• Sonuç bulunamadı

I.II. MİLLİYETÇİLİĞİN TARİH İÇERİSİNDE GELİŞİMİ I Dünyada Milliyetçilik Akımının Gelişim

I.II.II. Türkiye’de Milliyetçilik Akımının Gelişim

Bir çok tarihçi Türk kelimesinin ve ortaya çıkış süreç ve zamanın tespitte farklı görüşler belirtmişleridir. Bunlardan Ali Engin Oba konu ile ilgili olarak şu fikri belirtir; “Türk kelimesinin ilk kullanımına Baykal Gölü yakınlarındaki Orhun kitabelerinde

rastlanmıştır. Ancak “Türk” kelimesinin bir boya mı yoksa boylar topluluğuna mı atıfta bulunduğu açık değildir. Müslüman Araplar bu boylarla temas ettiğinde, bunları Türk olarak isimlendirmişlerdir.” (Yıldız, 2001, s.66) Türk kelimesinin sadece Müslüman-Türk topluluğunu ifade etmediği anlaşılmaktadır. Zira İslamiyet’i kabul etmiş olan Araplar ile Türklerin karşılaşması 751 yılındaki Talas Savaşı ile olmuştur. Bu savaş döneminde Arapların karşılarına çıkan topluluğa Türk demeleri, “Türk” adını daha önceden koyduklarını ispat eder.

İslamiyet’ten önceki dönemde kılıcı ile tüm diğer insan topluluklarına korku salan, bilinen coğrafyalar içerisinde haklı bir otorite sağlayan Türk milleti, “öteki”ler tarafından kendisiyle savaşılmak yerine anlaşılmak zorunda olunan bir topluluk olarak nam salmıştır. Hunlar Orta Asya merkezli olmak üzere Asya’nın hemen hemen tamamına ve daha sonra uzantıları ile Doğu ve Orta Avrupa’ya kadar uzanmış, çoğunlukla savaşarak ele geçirdikleri topraklara medeniyet ve refah götürmüş, yönetim tarzları ile zalim hükümdarlar elinde perişan durumda kalan halklara da güvende yaşama şansı vermiş, adalet duygusunun Avrupa’daki temellerini atmışlardır. Bu yönetim tarzı ve anlayış Hunlardan sonra kurulan Türk devletlerine de örnek olmuş ve İslamiyet’in doğuşuna kadar kurulan yaklaşık 30 devlet ve 2 imparatorluğa da yol göstermiş, ilham vermiştir. Zira tarihteki birçok milletin aksine Türk milletinin bilinen tarihi devirlerden bugüne değin, dünya coğrafyasında mutlaka bağımsız bir devletleri olmuş ve bu devlet aracılığı ile tek bayrak etrafında birleşme ve/veya birleştirilme çabaları gözlenmiştir. Değişen sadece devlet ismi olmuştur. Mevcut nesil, yönetimde, kültürde, sanatta, harp sanatında, sosyal hayatta, inanç düzeninde geçmişten gelen tarzı geleceğe de aktarma yoluna giderek devletin işleyişini sağlamlaştırmıştır. Milletin yüreğindeki birlik hissini, aidiyet fikrini ve milli şuuru korumaya çalışmıştır. Bu durumun yeni kurulan her Türk devletince benimsenmesi ve çoğunlukla dünya üzerinde birden fazla bağımsız Türk devletinin olması, dünyadaki siyasi dengeleri devamlı surette değiştirmiş ve devamlılığı engellemiştir. Bu durum dünyada çok az millete nasip olan dünya tarihini yazdırma görevini de Türklere vermiştir. Amacın tüm dünyayı Hun Hakanı’nın emrine bağlamak olduğu İslamiyet öncesi dönemde, Türk milletinin Persler,Mısırlılar ve Çinliler ile birbirleriyle aynı coğrafyada mücadele etmek zorunda kalmıştır. Varlığını bağımsızlığında

gören bu millet bahsedilen nedenlerden dolayı, bağımsızlığını korumak için milli değerlerini ön plana çıkartarak, asker millet durumuna getirmiştir.

İbrahim Kafesoğlu da bu fikri şu satırları ile savunmaktadır: “Türklerde milliyetçiliğin bundan iki bin yıl öncesine ait izleri bizzat Avrupalı bilginler tarafından tesbit edilmiştir. Tanınmış Alman ilim adamı Sinolog Fr. Hirth eski Çin yıllıklarında araştırmalar yaparken Asya Hun İmparatorlarından Çi-çi’nin (ölümü, M.Ö. 36) halka irat ettiği nutuklardan parçalara rastlamış ve hayretle görmüştür ki, bu ünlü Türk başbuğunun devlet anlayışı doğrudan doğruya milli duygulara dayanmaktadır. Çi-çi’nin, atalardan kalan yadigarlar arasında, geniş ülkelerle birlikte, hürriyet ve istiklalin de bulunduğunu ve bu en kıymetli emanetlere ehemmiyet verilmemesinin milli ihanet sayacağını açıklayan sözlerini, Dünya edebiyatında milliyet fikirlerini ilk dile gelişi diye tefsir eden Fr. Hirth şu neticeye varmıştır: “Tarihte milliyetçiliği devlet siyasetinde temel yapan ilk devlet adamı Çi-çi’dir.” ” (Kafesoğlu, 1999, s.19)

Kafesoğlu’nun verdiği bu bilgi hemen her yerde ele geçebilen bir bilgi olmayabilir. Ancak Türk tarihinde milliyetçilik hislerinin Fransız İhtilali ile başlamadığını ortaya koyan ve hemen herkesin bildiği ikinci bir belge daha vardır. Bu belge Orhun Kitabeleri’dir. “Orhun kitabeleri (8.yüzyıl) Türk milliyetçiliğini tam kesinlikle ortaya koyan diğer bir vesika teşkil eder. Bu kitabelerde Gök-Türk hakanı, Türkleri dünyanın tek hakim milleti olarak vasıflandırmakta, sevgi ve saygıyı övmekte, Türk yurdu, mukaddes Ötüken toprağına hiç bir yabancının ayak basamayacağını bildirmektedir. Hakan Bilge, Türklüğün ebediliğine o kadar inanmıştır ki, kendisine göre, Türk devletinin çökmesi, Türk töresinin yürürlükten kalkması için ancak “yukarıda mavi gökün yıkılması, aşağıda kara yerin yarılması” gerekir. Gök-Türkleri takiben devlet kuran ve şüphesiz Ortaçağların en medeni topluluğu olan Uygur Türklerindeki, “kut dağı” efsanesi de Türk milliyetçiliğini adeta perçinleyen delillerden bir başkasıdır. Burada Türk vatanının kutsallığına riayetsizlik yüzünden milletin uğradığı felaketler belirtilmektedir.” (Kafesoğlu, 1995, s.19)

Elbetteki her millette olduğu gibi Türk milletinde de dört bin yıllık tarihin bir getirisi olarak bir milli karakter oluşmuş ve bu oluşum asker millet olma zorunluluğundan

dolayı bir kimlik olarak kuşaktan kuşağa ve tabii devletten devlete aktarılmıştır. Bilhassa Türk tarihinin yazılı kaynakları açısından çok zengin olan Göktürk Devleti bu kimlik inşasında önemli katkılar sağlamıştır.

Nevzat Kösoğlu bu kimliğin korunmasındaki önemi tarihten şu olayı aktararak açıklamaktadır: “ M.S. 581 yılında, Doğu Göktürk Hakanı İşbara Han, sıkışık bir zamanda Çin İmparatorluğundan yardım ister. Çin İmparatoru bu isteği kabul etmekle birlikte, şartlarını bildirir. Buna göre, Türkler elbiselerinin önlerini ve uzun saçlarını kesecekler, dillerini değiştirip, Çin törelerini kabul edecekler. Bu şartları kabul ettikleri takdirde Çin İmparatoru, Hakanın İstediği her türlü yardımı yapacaktır. İşbara Han’ın Çin İmparatoruna verdiği cevap, Türklerin o yüzyıllarda, ne ölçüde kimlik hassasiyetine ve kültüre dayalı bir milliyet şuuruna sahip olduklarının açık bir örneğidir. Türk Hakanı şöyle söylüyor: “Şimdi oğlum sarayınıza gelecek ve size, ilahi soydan gelen atlar takdim edecektir. Oğlum her gün emrinizde olacaktır. Ayrıca size her yıl haraç gönderilecektir. Fakat, elbiselerimizin önlerini kesmeye, omuzlarımızda dalgalanan saç örgülerimizi çözmeye, dilimizi değiştirmeye ve sizin törelerinizi kabul etmeye gelince, bizim adetlerimiz ve geleneklerimiz o kadar eskidir ki, ben şimdiye kadar değiştirmeye cesaret edemedim; bütün milletim de aynı kalbi taşıyor…” Görüleceği gibi, Çin İmparatoru, Türk kültürünün dil, töre ve kıyafet gibi temel unsurlarının değiştirilmesini yani Türk kimliğini yok etmeyi, en azından tahrip etmeyi istemektedir. Ancak, Türk Hakanı, kültürün kimlik olduğunu, bunun tahrip edilmesinin milletin yok olması demek olduğunu bilmekte ve sadece kendinin değil, bütün milletin “aynı kalpte” olduğunu bildirmektedir.Oğlunu Çin sarayına hizmet için gönderen, yıllık haraç vermeyi kabul eden Hakan, bu kimlik değiştirmeyi, istese de yapamayacağını düşünmektedir. İşte kimlik yahut milliyet şuuru, bu farklılık hassasiyetidir.” (Kösoğlu, 2000, s.24)

Türklerde kimlik bütünlüğünün bir diğer özelliği de bahsedilen hadiselerin yorumunda gizlidir. Çin kaynaklarında Türklerin farklı kelimeler yerine tek kelime ile anılmış olması, Türkçe’nin Göktürk abidelerinde işlenmiş bir devlet dili olarak karşımıza çıkışı –ki bir dilin işlenmiş olması tabiri uzun yüzyıllar kullanılan dillere ait bir sıfattır- Türklerin ve onlara ait kültür öğelerinin çok daha eski dönemlere ait olduğunun bir ispatıdır.

Milli şuurun ve milliyetçiliğin Türklerde Göktürklerden sonra da kesintisiz olarak kurulan her devletin politikasında kendisini göstermiştir. Dönemin konu ile ilgilenen alimlerine hükümdarlar tarafından en geniş imkanlar sağlanmıştır. Bu şekilde; halkın mevcut özelliklerinden dolayı devlet politikası haline gelen milliyetçilik fikri, olgunlaşmış ve devletten halka tekrar geri dönmüştür. Bu dönüşüm içerisinde geçen zaman ve yaşanan hadiseler, şüphesiz ki bu fikrin hatalarından ve eksikliklerinden arınmasını sağlamıştır. Özellikle İslamiyet’in Türkler tarafından kabulü ve halk arasında yayılması, zaten yüzyıllar boyunca geleneklerle korunan milliyetçiliği inanç boyutu ile de desteklemiştir.

Türklerde milli şuurun daima ayakta tutulduğuna şahitlik edenler yalnızca Türkler değillerdir. “Arap edibi Cahiz ve Selçuklu vezirlerinden İbn Hassûl sırf Türklerin üstünlüklerini ortaya koyma amacı ile kitaplar yazmışlardır. Nihayetinde yine o çağda Kâşgârlı Mahmud’un Divanü Lûgat’inde Türklerin Hz.Peygamber tarafından medhedildiğine dair hadiseler kaydedilmiştir (Kafesoğlu, 1999, s.20). “Benim bir ordum vardır. Ona Türk adını verdim.onları doğuda yerleştirdim. Bir millete kızarsam, Türkleri o milletin üzerine musallat kılarım” hadisini Kaşgarlı Mahmud’un aktardığını haber vermektedir. Bütün bunlar Türk milliyetçi fikirlerinin yalnız Türkler arasında değil, yabancı çevrelerde de daima canlı tutulduğunu ispat eder” (Niyazi,2000, s.106).

Bu kimlik sürekliliği Karamanoğlu Mehmet Bey’in “Divanda dergâhta ve barigâhta bundan böyle Türk dilinden başka lisan kullanılamayacağı”na dair 1277 yılındaki buyruğu ile devam eder. Milli şuuru ayakta tutan öğelerden dilin korunmasına ilişkin bu buyruk millet tarafından da sahiplenilmiştir. Karamanoğlu Mehmet Bey’in bu buyruğu bugün dahi ülkemizde Dil Bayramı olarak yaşatılmaktadır.

Daha sonraki dönemde bir boyun sınırlı sayıdaki mensubundan, bir cihan imparatorluğuna ulaşan, Türk cihan Hakimiyeti Mefkûresi ile yola devam eden Osmanlı Devleti’nde de aktarılan milliyet fikri biraz esnetilerek de olsa devam etmiştir. Son dönemlere kadar devlet içerisinde hakim güç Türk olacak şekilde, kozmopolitik nüfus dinamiği de göz önünde tutularak milliyet fikrinin devamı sağlanmıştır. Bu devamlılık belli dönemlerde bir his yoğunluğu olarak da kendisini göstermiştir. “Osmanlı Devletinde, bilhassa II.Murat (15.yüzyıl) zamanında aynı milliyetçi duyguların bir kere daha

şahlandığı görülür. Bu devirde Türkçe eserler yazılmasına, devlet idaresinde Türk töresinin tatbikine ehemmiyet verilmiş ve hatta insanlığın yetiştirdiği büyük simaların toptan Türk sayılmasına kadar ileri gidilmiştir. Çünkü seçkin şahsiyetlerin ancak Türklerden olabileceği düşüncesi hakim bulunuyordu. Dünyanın en muazzam hadiselerinden olan İstanbul’un fethi gibi bir zaferin hazırlanmasında bu psikolojik durumun tesirleri elbette inkar edilemez, Türklerin geniş fütuhat hareketlerinde sür’atle başarıya ulaşması yine Türk milliyetçiliğindeki insana saygı ve halk tanırlık unsurlarıyla ilgilidir” (Kafesoğlu, 1999, s.20).

İnsana saygı politikası kısa zamanda devletin bir çok kurumunda olumlu etkilerini göstermiştir. Bir çok yerleşim birimi savaşsız bir şekilde Osmanlıya teslim edilmiştir. Bir çok devlet ve imparatorluk zor anlarında Osmanlıdan yardım istemiş ve karşılığında siyasi ve coğrafi feragatlerde bulunmuşlardır. Uygulanan politikanın en çok fayda gösterdiği alan ise belki de ilim sahası olmuştur.

Türk milliyetçiliğinin tarih içerisindeki yerinin Fransız İhtilalinden daha eskilere dayandığının ispatları bu kadar da değildir. 12.yy'da yaşayan Fahrettin Mübarekşah, Türk ve İslâm büyüklerinin şeceresini belirtmek için yazdığı "Secere-i Ensâb" adlı eserinde yine bu milleti öven görüşler vardır. Hindistan’da Babür Şah döneminde kurulan Türk devleti ile bu milli şuur o coğrafyada da yaşatılmıştır. Hatta Nevâî, Farsça ve Türkçe’nin mukayese edildiği Muhakemetü'l- Lügateyn adlı bir eser de yazarak, bu eserinde kullandığı ifadelerle Türklerin ve Türk dilinin yüceliğini belirtmiştir. Özbek hanlarından, Ebü'l-Gazi Bahadır Han, milletin tarihi ile şuurlu bir övünç duymuş, Tanrı tarafından Türk olarak yaratılmayı bir şeref bilerek 17.yy.'da Şecere-i Türkî adlı eserini vermiştir. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Farsça’nın edebiyat ve sanat dili, Arapça’nın ilim dili olarak geliştiğini, Türkçe'nin ise halk arasında konuşulduğunu, görmekteyiz. Türkçe’nin o çağlarda ihmal edilmiş olduğunu kabul edilebilir. Arap tefsircilerinin Ye'cüc ve Me'cüc'ü Türkleştirmelerine mukabil Türkler; Ye'cüc ve Me'cüc'e karşı demir ve bakırdan bir set yaptıran Zülkarneyn'i Türkleştirmiştir.

18. ve 19.yy'da batıda Türklüğe olan ilgi ve alaka daha da artmıştır. “Türkçülüğün memleketimizde zuhurundan evvel Avrupa’da Türklüğe dair iki hareket vücuda geldi.

Bunlardan birincisi, Fransızca’da Turquerie denilen Türk hayranlığı’dır. “Türkiye’de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, ciltçilerin, tezhipçilerin yaptıkları ciltler ve tezhipler, mangallar, şamdanlar, ilh… gibi Türk sanat eserleri çoktan Avrupa’daki güzel eser meraklılarının dikkatini çekmişti. Bunlar, Türklerin eseri olan bu güzel eşyayı binlerce lira vererek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu yahut Türk odası vücuda getirirlerdi. Bazıları da bunları başka milletlere ait güzel şeylerle birlikte, bibloları arasında teşhir ederlerdi.” (Gökalp, 1990, s.5) Ayrıca Lamartine, Aguste Comte, Pierre Loti gibi Avrupalı şair ve filozofların Türk milleti ve ahlakı ile ilgili olarak yazdıkları dostane kitaplar ve yazılar da dikkat çekicidir. Avrupa’da meydana gelen ikinci hareket de Türkoloji çalışmaları idi. Türkoloji’nin temelinde batının doğuyu sömürebilmesini hedef alan oryantalizm olduğu da iddia edilmiştir. Oryantalistler, Avrupa’nın genişlemesine katkıda bulunmak için 18. Yüzyıldan itibaren Çin, İslam ve Türk kaynakları üzerinde yaptıkları çalışmalarla Türklerin Osmanlılar öncesinde de büyük medeniyetler kurduklarını, dilleri ve tarihlerinin zenginliğini belirtmişlerdir.

Bu Türkologlar içinde 1625’te Paris’te doğan Barthelmyd’Herbeiot, “Bibliotheque Orientale” adlı eseri ile Çin kaynaklarının Türkler hakkında verdikleri bilgileri nakletmiş, 1718’de doğan Amiot, Tatarca-Mançuca-Fransızca lügat kitabı neşretmiş, Josephhe de Guigness (1721-1800) , kraliyet kütüphanesinde şark dilleri tercümanı olmuş, kaleme aldığı “Historie Generale des Hun, des Mongoles et Autres Tartares Occidenteaux” (Hunların, Türklerin, Moğolların ve Dahi Sair Tatarların Tarihi, Paris 1756-1758) adlı eseri Türkoloji’nin temeli sayılır. “Joseph de Guignes, bu kitabında Türkleri, Tatarlar, Moğollar, Hunlar ve Bulgarlar gibi birçok halk grubunun atası olarak tanımladı ve Türklerin yüzyıllar boyunca gösterdikleri askeri cesaret ve yeteneği övdü.” (Özdoğan, 2002, s.60) Türk Yurdu Dergisinde Yusuf Akçura bu eseri başarı ile incelemiştir. Bu eserler bir anlamda Türk Tarih anlayışının da temeli olmuşlardır. Zira; “Sözü edilen Türkologların çalışmaları ile Türklerin tarihinin Osmanlı tarihinden ibaret olmadığı ve dünyanın çeşitli yerlerinde dağılmış halde olarak tarih, dil ve kültürlerinin zenginliği ortaya çıkmıştır. Türkçü anlayışın oluşumunda Türkoloji çalışmalarının etkisi büyük olmuştur. Türkologların ortaya koyduğu bilgiler içinde bulundukları durumdan kurtulmaya uğraşan Türk aydınlarında Türklük bilincinin oluşmasında önemli etken olmuştur.” (Gültepe, 1999, 37)

Ziya Gökalp Türkoloji (Türkiyat) ile ilgili olarak şu görüşlerini aktarır; “Rusya’da , Almanya’da, Macaristan’da, Danimarka’da, Fransa’da İngiltere’de birçok ilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara dair tarihi ve arkeolojik araştırmalar yapmağa başladılar. Türklerin pek eski bir millet olduğunu, gayet geniş bir sahada yayılmış bulunduğunu ve muhtelif zamanlarda cihangirane devletler ve yüksek medeniyetler vücuda getirdiğini meydana koydular. Gerçi bu sonuncu tedkiklerin mevzuu Türkiye değil, eski Doğu Türkleri idi. Fakat, birinci hareket gibi, ikinci hareket de memleketimizdeki bazı fikir adamlarının ruhuna tesirsiz kalmıyordu. Bilhassa Fransız tarihçilerinden Deguignes’nin Türklere, Hunlara ve Moğollara dair yazmış olduğu büyük tarihle; İngiliz alimlerinden Sir Davids Lumley’in Üçüncü Selim’e ithaf ettiği Kitab-ı İlmü’n-Nafi adındaki umumi Türk grameri, fikir adamlarımızın ruhunda büyük tesirler yaptı. Bu ikinci eser, müellifi tarafından İngilizce yazılmıştı.”(Gökalp, 1990, s.6) Bu çalışmaların Türk dünyasına etkileri somut olarak da ortaya çıktı. Bu çalışmaların meyveleri daha sonraki dönemde edebi ve tarihsel anlamda önemli bilgilere ulaşılmasını sağladı. “Türkoloji alanındaki en çarpıcı gelişme, Danimarkalı Thomsen ile Rus bilgini Radloff’un 8. yüzyılın ortalarına tarihlenen Orhun Yazıtları’nı çözmeleriydi.”(Georgeon, 1999, s.28)

Bunların dışında “ Klaproth geniş şekilde Türkoloji ile ilgilenerek, seyahate ait eserlerinden en önemlisi olan ‘Kafkasya ve Gürcistan’a Seyahat (Paris 1828)’ adlı eserinde Kafkasya Kavimler hakkında son derece önemli bilgiler vermiştir. ‘Asya’nın Tarihi Tablosu (Paris 1826), ‘Asya Hakkında Muhtıralar (Paris 1826-28), ‘Uygur Lisan ve Menşei Hakkında Konuşmalar (Berlin 1822), ‘Asia Ployglotta (Paris 1829) yazarın diğer önemli eserlerindendir. Fransa’da Stanislas Julien (1799-1873), Göktürkler hakkında Çin kaynaklarındaki bilgileri tercüme etmiş, Edouard Chavannes ise Batı Göktürkleri hakkında son derece önemli bir eser vücuda getirmiştir. Bunların dışında Fransız Antoine Isaac Silvestre de Sacy (1758-1838), Alman Wilhelm Radloff (1837-1918), Danimarkalı Wilhelm Thomsen (1842-1927), İngiliz Ellas John Vilkinson Gibb (1857-1901) gibi şarkiyatçılar da Türk aydınları üzerinde etkili olmuşlardır.” (Gültepe, 1999, s. 39)

Yusuf Akçura da müsteşriklerin Türkçülüğe olan faydalarına temas etmiştir. O; “Türkçülük ve Türk fikriyatının, Abdülaziz devri saltanatının ortalarına doğru Batı Türkleri arasında görünmesine, Türklerin genel bir şekilde Batı fikir ve ruhuyla yakınlaşmasından başka, Batı’da doğarak Doğu alemini ve özellikle Türkleri her yönüyle inceleyen De Gunis (De Guignes) gibi, Saci (Silvestre de Sacy) gibi, Abel De Rémusat gibi, hatta Arthur Lumley Davids gibi oryantalistlerin eserlerine vakıf olmalarının da etkisini de muhakkak görmekteyim: Şinasi, müsteşrik Silvester dö Saci (Silvestre de Sacy) ailesinin dostluğunu kazanmıştı. Celalettin Paşa, Eski ve Yeni Türkler kitabında De Guignes’in Histories des Huns’undan çok yararlanmıştır. Arthur Lumley Davids’in Kitabü’l ilmü’n Nafi fi Tahsil-i Sarf Nahv-i Türki adlı İngilizce kitabının Fransızca çevirisi Lumley’in annesi tarafından Sultan II. Mahmut’a 1833 tarihinde takdim edilmiş olduğundan, 19. yüzyıl ortalarında yaşayan Şinasi ve Vefik Paşalar gibi aydınların bu eserden de habersiz olmalarına ihtimal vermiyorum. 19. yüzyılın sonlarına doğru, oryantalistlerden Vambery, Radloff ve Kahon’un (Leon Cahon) eserlerinin bütün Türkler arasında Türklük fikrinin güçlenmesine etki ettiğini göreceğiz.”(Akçura, 2001, s.29) diyerek bu insanların etkilerini ortaya koymuştur.

Ziya Gökalp Türkçülüğün tarihi hakkında bilgi verirken bu süreci iki döneme ayırır. Bu dönemlerden ilkinin yukarıda bahsedilen Avrupa’daki Türklük çalışmaları olarak kabul ederken, ikinci dönemi Sultan Abdülhamid’in hükümdarlığının son dönemlerinden başlatır. O’na göre Türkçülük tarihinin “ikinci devrinde de, Leon Cahun’un Asya Tarihine Giriş adlı kitabının büyük tesiri oldu. Necib Asım Bey, birçok ilavelerle, bu kitabın Türklere ait olan kısmını Türkçe’ye aktarmıştı. Necib Asım Bey’in bu kitabı, her tarafta, Türkçülüğe dair temayüller uyandırdı.”(Gökalp, 1990, s.20) Ziya Gökalp’in bahsettiği bu ikinci dönem hakkındaki tespitini bizzat padişahın kendi uygulamaları doğrulamıştır. Zira “Osmanlı tarihinde ilk defa, 1876 Anayasası işe devletin resmi dilinin Türkçe olduğu kabul edilmiştir.”(Say, 19989, s.168)”

Bu cereyandan sonra, Fransız İhtilâli'nin etkisi altında kalarak, eski edebî ananelere karşı bir tepki yapmak için lisanın sadeleşmesini ortaya atan Tanzimat'ın ilk neslini yani, Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa ekolünü görmekteyiz. Bu nesil eski şiir kalıplarını ve tertipleri reddederek, vatan, millet, halkçılık mefkûresine hizmet eden ve tamamen Fransız

edebiyatından mülhem bir edebiyat yaratmak istiyorlardı. Şinasi çıkardığı Tercüman-ı Âhval gazetesinin sunuşunda Türk milletini diğerlerinden ayırarak aslî unsur olarak belirtmiştir. Ziya Paşa'da da dil ve edebiyat alanlarında Türkçü bir tutum görülür. Bunu Hürriyet gazetesinde yayımladığı "Şiir ve İnşa" makalesinde görmekteyiz. Ziya Paşa, bu makalesinde Türk edebiyatında öteden beri kullanılan şiir ve nesir lisanın tabiî bir lisanın olmadığını, tabiî Türk şiirinin halk şairleri arasında yaşadığını; Türk dilinde edebî eser yazmanın lâfız oyunlarına uymak mecburiyeti yüzünden bir kat daha zorlaştığını ileri sürmektedir. Tanzimat'ın en renkli siması Namık Kemal'dir.Namık Kemal'in kendini Arnavut sayması yer yer Osmanlı tabiriyle Türk kelimesini yer değiştirerek kullanmış olması, bazı şüphelere yol açtıysa da Osmanlı Devleti'nde hâkim millete mensup bir vatanperverin kavimci bir millet ilkesi izlemesinin tasavvur dışı olduğu muhakkaktır. Namık Kemal'in en önemli tarafı, Tanzimatçılar karşı tepkisi, Tanzimatçıları batılılaşma içinde kendi benliklerini kaybetmelerini ve gayrimüslim tebaaya verilen haklarla Türk- Müslüman hâkimiyetini sarstıkları yolundaki itirazıyla, vatan-millet-hürriyet gibi kavramları bu konuda hiçbir terbiye almamış topluma sokarak daha sonraki milliyetçi gelişme için bir nebze yönlendirilmiş bir kitle hazırlamıştır. Namık Kemal "Dönersem