. Ona göre, 1990’lı yıllarda ülkelerde hızlı bir şekilde ekonomik yükseliş ve düşüşlerin ve sonrasında yaşanan büyük ekonomik patlamaların nedeni serbest işleyen piyasalara olan inançtan ve devlet müdahalelerinin yetersiz kalmasından kaynaklanmaktadır. Bu görüşe göre, serbest piyasaların kendi başına her zaman iyi işlemediğine kanıt olarak sadece ortaya çıkan büyük işsizliklere ve Asya’dan Güney Kore, Latin Amerika’ya kadar yarattığı derin etkilere bakmak yeterlidir (Stiglitz, 2004a, s.5, 7, 12, 14, 16, 20-27, 138-139). Türkiye’nin de dünya genelinde yansımaları yaşanan bu sürecin dışında kalması mümkün olamamıştır. Bu yıllara kadar ekonomisini düzenleyici önlemler altında geçirmemiş olan Türkiye, bu yıllardan sonra kendisine yeni ve karlı alanlar arayan serbest piyasa güçlerine göre uyarlamaya başlamıştır.

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye de 1929 Dünya Ekonomik Krizi’nin etkilerini net ve somut bir düzeyde yaşamıştır. Siyasal ve ekonomik yapının köklü değişimler geçirmeye başladığı bu dönemde, Türkiye de hem siyasal, ekonomik hem de sosyal açıdan değişim geçirmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar özel sektörün gelişimini amaçlayan liberal bir ekonomik politika izleyen Türkiye, 1929 Dünya Ekonomik Krizi sonrasında var olan ve temeli devlet işletmelerinden oluşan bağımsız ekonomik politika arayışı içerisine girmiş ve böylece müdahaleci, korumacı politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Gelirin yeniden ve daha adil dağılımıyla (sosyal devlet

126 önlemlerinin işlerlik kazanmasıyla) krizin etkileri aşılabilmiş (Işıklı, 2010, s.122-123) ve korumacı ekonomik politika sayesinde patlak veren 2. Dünya savaşının dışında kalabilmiştir. Bu korumacı ve devletçi ekonomik politikalar o dönemin güncel gereksinimleri sonucu ortaya çıkmış, devletin ekonomiyi harekete geçirmesini sağlamıştır (Kepenek, 2016, s.57). Buna karşılık bir süre sonra dünyada yaşanan ticari genişleme ve yeni ilişkiler çerçevesinde yeni koşullar yaratılmaya başlanmış ve Türkiye bu koşulların uzağında kalamamıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyada yaşanan ticari genişlemenin Türkiye yansımaları, 1950’li yıllara kadar nispeten olumlu bir seyir izlemişse de 1950’li yılların başında ithalatı serbestleştirme denemesini 1958’deki kriz ve IMF denetimine geçiş izlemiştir. Yeni bir serbestleştirme denemesi ise 1970’li yılların başında gündeme gelmiştir (Kazgan, 1994, s.164). İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan üretici sermayenin uluslararası süreci, esas olarak savaşın galibi ABD’nin belirleyiciliği altında yürütülerek baş göstermiştir. Bu sürecin köşe taşları 1944 yılında Bretton Woods Konferansı ile kurulan, devletlerarası para hareketlerini düzenlemeyle görevlendirilen Uluslararası Para Fonu (IMF) ve aynı konferansla oluşturulan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (Dünya Bankası) olmuştur (Somel, 2016, s.220). Bu dönemde süreci kolaylaştıran diğer etkenler de uluslararası ticareti düzenlemek amacıyla kurulan Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GAT) ve ABD’nin uygulamaya koyduğu Marshall Planı’dır.

70’li yılların sonundan itibaren mali piyasaların tam serbestleşmesi için yeni koşullar yaratılmaya başlanmış, kendisine yeni ve karlı alanlar arayan sermaye (finansal sermaye) arkasına uluslararası organizasyonları da alarak serbestleştirmenin gerekleri doğrultusunda davranmaya başlamıştır. Gelişmekte olan ülkelere yönelik yabancı sermaye akışı 1980’li yıllarda başlamış olsa da özellikle 1990’lı yıllarda hız kazanmıştır. Bu yıllarda oluşumu kolaylaştıran etkenler arasında ekonomik altyapı ve mevzuatla ilgili liberalleşme çalışmaları, yatırımcıyı koruyucu önlemlerin alınması, iletişim teknolojilerindeki yenilikler gibi gelişmeler gösterilmektedir. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkeler bu serbestleşme dalgasından nasibini almış ve söz konusu ülkelerde olağanüstü dış borçlanmalar yaşanmıştır. Ülkeler borçlarını ödeyemez duruma girince, iki uluslararası kurum (IMF, DB) dikkatlerini bu ülkelere yoğunlaştırmış ve merkez ülkeler bu kurumların verdiği krediler

127 aracılığıyla ilerleyen derecede kendi politikalarını uygulama olanağı bulmuştur.

Nitekim kendi piyasalarını denetleyebilen birkaç Uzakdoğu ülkesi dışında serbest piyasalardan beklenilen gerçekleşmemiş ve ülkeler mali krizlerle yüz yüze gelmiştir (Eroğlu, 2002, s.26,37). 1970’li yıllarda dünya çapında yaşanan kriz ve buna bağlı olarak ekonomik alanda yaşanan zorluklar yeni sosyal ve ekonomik krizleri de beraberinde getirmiş ve 1970’lerin sonundan itibaren özgürce işleyen serbest piyasa, serbest ticaret kurumlarından yana olan neoliberal politikalar Türkiye ekonomik hayatında uygulanmaya başlanmıştır.

3.8.2. 1980 Sonrası Neoliberal Politikalar ve Türkiye Yansımaları

Dünya ile eş zamanlı olarak yürütülen neoliberal dönüşüm Türkiye’de bir politika olarak 1980 askeri darbesiyle uygulama imkanı bulmuş, siyasi ve ekonomik yapının değişmesiyle toplumsal yapıda da köklü değişim ve dönüşümler yaşanmıştır. 1980’li yıllarda serbestleştirme, özelleştirme, yerelleştirme adı altında pek çok reform yapılmış, sermayenin karlılığı ekonomik gelişmenin tek koşulu olarak değerlendirilmiş, devletin korumacılığı ve piyasaya müdahalesi gibi konularda gerileme yaşanmıştır.

Türkiye’de küreselleşmeci demokrasi görüntüsüyle başlayan neoliberal tırmanış, IMF destekli 24 Ocak 1980 kararlarıyla kendini göstermiş, siyasal ve hukuksal dönüşümlerin sağlanabilmesi için aynı yıl 12 Eylül yaşanmıştır (Işıklı, 2010, 219-220). Çünkü, 12 Eylül 1980 darbesinin önemli taahhütlerinden olan IMF uyum programlarının ve Tükiye’de dışa açık bir sanayileşme modelinin yürürlüğe girmesi için siyasi ortamın sağlanması gerekiyordu (Buğra, 2016, s.197). Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal önderliğinde yürürlüğe konulan 24 Ocak kararlarıyla, ekonomik istikrara dönmek ve borç ödeyebilmeyi tekrar sağlamak amaçlanmıştır.

Fakat, amacının ötesine geçen bu kararlarla, Türkiye’nin daha önce denetimli olan ekonomisinin lokomotifliğinin özel sektöre devri gerçekleşmiştir. KİT’lerin özelleştirilmesi, kamu harcamalarına kısıtlama gibi uygulamalarla, Türkiye’nin eski dönemdeki ekonomik başarı çizgisinin çok gerisinde bir sonuçla karşı karşıya kalınmıştır. 24 Ocak kararları hem ekonomik düzlemde hem de toplumsal düzlemde

128 sorunlar yaratmıştır. Böylece gelir bölüşümünün zaten iyi olmadığı bu yıllarda devlet ekonomiden çekilirken aşırı zenginlerle aşırı fakirler arasındaki uçurum daha da derinleşmiştir (Kazgan, 1994, s.184). Yani devlet yönünü vahşi kapitalizme çevirmiştir. Bunun adı da serbest piyasa ile dışa açılmak, dünya ekonomisiyle bütünleşmek olmuştur.

Neoliberal politikaların uygulanmasıyla, sosyal devlet sisteminin müdahaleci ve paylaşımcı politikalarında bir kopuş, özelleştirme ve piyasalaştırma politikalarında ise yükselme meydana gelmiştir (Biter ve Kocabay Şener, 2021, s.95). Türkiye’de gümrük duvarlarının indirilmesi, sermayenin vergi yükünün azaltılması bunun somut örnekleridir. Devlet büyük ölçüde kaynaklarını sermayeye taraf kullanmıştır.

Böylece şirketler büyük kazanç sağlamış ve servetlerini arttırmıştır.

Kapitalist dünya ekonomisi çerçevesinde dünya ile eş zamanlı olarak yürütülen bu durumda, devletlerin aynı anda hem özel şirketlere desteklerde bulunmaya hem de yurttaşlarına verdikleri refah hizmetlerini sürdürmeye ya da geliştirmeye devam etmesi mümkün olmamıştır. Devletlerin peş peşe yaşamış oldukları krizler kamu açıklarının artmasına neden olmuş, yaşanan ekonomik yozlaşma ve bozulmalar toplumsal yaşamın dönüşümüne zemin hazırlamıştır (Wallerstein, 2003, s.249). Özel sektör girişimleri özgürleştirilirken yurttaş refahından ödün verilmiştir. Gülten Kazgan’ın belirttiği gibi, Türkiye’de serbestleştirme diye gelen çarpık düzen, ülkede sanayileştirmeyi zayıflatmış; ülkeyi, temel hedefler olan halkın refahı, kültür-eğitim, sağlık düzeyinin gelişmesinden uzaklaştırmıştır (Kazgan, 1994, s.277). Böylece sermayenin karlılığı ekonomik refahın tek koşulu olarak değerlendirilmiş, kamu hizmetlerinin piyasalaşmasıyla da sağlık, eğitim gibi alanlarda dönüşüm yaşanmıştır.

Eğitim alanında yaygın bir şekilde özel okullar kurulmaya başlanmış, sosyal devletin temel eğitim kuralı olan anayasadaki ilköğretimin devlet eliyle ve parasız yapılacağına ilişkin kural kaldırılmış ve yükseköğretime varana kadar özel girişimin hizmetine açılmıştır (Güner, 2010, s.220-221).

Kamu sektöründen özel sektöre doğru genişleyen, özelleştirme, piyasalaştırma ve esnekleştirme gibi uygulamalarla somutlaşan bu politikaların arkasında, küreselleşmeci demokrasi görüntüsüyle başlayan neoliberal politikalar yatmaktaydı.

Sınırlayıcı siyasi yapının da sayesinde ekonomik ve toplumsal tüm alanlarda uygulanan bu politikalarda dikkate değer başarı sağlanmıştır (Gün, 2015, s.8).

1980’ler ekonomik ve sosyal alanda Türkiye’nin serbest piyasa sistemine hızlı bir

129 şekilde geçişinin tanığıdır. Türkiye 1980 sonrasında, serbest piyasa sistemine geçiş sürecinde, özelleştirmeye koşut olarak sanayileşmede öncülüğünden ilginç bir şekilde geri çekilmiştir. Aynı dönemde askeri yönetimin baskıcı gücüyle daha önce var olan ekonomik ve sosyal haklar önemli oranda tırpanlanmıştır. Sendikal faaliyetlere aşırı sınırlama getirilmiş, sosyal devlet anlayışının temel işlevleri olan eğitim ve sağlık hizmetleri özel sermayeye açılmış, sosyal devlet anlayışı ve sosyal dayanışma kurumları zayıflamıştır. Bütün bunların sonucu olarak toplumsal anlamda da bir yalnızlaşmanın yaşandığı bir süreç yaşanmıştır (Kepenek, 2016, s.563-564).

Ekonomik ve sosyal alanda dönüşümü işaret eden bu dönüşümler, kamu sektörü hakimiyetinin azalmasına, kamu kesiminin işleyişini hedef alan reformların hız kazanmasına neden olmuştur.

Bu kapsamdaki neoliberal politikaların uygulamaya konulması daha önce de bahsedildiği gibi 24 Ocak 1980 kararlarıyla başladığı söylenebilir. IMF ve DB gibi uluslararası mali kuruluşlar tarafından 1980’de uygulamaya koyulan ekonomik istikrar ve yapısal uyum programı ile başta özelleştirme olmak üzere devlet müdahaleciliğinin azaltılmasına ve özel kesim ağırlığının arttırılmasına çalışılmıştır.

Söz konusu program, ekonomik önlem paketinin ötesinde, genel olarak kamu kesiminin, özelde de KİT faaliyetlerinin sınırlandırılmasını hedeflemiştir (Temizel, 2007, s.98, 100, 103, 112. 116-118). Yürütülen program çerçevesinde özellikle 1984 yılından itibaren kamu malı ve iştiraki olan kuruluşlar özelleştirme kapsamına alınmış, kamu payları tamamı olmasa da büyük oranda özel girişime bırakılmıştır.5 1980 ve 1990’larda yürütülen neoliberal reform çabaları, ne kamu açıklarının kapanmasına ne de önemli bir problem olan yüksek enflasyona çare olamamıştır (Temizel, 2007, s.120).

Küreselleşmenin en ayırt edici özelliği serbest piyasa ekonomisinin mutlak egemenliğidir; bu olgu kamu kesiminin ekonomideki yerinin sorgulanmasını sürekli

5 Özelleştirme esas olarak iş başına gelen hükümetlerin tutumuna, IMF başta olmak üzere dış baskılara ve sınırlı da olsa ülke içi tepkilere ve yargı kararlarına bağlı olarak yürütüldüğü için pek çok güçlükle ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Özelleştirme uygulamaları ekonominin küresel dünyada uzun dönemli gelişmesine bakış çerçevesinde ele alınmamış, pek çok kuruluş özelleştirme kapsamına alınmış fakat özelleştirilmesi 10-15 yıla yayılmıştır. Bu durum işletmelerin yönetiminde ve çalışanların geleceğinde belirsizlik yaratmıştır. Oysa özelleştirmenin ana amaçları, ekonomide rekabeti güçlendirmek, devlet bütçesinin üzerindeki KİT zararlarından doğan mali yükü azaltmak, kaynak kullanımında etkinlik sağlamaktır (Kepenek, 2016, s.288-290).

130 bir şekilde gündeme getirmiştir. Küreselleşme sürecinde, devlet ya da kamu kesimi sadece mal ve hizmet üretiminden değil, temel kamu hizmeti sayılan eğitim ve sağlık gibi alanlardan da çekilmiştir (Kepenek, 2016, s.306). Günümüzde ekonomik açıdan küreselleşmeyi yöneten üç ana kurum olan IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi oluşumların olduğu ve bu kurumların amaçlarının çok uzağında politikalar yürüttüğü ifade edilmektedir. Esas olarak Dünya Bankası yoksullukla mücadele için, IMF ise küresel istikrarı korumak için kurulmuştur. Fakat olanlara bakıldığında belirlenen amaç ve hedefler dışında sonuçlar ortaya çıkmıştır. IMF kurulduğu günden beri pek çok ülkede kriz olmuş ve bu krizler toplumların yaşam alanında büyük derinlikte sarsıntılar yaşatmıştır. Bugün hala dünya nüfusu kayda değer bir oranda yoksullaşmaktadır. Zengin ve fakir ülkeler arasındaki uçurum gittikçe açılmakta, zengin ülkeler daha da zenginleşmekte, fakir ülkeler daha da fakirleşmektedir (Göngen, 2013, s.133).

Nitekim küreselleşmeyi harekete geçiren itici güç arandığında ise neoliberal politika ve uygulamalarının olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’de neoliberal politikaların uygulanması için pekçok reform yapılmıştır. İki evreden oluşan bu reformların ilki birinci kuşak, ikincisi ise ikinci kuşak reformlar olarak anılmaktadır. Birinci kuşak reformlar kalkınmacı devlet müdahalelerinin (korumacılık, piyasa müdahaleleri, fiyat kontrolleri, kamu işletmeciliği vb.) ve sosyal müdahalelerin tasfiye edilmesine yönelikti. Mevcut düzenlemelerin tasfiye edilmesine yönelik olarak yapılan reformlar (piyasa reformları), sınırlı devletin inşasını kapsamaktaydı. 1980’lerden itibaren yaygın bir şekilde yürütülen birinci kuşak reformlar, 1990’lara gelindiğinde eski düzenleyici yapıyı büyük ölçüde tasfiye etmiş; fakat yeni problemlerin oluşmasına da neden olarak kriz dinamiği haline gelmeye başlamıştır (Turan, 2015, s.383).

Ekonomik krizlerle birlikte 1980’lerin darbe dönemi ve Anavatan Partisinin iki dönemlik tek başına iktidar döneminden sonra, neoliberal politikalara yönelik gelişen tepki, siyasal istikrarsızlık ortamının geri dönüşüne neden olmuş, kararsız ve kısa ömürlü koalisyonlar döneme damgasını vurmuştur.

Türkiye’de 1980’lerde Özal’ın önderlik ettiği reform programları sözü edilen birinci kuşak reformlardı. Özal, IMF ve Dünya Bankası destekli stabilizasyon yoluyla ekonomik büyümeye giden programı uygulamaya koymuştur. Özal’ın özel sektör kökenli oluşu ve uluslararası kuruluşlarda görev almış olması, bu programın uygulanması için üçlü destek bacaklarını oluşturmada kolaylık sağlamıştır. Daha

131 sonraki dönemlerde ekonomik programın uygulanmasında yokluğu hissedilen ve aranan bir önder olmuştur; çünkü Türkiye gibi ülkelerde neoliberal ekonomi politikalarına geçiş toplumsal bir baskı sonucu değil, döviz kıtlığı ve ödemeler dengesi krizi sonucu bir mecburiyet olarak gerçekleşiyordu. Durum böyle olunca finans kuruluşlarının uygulanmakta olan program kadar, onu uygulayan ekibe de güven duyması ve ihtiyaç duyulan parasal kaynakların sağlanması açısından önemliydi (Kaynak, 2012, s.186). Kısaca Özal’ın önderlik ettiği bu reformlarla, hedeflere bir ölçüde ulaşılmış olsa da devam eden süre içerisinde Türkiye ekonomisi tekrar sıkıntılı bir dönemden geçmiş ve ikinci kuşak diye adlandırılan reformların uygulanmasına başlanmıştır.

Neoliberal reformların ikinci evresini oluşturan İkinci kuşak reformlar 1990’ların başlarından itibaren uygulamaya konulmuş ve bu reformlar yeni bir devlet modelinin benimsenmesine yol açmıştır. Neoliberal dönüşümün birinci evresinde, bir önceki dönemin kurumsal düzenekleri ortadan kaldırılarak, devletin düzenleyici rolü, sınırlı devlet algısıyla piyasa mekanizmasının işlerliğinin arttırılması lehine azaltılırken ikinci evrede piyasa dinamiklerinin sürdürülebilir bir şekilde açığa çıkmasına olanak tanıyan devletin düzenleyici rolü yeniden gündeme gelmiştir (Turan, 2015, s.383-384). İkinci kuşak reformlar, düzenleyici devletin önlemleriyle rekabet edebilirliğin korunması ve bunun doğurduğu toplumsal çelişkileri sürdürülebilir kılacak şekilde devletin düzenleyici rolü yeniden üstlenmesini içermektedir (Somel, 2016, s.209). Bu reformlar, Türkiye gündemine 1998 yılından itibaren IMF ile yapılan “Yakın İzleme Anlaşması” ve sonrasında 1999 Stand-by anlaşması ile girmiştir. Anlaşmalarla verilen taahhütlere rağmen reform süreci yavaş ilerlemiş ve 2001 krizi sonrasında uygulanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’yla hızlanmaya başlamıştır. Türkiye,

“Yakın İzleme Anlaşması ile neoliberal dönüşümün yeni bir evresine geçmiştir (Turan, 2015, s.137-138). Ama yine de güçlü bir reform idaresi ortaya çıkarmak mümkün olmamıştır. Başkaya’nın da belirttiği gibi, Türkiye de dahil olmak üzere küresel çapta insanlığa yaşatılanlar kapitalist üretim tarzından kaynaklanmaktadır (Başkaya, 2013, xx-xxi). Özetle söylemek gerekirse, kapitalizmin yarattığı ve içinde yaşamaya devam ettiğimiz krizlere ne metin içinde ifade edilen uluslararası kuruluşların önerileri ne de uygulamaya konulmuş olan reformlar dur diyememiştir.

Bu durum toplumun güçsüz kesimleri için gelir ve refah kaybına, sosyal dengeleri önemli ölçüde kötüleştirmeye yol açarken, devleti de ekonomik anlamda taşınamaz

132 mali yükle karşı karşıya bırakmıştır. Sonuçta sosyal sorumluluk üstlenmesi beklenen devletin ve özel kesimin sosyal sorumlulukları konusunda bir değişim yaratmış;

uluslararası uygulamalar ve yasal düzenlemelerin de etkisiyle, özel kesim kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetlerine daha bir yönelim göstermiştir.