• Sonuç bulunamadı

3. DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE SOSYAL SORUMLULUK VE NEOLİBERAL

3.3. Kurumsal Sosyal Sorumluluk

3.3.2. Kurumsal Sosyal Sorumluk Modelleri

100

101 Toplum ve işletme bir anlamda yasal çerçevede anlaşmaya gitmiştir. Toplum, taraf olarak işletmenin kar etmesine izin verirken yasal çerçeveyi de göz önünde bulundurması ve ona uygun davranmasını talep etmektedir (Carroll, 1991, 41). Bu doğrultuda devlet, işletmelerin yerine getirmesi gereken hukuki sorumluluklara yönelik yasalar çıkararak kontrolü sağlamaktadır. Bu amaca yönelik çıkarılan yasalar haksız rekabeti önlemeyi, tüketiciyi, çevreyi korumayı ve çalışanların eşitlik ve güvenliğini sağlamayı amaçlamaktadır (Özüpek, 2013, s.75). Devletin aldığı karar ve uygulamaların işletmeleri sorumlu davranmaya teşvik ettiği söylenebilir. Ayrıca sorumluluk bilinciyle hareket eden işletmelerin toplum gözünde iyi bir kurumsal vatandaş algısı yaratacağı da bir gerçektir.

Etik Sorumluluk: Hukuki sorumlulukların bir üst basamağında yer alan etik sorumluluklar yasalarda yer almayan ancak toplumun işletmelerden beklediği dürüst ve adil davranış biçimlerini içermektedir. Yazılı olmayan bu sorumluluklar toplumun örf, adet ve etik değerlerinden oluşmaktadır.

Sosyal sorumluluğun etik boyutu işletmelerin ekonomik faaliyetlerini sürdürürken fırsatçılıktan kaçınma, asılsız reklamlardan sakınma, çalışanlarına ve çevresindeki kişi ve kurumlara karşı yükümlülüklerini yerine getirmeyi içeren sorumluluklardır (Peltekoğlu, 2014, s. 190). İşletmenin bu sosyal yükümlülüklere uyması hem toplumdaki saygınlığını arttıracak hem de kendi amaçlarına ulaşmasını sağlayacaktır.

Gönüllü Sorumluluk: Piramidin en üst basamağında yer alan gönüllü sorumluluklar işletmelerin daha iyi bir toplum ve daha iyi bir çevre için gönüllü olarak topluma katkıda bulunmasını ifade eder. İyi bir kurumsal vatandaş anlayışına sahip bir işletmeden sadece ekonomik, hukuki, etik sorumluluklar değil aynı zamanda gönüllü sorumlulukları üstlenmesi de beklenmektedir.

Toplumun beklentilerine uyumlu davranan, sorunlarına eğilen işletmeler yarattıkları mutluluk ölçüsünde çalışanların, müşterilerin, hissedarların gözünde değer kazanır ve böylece varlıklarını sürdürebilirler (Argüden, 2002, s.9). Görüldüğü gibi dört boyutlu sosyal sorumluluk modelinde dört boyutun da birbirinden bağımsız olmadığı ve her bir boyutun kendi içinde sorumluluk alanlarını tanımladığı görülmektedir. Bu dört boyuttan dördü de eşzamanlı bir biçimde yerine getirildiğinde, bir işletmenin halkla olan gönül bağını güçlendireceği güçlü bir ihtimaldir.

102 Davis’in Sosyal Sorumluluk Modeli:

Keith Davis’in geliştirdiği bu model, sosyal sorumluluğa taraf olan işletmelerin toplumsal refahın sürdürülmesine ilişkin aldıkları yükümlülükleri niçin ve nasıl aldıklarını tanımlayan beş varsayımla ortaya koymaktadır. Bu varsayımlar sosyal güçten, açık iletişimden, sosyal maliyetlerden, sosyal sonuçtan ve sosyal sorunlarla ilgilenmeden kaynaklanan varsayımlardır (Davis, 1997, s 46-51; Özüpek, 2013, 77-78).

Varsayım 1: “Sorumluluğun Demir Kanunu” olarak nitelenen sosyal güç, kaynağını toplum tarafından işletmelere verilen güçten alır. İşletmeler toplumsal sorunların çözümü noktasında (çevresel kirlilik vb. kritik sorunlarda) gösterdikleri duyarlılıkla orantılı güç elde edecek ya da kaybedecektir. Davis’e göre işletmelere güç toplum tarafından verilmiştir; bu gücün farkına varan işletmeler başarı elde edecek, gücü kullanmayan işletmeler ise kaybetme eğiliminde olacaktır (Özüpek, 2013, s.78).

Varsayım 2: Bu varsayıma göre işletme ile toplum temsilcileri arasında çift yönlü bir iletişim olmalıdır. Her iki tarafın da birbirini dinlemeye ve dikkate almaya, gerekli sorumluluğu üstlenmeye istekli olması gerekmektedir. Yani toplumla ilişkili faaliyetler sürdürülürken her iki taraf arasında açık bir iletişimin olması gerekmektedir.

Varsayım 3: Bu varsayıma göre, işletme bir ürün ya da hizmetin sosyal maliyet ve kazançlarını bir bütünlük içerisinde hesaplamalıdır. Yerine getirilecek sorumluluğun maliyetinin uzun vadede işletmeye etkisini ya da faydasını gözetecek şekilde uygulamalar geliştirmelidir (Petenkaya, 2010, s.110).

Varsayım 4: Bu varsayım ekonomik olarak dezavantajlı olan faaliyetleri işletmenin finanse etmemesini öngören bir karakter taşımaktadır. İşletmeler kendi açısından cazip faaliyetler yürütmelidir, faaliyetlerden doğan maliyetleri de sosyal maliyet olarak ürün ve hizmetlerin fiyatlandırılması yoluyla müşterilerine yansıtmalıdır (Özüpek, 2013, s.78). Yani her bir faaliyetin fayda maliyet hanesi iyi hesaplanarak sorumluluk alınmalıdır.

103 Varsayım 5: Bu varsayım da vatandaş olarak işletmenin kendisinin birinci sorumluluğu olmasa da içinde bulunduğu coğrafyada bir sosyal sorunu çözmek için topluma yardımcı olması gerektiği anlayışı esastır. Bir işletmenin toplumdaki bir sosyal sorunu çözmek için gerekli uzmanlara sahip olması gerekmektedir. Çünkü İyileştirilmiş bir toplumda, işletmenin doğrudan olmasa da dolaylı olarak daha fazla kar elde edebileceğini varsayar.

Günümüzde kurumların tek ve en önemli sorumluluklarının ekonomik olarak karlı olmak olmadığı, toplumu iyileştirmek adına diğer vatandaşlık sorumluluklarını da yerine getirmesi tartışma konusudur. Bu nedenle sosyal sorunluluk önem kazanmakta ve işletmeler karlılığın dışında diğer vatandaşlık sorumluluklarını yerine getirme eğilimi içine girmektedir.

Üç Aşamalı Sosyal Sorumluluk Modeli:

Sosyal sorunluluğu tarihsel boyutuyla ele alan bu modele göre, sosyal sorumluluk üç aşamadan geçmiştir. Bu aşamalar kar maksimizasyonu dönemi, vekalet yaklaşımı ve yaşam kalitesi yaklaşımı olarak belirlenip tarihsel gelişim açasından değerlendirilmiştir.

Kar maksimizasyonu yaklaşımı köklerini 18.yüzyıl fenomeni Adam Smith’in gizli el doktrini üzerine kurmaktadır. Bu görüşe göre işletmelerin birinci sorumluluğu yasal düzenlemeler altında karlarını artırarak ekonomik büyümeyi hedef almasıdır. Kar elde eden işletmenin sorumluluğunu yerine getirdiği kabul edilmiş, işletmenin diğer fonksiyonları (kalitesiz üretim, etik dışı reklam vb.) göz ardı edilmiştir. Bu yaklaşımın, 18. yüzyıldan başlayıp 19. yüzyılın sonları ve hatta 20. yüzyılın başlarına kadar devam ettiği söylenebilir (Bayrak, 2001, s. 123-126).

Vekalet yaklaşımı, modern toplumun oluşum sürecinde bir takım gelişmelerin yaşandığı, işletmeyi yönetenlerin kurumsal sosyal sorumluluklarının bilincine vardığı ve işletmenin uzun vadede varlığını güvence altına almak ve sürdürmek için farklı çıkar grupları arasında denge kurma zorunluluğunun içine girdiği 1930’lu yıllarda ortaya çıkmıştır (Bayrak, 2001, s.125). 1930’lu yıllar vekalet yaklaşımının yaygınlık kazandığı yıllardır. 1940’lı yıllara gelindiğinde ise işletmeler artık toplumun temel

104 güç grubu olmaktan çıkmış, farklı güç gruplarından yalnızca biri haline gelmiştir. Bu yıllarda başta devlet ve işçi birlikleri olmak üzere farklı kesimlerin etkisiyle, işletmeler kurumsal sosyal sorumluluklarını yerine getirme konusunda değişiklikler yapmaya zorlanmıştır (Özüpek, 2013, s.88). Tam da bu dönemlerde başta İngiltere’de olmak üzere geleneksel anlayışta dikkate değer değişiklikler yaşanmıştır.

Liberal düşünce geleneği içinde önemli bir yer teşkil eden John Maynard Keynes, piyasaların verimli işlemesi için devletin müdahalesinin gerektiğini ileri sürmüş, piyasalardaki risk ve belirsizliklerin, cehaletten kaynaklanan kötülüklerin giderilmesi için para ve kredinin merkezi bir kurum tarafından kontrol edilmesini gerekli görmüştür (Moggridge, 1976, s.98, 124, 127).

Yaşam Kalitesi Yaklaşımı, üç aşamalı sosyal sorumluluk modelinin üçüncü ve son aşamasını oluşturmaktadır. Birinci ve ikinci aşamada ortaya koyulan sosyal hedeflerin değişimini dikkate alan ve tamamlayıcı nitelik taşıyan bir yaklaşımdır.

Toplumsal sorunların daha da görünür hale geldiği gerçeğinden hareketle, işletmelerden sosyal hedefleri daha titiz bir şekilde dikkate alarak hareket etmesini bekleyen bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir (Bayrak, 2001, s.125).

3.4. İşletmelerde Sosyal Sorumluluk Alanları

İşletmeler bir sosyal çevrede faaliyet göstermekte ve çevreleri ile birlikte değerlendirilmektedirler. İşletmelerin kurumsal sosyal sorumluluk eğilimi taşıdığı günümüzde, bir sosyal varlık olarak görülen işletmeler faaliyette bulundukları çevreye karşı sosyal sorumluluk üstlenmek durumundadırlar. İşletmelerin genel olarak iç ve dış çevre olmak üzere sorumluluk taşıdığı iki alan bulunmaktadır.

İşletmeler, dış çevre olarak ifade edilen tüketiciler, rakipler, devlet ve topluma, iç çevre olarak ifade edilen hissedarlar ve çalışanlarına karşı sorumluluk üstlenmek durumundadır (Korkmaz, 2009, s.47).

105 3.4.1. İşletmelerin Tüketicilere Karşı Sorumlulukları

Günümüzde tüketicilerin kalite bilincinin gelişmesi, tüketici hakları üzerine bilgi sahibi olması işletmeleri tüketicilere karşı farklı tutumlar geliştirmesine neden olmuştur. Bunun yanı sıra tüketiciler, işletmenin iş ahlakı ve kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetlerine ilişkin olan sorumluluklarını yerine getirip getirmediği üzerine de her geçen gün daha da fazla eğilmektedirler.

İş dünyasının sorumluluklarına ilişkin tartışmaların en büyük bölümünü tüketici haklarının oluşturduğu, işletme için temel bir öneme sahip olduğu söylenebilir. Bu bağlamda, tüketiciyi koruma haklarına ilişkin ilk adım 1928 yılında ABD’de atılmıştır. Bu bilincin gelişmesiyle Amerika Standartlar Bürosu’nun mamullerinin kontrolü için yapılan test sonuçlarını “Tüketici Raporu” adıyla yayınlaması tüketici bilincinin uyanmasına vesile olmuş ve çağdaş anlamda tüketici hakları (güvenlik hakkı, bilgi edinme hakkı, seçme hakkı, temsil edilme hakkı) ABD devleti tarafından yasalaştırılmıştır. ABD’deki bu gelişmeler daha sonra Avrupa Topluluğu’nda da yankı bulmuştur. Türkiye’de ise tüketicinin korunmasına ilişkin gelişmeler 1982 Anayasasından sonra hız kazanmıştır. 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun 23.2.1995 tarihinde kabul edilerek, 08.03.1995 tarihinde yürürlüğe girmiştir (Korkmaz, 2009, s.50-51).

Birleşmiş Milletler’in ortaya koyduğu, İş Dünyası ve İnsan Haklarına Dair Rehber İlkeler de İşletme ya da şirketlere davranış kuralları veya belli insan hakları konusunda bir dizi sorumluluk yüklemektedir. Söz konusu ilkeler, insan haklarına saygı, sorumlulukları koruma, saygı gösterme ve telafi edici çözüm üretme şeklinde bağlayıcı kurallar ve önerilerden oluşmaktadır (Birleşmiş Milletler, 2017, s.11-21).

Bu bağlamda teşebbüse ilişkin kritik nokta şirket faaliyetlerinin izlenmesi, denetlenmesi, ciddi hak ihlalinin olası durumlarda etkili, hızlı giderimle karşılayacak bir takip mekanizma ihtiva etmesidir (Şeker, 2017, ss.222). Bu sorumluluğu yerine getirmek için şirketler gerek kendisine doğrudan bağlantılı olan iç paydaşların gerekse dış paydaşların beklentilerini karşılamalıdır.

Tüketiciler işletmelerden kaliteli, güvenilir mal ve hizmet sunmasını, mal ve hizmetler hakkında tam ve doğru bilgi vermesini, içinde varlık gösterdiği topluma karşı sosyal sorumluluk bilinciyle hareket etmesini beklemektedir. Tüketicilerin,

106 sorumlu üretim ve sorumlu işletmecilik davranışlar için bir dürtü yaratmada önemli rol oynadıkları bir gerçektir. Tüketiciler ürünlerini satın aldıkları şirketlerin taahhütlerini bilinçli bir şekilde gözden geçirmektedir; güvenilir ürün piyasaya çıkarmayan, toplum yararını arka plana atan olaylar kamuoyunda yankı bulmaktadır (Aydede, 2007, s.24). Dolaysıyla her geçen gün tüketiciler daha da bilinçlenmekte ve eleştirel nitelik kazanmaktadır. Bu da işletmeleri tüketicilere karşı daha duyarlı davranmaya teşvik etmektedir.

Müşterinin bir tüketici olarak önem kazanması ve kurumun sergilediği davranışların genellikle tüketiciye yönelik olması ile birlikte, müşteri tatmini, müşteri sadakati kavramları işletme için önem kazanmıştır. Çünkü memnuniyet sağlandıkça, sadık müşteriler oluştukça müşterinin kurum hakkındaki olumlu izlenimini güçlendirecektir. Bu da kurumun olumlu bir imaj sağlamasında güçlü bir ihtimal olsa gerek. Ne de olsa olumlu imaj, bir yerde kurumların ilişkide bulunduğu grupların algılamaları sonucunda oluşan bir şeydir. Bir işletmenin tüketicilere karşı güçlü ve uzun soluklu bir kurum imajı oluşturabilmesi için her faaliyetinde sosyal sorumluluk anlayışıyla hareket etmesi gerekmektedir. (Güzelcik, 1999, s.250;

Güzelcik, 2006, s.172-175). Bu durumda işletmelerin tüketicileri koruyan, onlarla duygusal bağlantı kuran, iyi ilişkiler geliştiren ve dolaysıyla sunduğu ürün ve hizmete değer katan bir davranış sergilemesi beklenmektedir.

3.4.2. İşletmelerin Çevreye Karşı Sorumlulukları

İşletmelerin üzerinde ekonomik, sosyal faaliyet gösterdiği ortam olan doğal çevrenin kirlenmesi, ekolojik dengenin bozulması (çevre dengesinin) beraberinde bazı toplumsal tepkilerin doğmasına vesile olmuş, devamında çevreci hareketler yükselmiş, çevre koruma ajansları kurulmuştur. Toplum, bu soruna parmak basmak ve farkındalık oluşturmak için işletmelerden doğaya verilen zararın önüne geçmesini gerekli görmüş ve bu gelişmeler sonucunda işletmeler daha duyarlı hareket etmeye başlamıştır. Örneğin, çevre koruma ajansı belirli sektörlerin ve şirketlerin çevre kirliliğini önleyici donanımlara yatırım yapmasını, karbon emisyonlarını

107 azaltmalarını şart koşmuştur. Atık su kirliliği, katı atık kirliliği, toprak kirliliği bunlardan bazılarıdır (Kotler, 2015, s.116).

1990’lı yıllarda havayı ve suyu daha temiz hale getirmek, tehlikeli ve toksit atıkların üretimini azaltmak, geri dönüşümü artırmak için etkili bir şekilde eyleme geçmek için işletmelerin sorumlu davranması konusunda çevresel eylem gruplarının tepkileri ve hükümet düzenlemeleri yeterli görülmese de olumlu sonuç vermiştir. Buna karşın o yıllarda bile ABD veya başka yerlerde kaydedilen ilerlemeler yeterli görülmemiş ve gelişmekte olan ülkelerin bunun daha da gerisinde olduğu kanaati kabul görmüştür. Çünkü yeryüzünde, herkesin hayatta kalma ve sağlıklı yaşama hakkı vardır. Ozon tabakasının bozulması, orman kaynaklarının tahribatı, sera etkisinin potansiyel sonucu olarak küresel ısınma olayları herkesi etkileyecektir. Bu nedenle açgözlü bir yaklaşımla hareket eden kurumların hareketlerine tepki veren çevresel eylem grupları ve hükümet düzenlemeleri çevrenin kurtarıcısı olarak nitelendirilmiş, kurumların sorunun bir parçası mı yoksa çözümün bir parçası mı olduğu araştırma konusu yapılmıştır (Jones &Baldwın, 1994, s.4).

Artık sürdürülebilir kalkınma anlayışı ve küresel ekolojik denge arayışları, ekonomik kalkınmanın temel aktörleri olarak görülen işletmelere önemli derecede sosyal yükümlülükler getirmektedir. İşletmeler, 1970’li yıllara kadar sürdürdükleri gelişme ve büyümü stratejileri nedeniyle çevrenin kirlenmesi, ozon tabakasının incelmesi gibi sorunların kaynağı olarak görülmüştür. Bu çerçevede işletmelerin geleceğe yönelik daha iyi bir sosyal çevre yaratmak için faaliyetleriyle ilgili olarak sosyal sorumluluk yüklenmesi zorunlu hale gelmiştir. 1980’li yıllarda dünyada çevre sağlığı ve çevrenin korunmasına yönelik hareketlerin başlaması sonucunda, işletme paydaşları, işletmelerden çevre dostu ürünleri talep etmeye başlamışlardır. Örneğin, 1990 yılında ABD’de bir meyve suyu şirketi olan McDonalds, müşterilerinin yaptığı 75 cent bağış ile ağaç tohumları yetiştirmek ve ülkelerini güzelleştirmek için reklam kampanyası başlatmıştır. Fakat meyve suyu ambalajlarının geri dönüşümlü olmadığının ortaya çıkması sonucunda, reklam kampanyasını yarıda kesmek zorunda kalmış ve plastik ambalajdan vazgeçerek kağıt ambalaj kullanmaya başlamıştır (Korkmaz, 2009, s.54).

Demek oluyor ki işletmelerin izleyecekleri politikalar çevre koşullarına uygun olmadığında karşı tepki gecikmemektedir. Özetlemek gerekirse: Çevreye ve

108 paydaşlarına karşı sorumluluk taşıyan bir işletmenin, davranış şekillerini toplumsal beklentiler doğrultusunda şekillendirmesi gerekmektedir.