• Sonuç bulunamadı

III.I. TÜRK YURDU DERGİSİ ve TÜRK EĞİTİM-KÜLTÜR HAYATINA OLAN ETKİLERİ

III.I.I. Derginin Kuruluş Evresinde Ülkenin İçerisinde Bulunduğu Genel Durum

Osmanlı toplum düzeni, yaklaşık olarak 16.yüzyılın ortalarına kadar çağdaşı olan devletlere göre oldukça tutarlı nitelikler taşımaktadır. Sosyal-ekonomik ve idari düzen, bir yandan devleti, görevlerini ve kurumlarını, öte yandan insan ve dünya görüşünü dengelemiştir. Osmanlı toplumundaki bu denge son derece hassas noktalara sahiptir. Devlet, tüm kurumlarda ulaşılabilecek en yüksek seviyeye ulaştığı bu dönemde, duraklama ve devamında gelecek olan gerilemenin de ilk oluşumları kurumlar içerisinde meydana gelmeye başlamıştı. Fatih döneminde başlayan ve Kanuni döneminde en yüksek verimliliğe ulaşan sosyal, ekonomik ve idari mekanizma, zamanla “bize bir şey olmaz”larla “devletimiz çok büyük”lerle “padişahımız çok yaşa”larla devam eden bir anlayışa bürünmüştür. Bu da devamında kamu kurumlarında gevşemeleri getirmişti. Çürüme farkına varılmamış olsa da zirvedeyken başlamıştı. Tımar sisteminin işleyişindeki ciddiyetsizlik bunun ilk göstergesidir.

Osmanlı Devleti'nde genel kural olarak toprak mülkiyetinin devlete ait oluşu feodal beylerin belirmesini önledi. Tımar ve zeamet toprakları büyük servetler yaratmayacak ölçüde tutuldu. Kendisine tımar verilen kimse toprağın verimli bir şekilde ekilip biçilmesinden ve elde edilecek üründen payını almaktan sorumlu idi. Devlet bu sistemle temelde iki büyük yarar sağlamaktaydı. Bunlardan birincisi vergi toplayıp bunu gene görevlilerine dağıtma külfetinden kurtulmasıydı. İkincisi de toprakların verimli bir şekilde kullanılmasını güvence altına almış olmaktı. Başlangıçta çok iyi işleyen bu düzen XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bozuldu.

16. yüzyılın sonundan itibaren belirmeye başlayan ve ekonomiye yeni gelir kaynağı olarak görülen “İltizam" usulü de Osmanlı sisteminin çöküşünde rol oynadı. İltizam usulüyle devlet belli bir yörenin vergi gelirini belli bir süre için bir mültezime peşin para karşılığında satıyordu. Bir kere bu hakkı alan mültezim, devlete peşin olarak verdiği parayı fazlası ile çıkarabilmek için, gelirini satın aldığı bölgenin köylüsünü

alabildiğine sömürmeye, zor durumda bırakmaya başladı. Devlet kira karşılığı peşin vergi satma işini önceleri üçer yıllık sürelerde denemişti. Ancak daha sonra nakite olan ihtiyacın her geçen gün artması ve tasarruf tedbirini halka yüklenmek olarak görülmesi neticesinde bu süreler giderek uzadı. Bu gelişme gayrimüslimlerden ziyade Müslüman Türk ve Araplar için sıkıntılar yaratmıştı. Mültezimler müslüman reayadan aldığı parayı hıristiyan tebaadan aldığı paradan farklı görmemeye başladı. İşte bu durum; Batı Avrupa'da feodalitenin bütün gücünü yitirdiği ve burjuvazinin belirdiği sırada, Osmanlı İmparatorluğu'nda bir ayağı eşrafa, bir ayağı da Ayan'a dayanan derebeylik düzenini ortaya çıkardı. Buna karşılık giderek artan enflasyon ve giderek çoğalan vergiler zaten fazla güçlü olmayan Osmanlı orta sınıf halkını daha da fazla güçsüzleştirdi. Güçsüz olan ekonomi ise Avrupa'dakine benzer bir üretici burjuvazinin gelişmesini önledi. Osmanlı İmparatorluğu'nun önce duraklayıp sonra gerileyişine ekonomik faktörleri de eklemek istersek, bahsedilen burjuvazi sınıfının yokluğunu da eklemek mümkün görünmektedir. Bu konuda Heyd, Ziya Gökalp’in şu düşüncelerini bizlere aktarır; “…Türkler son bir iki kuşak içinde meydana gelen toplumsal ve ekonomik gelişmeler sonucu güçlerinde devamlı bir azalma olduğunu görememişler ve özellikle ticaret, sanayi ve serbest meslekler gibi önemli iktisadi faaliyetlerin yavaş yavaş Hıristiyan ve Yahudilerin eline geçmesinin zararlı sonuçlarını yeterince değerlendirememişlerdi. Toplumun egemen öğesini teşkil eden Müslümanlar çiftçi, devlet memuru ve asker kalmıştı. Fakir Türklere Osmanlı devletinden kanlı bir kılıç ve eski tip bir sabandan başka hiçbir şey kalmamasına karşılık hükümete hiçbir şekilde katılmayan gayri müslümler arasında Avrupa eğitimi görmüş güçlü bir burjuvazi gelişmişti. Müslümanlar ise, özellikle eğitim, girişim ve düzenleme yeteneği gibi bir yöneticide aranılan özellikleri taşıyan böyle bir sınıf oluşturamamıştır. Gökalp bu anormal durumu Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne yol açan nedenlerden birisi olarak görmektedir.”(Heyd, 1979, s.87)

Burjuva sınıfının gelişmemesi Osmanlı İmparatorluğu'nda bir endüstri devrimini engellemiş, yatırımların üretime değil gösterişe ve ziynete yatırılmasına neden olmuş, kötüye giden ekonomi ilmiye sınıfında da çöküşü hazırlamıştır. Eğitimde, eğitim dışı kıstaslar ortaya çıkmıştır.

İçte ve dışta hayranlık uyandıran Klasik Osmanlı Sistemi, 16.yy.ın sonlarından itibaren değişen iç ve dış oluşumlara ayak uydurmakta da yetersiz ve/veya ilgisiz kalmıştı. Bu politika ve devamında getirdikleri, gelecekteki ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri buhranın habercisi olmuştur. Bundan sonraki her dönemin önde gelen aydınlar ve devlet adamları, eksik ve yanlış olan uygulamalarda bulunulan kurumlar ile ilgili olarak ıslah projeleri hazırlamıştır. Bu projeler devlet içerisindeki “bürokrasi sevenler” tarafından gereksiz bulunmuş ve uygulanmaktan itinayla kaçınılmıştır. Bu kadrolara göre ülkenin çeşitli bölgelerinde meydana gelen lokal problemler, yüzyıllardır uygulanan ve hiç yanlış yapmayan sistemin getirdiği bir bozulmanın sonucu değildi. Bunlar geçici ve kişiye bağlı arızalardı.

Bu hakim tavır üzerindeki bürokratlar ve onların taassup içerisindeki görüşleri, devletin uzun bir süre ileri adım atamamasında en etkili neden olmuştur. Bu kötü gidişatla ilgili olarak bazı aydınlar tarafından raporlar hazırlanılmış hatta siyasetnameler yolu ile görüşler padişahlara sunulmuştur. Çözüm önerileri getirilmiştir. Islahatın askeriyeden başlaması gerektiği, başarıya ulaşmış bir askeri ıslahatın getireceği düzen önce cephede, sonra da ekonomide ve devletler arası sahada pazarlığı güçlendirici bir etkisi olacağına işaret edilmiştir.

Düzenli bir şekilde istenen ıslahatlar ve devam edegelen askeri ve ekonomik kayıplar neticesinde, bürokratların ıslahat hareketlerine karşı koyuşunun belli bir noktadan sonra devam edememesi sonucunu ortaya çıkarmıştır. Zira ıslahat isteği artık hanedandan da dillendirilmektedir. Bazı padişahlar askeri sistemin temeli olan tımar sisteminin gösterdiği başarısızlığı, kayıpların nedeni olarak görmeye başlamıştı. Askerler eski disipline göre yetişmemekteydi. Valilerin beslediği askerler çeşitli ad ve sıfatlarla orduya dahil olmuştu. Bunlar maaşını aldıkları kişiye hizmet etmekte ve askerliği hayatlarını idame ettirmek amacı ile bir meslek olarak algılamaya başlamışlardı. Askerdeki, “aile için yaşamayı, vatan için ölmekten evlâ” gören hayat anlayışı savaş meydanlarındaki bozgunlara neden olmaktaydı.

Devletin çağın gerisinde kalışının diğer bir nedeni de hükümdarın başa gelişindeki usuldür. Görevi devletin bekasını korumak olan padişahların kronolojik zaman

dilimlerinde görülmektedir ki; bir dönemden sonra devamlı surette eksiklikleri ve hatta gafletleri olduğu görülmektedir. Osmanlı sarayının ilk on-onbeş padişahının nadir rastlanan muktedir ve akıllı adamlar olmalarının yanında, bu dönemden sonra gelenlerin hayret verici bir şekilde yeteneksiz, dejenere ve uygunsuz adamlar serisini teşkil ettiklerine dair bazı tespitler olmuştur. Bu durum esasında bir tesadüf değildir. En azından bu kadar uzun bir süre öncekileri aratmayan bir yöneticinin gelmeyişine tesadüf demek fazla iyimserlik olur. Bu durum, etkili bir hükümdarın ortaya çıkışını fiilen engelleyen bir yetiştirme ve seçme sistemiyle açıklanabilir.

Devletin işleyişindeki çöküntü, sadece padişahın muktedir olma araçlarını değil, bütün imparatorluk bünyesindeki bürokratik ve dini kurumların tamamını olumsuz yönde etkilemiştir. Bu kırımlar, işe alma, yetiştirme ve yükselme yöntemlerinde artan olumsuz değişikliklerin artması neticesinde, liyakat bakımından felaketli bir düşüşe uğramışlardır. 18.yy da sancak yönetimlerinde de benzeri bir gerileyiş başlamıştır. Tımar sisteminin bozulup yerini iltizamla yönetime bırakması yanı sıra vezir rütbesini almış kimselerin çoğalmıştır. Bu kişilerin yeterli liyakate sahip olmaması ve makamlarına uygun vazifelerin bulunamayışı ekonomik israf bir yana halkın devletine olan güveninin azalmasına da yol açmıştı. Daha önceleri ulema sınıfı için başvurulan uygulamaya yönetimde de yer verilmiştir. Vali olması gerekirken boş eyalet bulunmadığı için atanması yapılamayanlara duruma göre bir veya birkaç sancağın geliri -tabiri caizse- arpalık olarak dağıtılmıştır. 18. yüzyılda bu sistem devlet kurumlarında fazlasıyla yer bulmuştur. Bunun yanı sıra 17.yüzyıldan itibaren Osmanlılarda sistemin beyni olan toprak, devletin denetiminden çıkarak fiilen beylerin ve yerli güçlü ailelerin malı haline geldi

Bu durumun devamından rahatsız olan padişahlar da vardı. III.Selim devletin ayakta kalabilmesi için devlet kurumlarında bir yenilenmenin şart olduğunu görenlerdendi. Kırım'ın kurtarılması için 1787 yazında başlatılmış olan savaştan henüz çıkılmış olması sebebiyle ilk akla gelen çözüm yolu, Avrupa'ya açılımı sağlayarak orduyu Avrupa tarzında yeniden donatmaktı. Ama bu yeterli olup olmayacağı tartışmaya açık ve layıktı? Sultan bu yüzden kafasındaki soruyu şahsilikten çıkararak devlete mal etmek düşüncesiyle oluşturduğu danışma grubunda dönemin seçkinlerine (aydınlarına) de sordu.

Batı karşısında devletin niçin geri kaldığı, ne gibi tedbirlerle kötü gidişin durdurulabileceği konusunda incelemeler yapılarak kendisine “layihalar” (raporlar) sunulmasını istedi. III. Selim'e bu hususta 22 rapor sunuldu. III. Selim kendisine sunulan raporlar doğrultusunda ıslahatlar başlattı.

Bu dönemin en anlamlı ıslahatı hiç şüphesiz Nizam-ı Cedit hareketidir. Dar

anlamda Nizam-ı Cedit düşüncesi, yeni bir ordunun kurulmasından başka bir şey değildir. Disiplinsizliğin önüne geçmek için kurulmakta olan bu ordunun kuruluşuna Yeniçeri Ocağı'nın tepki göstereceği bilindiği için Nizam-ı Cedit Ordusu Bostancı Ocağına bağlandı ve resmi adı Bostancı Tüfekçisi Ocağı oldu. Ordu'nun ilk başarısı Akka Zaferi oldu. Bu başarı kısa vadede gelmemiş olsaydı, belki de Nizam-ı Cedit fikri bir çeşit pilot proje olarak kalacaktı.

Nizam-ı Cedit hareketinin geniş anlamı "mevcut yerine yenisini koymaktı". Aksayan tüm kurum ve kuruluşları ıslahı, ıslah mümkün olmaz ise lağvını kapsamaktaydı. Temelde ise üç hedef vardı:

1- Yeniçeri ocağını kaldırmak,

2- Ulema sınıfının kötüye kullanılmakta olan devlet içi nüfuzunu kırmak, 3-Avrupalılaşmak (Garplılaşmak, Batılılaşmak).

Bu düşünceler belki de devletin kuruluşundan buyana ele alınan en radikal görüşlerdi. Bu kararları uygulamanın tek şartı fikri tartışacak değil, uygulayacak bir hükümdardı. Ancak bu kişinin III.Selim olması zor görünmekteydi. Zira devletin kuruluş sisteminde ve hakim düşüncesinde batıdan üstün olmak vardı. Bu düşünceler çevresinde kurulan bir devletin batıyı örnek alması veya batıdan bir şeyler alması iç tepkilere neden olabilirdi. Bu durumun bilincinde olan III.Selim ise eskiyi yıkıp yeniyi kurmak yerine daha ılımlı olan bir yolu tercih etmişti. O, “eskinin yanına yeniyi kurma” fikrini geliştirmiştir. Ancak “1805-1806 senesi III. Selim devrinin bir dönüm noktası oldu. Nizam-ı Cedid’in Rumeli’de tatbik edilmek istenmesi sırasında Nizam-ı Cedid’e karşı olan kesimlerin meydana getirdikleri direniş ve III. Selim’in buna boyun eğmesi, reform hareketlerinin burada kaydettiği başarısızlık (İkinci Edirne Vak’ası: 1806); Fransız

siyasetine dönülmesi, Osmanlı-Rus siyasetinden vazgeçilmesi ve neticede bu iki devletle harbin patlak vermesi (1806), III. Selim’in, dolayısıyla Nizam-ı Cedid kadrolarının icraatına duyulan büyük infial ve hoşnutsuzluğun bu gibi iç ve dış olaylarla had safhaya varmasına ve bir karşı hareketin hazırlanmasına yol açtı. III. Selim’in Sadaret Kaymakamı Köse Musa Paşa ve Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi’nin başını çektikleri muhalif çevrelerin ihanetine uğraması, kendisiyle beraber Nizam-ı Cedid’in de yıkılmasını kolaylaştırdı… Gereksiz bir merhamet duygusuyla kuvvet kullanmaktan Kaçınan III: Selim, bütün Nizam-ı Cedid uygulamalarını iptal ederek reform ve reformcular gibi, kendi mukadderatını da karşı hareketin insafına teslim etti. Nihayet 29 Mayıs 1807’de padişah tahttan indirildi ve karşı hareket tam bir başarıya ulaştı.” (Akşin, Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908-1980, s.79-80)

Yenileşme hareketleri ve bu uğurda çalışan insanların gayretleri de mevcudu geliştiremediği gibi koruyamamıştı da.. Devletin işleyişindeki aksamalar devam etmekteydi. Önceki dönemlerde hızına yetişilemeyecek şekilde koşan bir devlet artık gözle görülür biçimde yavaşlamıştır. Bu durum içte fark edildiği kadar da dışarıdan da gözlenmekteydi. Batılı devletler Osmanlı Devleti’nin yaşadığı bu buhranlı durumundan “nasıl” faydalanabileceklerini düşünmeye çoktan başlamışlardı. Osmanlı’nın durumu öylesine ağırlaşmıştı ki, batılılar nasıl sorusunun yanında “ne kadar” sorusunu da kendi içlerinde tartışmaya başladılar.

1815 tarihinde Viyana Kongresinde geliştirilen ve Batılı devletlerin Osmanlı politikasını şekillendiren “Şark Meselesi” büyük devletlerin gözlerini Osmanlı topraklarına çevirmelerine neden olmuştur. 1699 tarihli Karlofça Antlaşması ile kendisini gösteren toprak kayıpları, 1718 yılında imzalanan Pasarofça Antlaşması ile Balkanlarda da kendisini göstermiştir. Zaten yıkılışın habercisi olan toprak kayıpları, devletin içerisinde bulunduğu ekonomik, sosyal şartlar, askeri yetersizlik ve yönetim zaaflarından kaynaklanan mukavemetsizlik Avusturya-Macaristan dışındaki devletlerin de gözlerini kolay toprak kazanılacağı düşünülen bu coğrafyaya çevirmelerine neden olmuştur. Bu tehlikenin en kuvvetli adresi Rusya olmuştur. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı tebaası içerisindeki Rus ve Slavların müdafaasına izin verilen Rusya, bu hakkını önce bu tebaayı kışkırtarak, daha sonra da kendilerine müdahale etmek durumundaki

Osmanlıya engel olmak ve nihayetinde bir çok savaş neticesinde büyük topraklar kazanma yoluna gitmiştir. Bununla da yetinmeyen Rusya Ortodoks tebaayı kışkırtarak balkanlardan Akdeniz’e inme yolunu seçmiştir. Edirne Antlaşması ile de Kafkaslarda büyük bir hakimiyet kurmuştur.

Bu durumdan Fransa da faydalanmış, ekonomik ayrıcalıklardan ve Katoliklere tanınan kolaylıklardan faydalanmış, Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yayılmacı toprak politikası izlemiş, nihayetinde 1880 yılında Cezayir’e işgal etmiştir. Bu devletler arasında en sinsi politikayı izleyen devlet ise İngiltere olmuştur. İngiltere kendi sömürge politikası çerçevesinde gerek Hindistan’ın güvenliğini sağlamak gerekse de Fransa ve Rusya’nın Osmanlıya tam hakimiyet kurmasını engellemek için 19.yy.a kadar Osmanlı topraklarını korur bir tutum sergilemiştir.

Anlaşılacağı üzere devletlerin Osmanlıya karşı takındıkları her tavrın ardında pay alma ama pay vermeme niyeti vardır. Bu haliyle Osmanlı coğrafyası ve tebaası; büyük oyuncuların strateji oyununu oynandığı bir alan haline gelmiştir. Bu konuda amaca ulaşma yolunda askeri fiiliyatı tercih edip diğer iştahlı gözleri kızdırmak yerine devlet içerisindeki azınlıkları kışkırtarak ve Osmanlıya çaresiz ekonomik durum içerisinde ağır koşullu borçlar vererek ve nihayetinde askeri ve ekonomik kıskaca alarak amaca ulaşma yolunu seçmişlerdir. Toprak vermede cimri davranan Osmanlı ekonomik iflası durdurmak ve baskıyı hafifletmek için Duyûn-ı Umumiye’yi kurma kararı almıştır.

Osmanlı Devleti yıkılışın seslerini daha net duyulmaya başlanmıştır. En azından farklı alanlardaki sıkışıklıkları daha düşük bir seviyeye indirme çalışmaları başlamıştır. İsyanlar ve ortaya çıkmaya başlayan ayanlar ile imzalanan Sened-i İttifak fayda yerine zarar getirmiş, Mehmet Ali Paşa’nın isyanı ile Mısır elden çıktığı gibi Boğazlar da devlet içi olmaktan çıkmış, uluslararası bir mesele haline gelmiştir. Bu isyan Osmanlı’ya büyük sıkıntılar çektirmiş, karşılıksız tavizlerle dolu olan, son derece zararlı antlaşmalar imzalamasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti en güçlü sömürgeci ülke olan İngiltere ile yapılacak bir ticaret ile hiç olmazsa Mısır Meselesi'nde İngiliz'leri Osmanlı'larla aynı safta tutabilmeyi düşündü. Bu ortamda bireysel bir iki söylem dışında İngiltere'nin Ortadoğu'ya sızmasının nedenlerini ve bunun dayandığı iktisat siyasetinin boyutlarını kavrayacak,

halka ve hükümdara anlatacak bir ekonomik bilinçlenme Osmanlı Devlet adamlarında henüz görülmemektedir.

Rusya’nın sıcak denizlere inme politikası Kırımda kendisini göstermiş ve yukarıda da bahsedildiği gibi Osmanlıyı Rusya’ya bırakmama düşüncesi kendisini göstermiştir. Mevcut pasta tek devlete bırakılmayacaktır. Bu nedenle batılı güçler, Osmanlı Rusya’ya karşı savunulmuş ve devletin toprakları fiili olarak batılı devletlerin koruması altına girmiştir. Bu durum Osmanlıyı kendi topraklarının hamisi olmaktan da çıkarmıştır. Bu tavizsiz ve sert tutum Rusya’nın Osmanlı üzerindeki dış politikasını geçici süre ile durdurmuştur. Ancak 1877’de, gelişen şartlarını kendisine uygun gören Rusya, Osmanlıyı tek başına yıkmaya yönelik taarruzu başlatmış boğazlara kadar gelmiştir.

İngiltere, Osmanlıyı savunmak karşılığında Kıbrıs’ı istemiş, daha sonra da bu düşünceden vazgeçerek o da yıkım olayında yer almıştır. Sonuçta savunarak Kıbrıs’ı almak yerine saldırarak Kıbrıs ve daha fazlasını elde etmek de mümkündür. Diğer devletler gönüllerinden geçen payları alamayacaklarını fark edince, bu taarruz da geçici bir süredurmuştur. Berlin Antlaşması ile fiili ve geçici olduğu bilinen barış sağlanmış, Osmanlı Devleti, büyük toprak kayıplarını göze almak zorunda kalmıştır. İngiltere Mısır’ı almış petrolün önemini görerek gözünü Ortadoğu'ya çevirmiştir.

Fransa Tunus’u da işgal etmiş ve bu bölgede değişik girişimler de bulunmuştur. Bu dönemde Almanya’nın güçlü devlet olma isteği, Osmanlıya, Fransa, İngiltere ve Rusya’ya karşı yeni bir dayanak, gelecekte ise bir ortak sağlamıştır.

Osmanlı için durum dış siyasette o kadar kötüdür ki; Rusya’ya bayrak açan hanlıklar Osmanlı’dan –hilafet sıfatını öne sürerek- yardım istemiş ancak Osmanlı bu çağrılara cevap dahi verememiştir. Bu istek daha sonra Osmanlı içerisinde dini baz alarak dışarıdaki kardeşlere ilgi duyulmasına ve fraksiyonlar ortaya çıkmasına yol açacaktır. (Panislamizm, İttihad-ı İslam, İslamcılık)

Osmanlının bu dönemde uğraştığı tek sorun dış siyaset değildir. Devlet içinde gayr-i Müslim tebaa da dış baskılara içerden destek olmaktadırlar. Hatta bunun için

kanunsuz dernekler bile kurmuşlar, kiliseleri de buna alet etmişlerdir. Elbette bu tebaanın haddini bilmezliği o günlerde başlamamıştır. Yanlış iç politik kararlar ve uygulamaların sonuçlarını görmek gerekir.Nevzat Kösoğlu bu süreci şöyle özetler; “1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ile, gayri Müslimler, Müslüman tebaa ile eşit duruma getirilmiştir. O zamanki halkın ifadesi ile “Gavura gavur demek yasak” olmuştur. Yukarıda işaret ettiğimiz devletin kuruluş ilkeleri bozulmuştur. Büyük tarihçimiz Cevdet Paşa’nın ifadesi ile, “Devletin esasına halel gelmiştir.” Böylece gayri Müslimler, devlet kademelerinde görev almak ve askerlik haklarını elde etmiş, yabancı devletlerin de bunlar vasıtası ile Osmanlı idari ve siyasal yapısına müdahale imkanları artmıştır.” (Kösoğlu, 2000, s.30). Bu noktada Cevdet Paşa’nın deyiminin açıklığa kavuşması gerekir. Vatandaşlarının tamamını eşit gören Osmanlıcılık anlayışı neticesinde müslümanın hakları Müslüman olmayanlara da geçmiştir. Orduya da girmişlerdir, hükümetlere de. Kısacası devletin kuruluşundaki Müslüman olmayanların askerlikten muaf tutulması ve ülke yönetimine girmemeleri geleneği bozulmuştur. Bu kuralın ne kadar gerekli olduğu 18. ve 19. yüzyıllarda görülmüş, devletin çöküntüsü hızlanmış, zararlı cemiyetler yıkıcı faaliyetlere başlamışlardır. Bu Türk unsuru devlet içi dernekleşme faaliyetlerine götürmüş, mücadele fikrini geliştirmiştir.