• Sonuç bulunamadı

YAZI SAHİBİ YAZININ ADI YAZININ KONUSU

IV.I.III Eğitimle İlgili Olarak Ortaya Konulan Görüşler I Eğitimin Milliliğ

IV.I.III.IV. B Okul ve Sınıf Ortamı

Gaspıralı’ya göre eğitimin öğretimde farklı coğrafyalardaki Türklerin iki birleşme noktasında bir olan Türkçe ana dil olarak okutulmalıydı. “Gaspıralı'ya göre, eğitim sistemi her şeyden önce ana dilin (yani Türkçe’nin) öğretimine hizmet etmeli ve dinî bilgilerin yanı sıra dünyevî bilgileri de mutlaka ihtiva etmeliydi.” (Doç. Dr. Hakan Kırımlı,http://www.emelvakfi.org/ismailgaspirali/yazilar/selcin.htm).

Kurduğu okullarda usul-ü cedid’i kullanan Gaspıralı bugün devletimizin uygulamakta olduğu sisteme çok yakın taahhütlerde bulunmaktaydı. “Usûl-ü Cedîd'de öğretim zamanları ve talebe sayıları kesin olarak sınırlanmıştı. İlk dereceli mekteplerde öğretim süresi iki yılı geçmeyecek, bir muallim 30 veya 40'dan fazla talebeye aynı anda ders vermeyecek ve mektebe kayıtlar da düzene bağlanacaktı. Bir ders günü içinde süresi 45'er dakikayı aşmayan en fazla beş ders okutulacak ve haftada altı mektep günü olacaktı. Talebenin yorulup bıkmaması için ders aralarına teneffüsler konulmuş ve değişik derslerin birbirini takip etmesi öngörülmüştü. Bedenî cezalar da tamamıyla uygulamadan kaldırılmaktaydı. İmtihanın bulunmadığı eski sistemin aksine, Usûl-ü Cedîd her hafta ve dönem sonlarında bütün derslerden imtihanlar ihdas etmekte ve mezuniyeti bu

imtihanlarda başarılı olunması şartına bağlamaktaydı.” (Doç. Dr. Hakan Kırımlı,http://www.emelvakfi.org/ismailgaspirali/yazilar/selcin.htm).

Ahmed Edip; “Oralarda bir çocuk yazıldı mı, kendisine bir numara verilir. Bir kere sınıfa koyverilir: O kendisine bir yer bulur, bir tarafa sokulur, oturur: Onu artık daha kimse aramaz; nasıl vakit geçirdiğini, derslerden ne dereceye kadar istifade eylemekte olduğunu kimse sormaz. Ondan beklenilen yegane şey sûkut ve itaattir…Şayet arada bir, bir muallimin sınıfta defter üzerinde gezdirdiği kalemin ucuna ismi tesadüf ederse, onu derse kaldıracak, bilemeyince bir izinsiz yazmakla vazifesi ikmal etmiş olduğuna kani olan muallim efendiye temenna edip yerine oturacak…Millete, beşeriyete nafi bir uzuv zorla oralarda körleştirilerek işe yaramaz bir bar-ı sakil haline getirilecek.” (Kızıma , Türk Yurdu, c.2 s.87)

Ahmed Edip, kızının oğlu Nedim hakkındaki endişelerinin hiç de haksız olmadığını belirtir ve nedenlerini sayar; “ “Nedim de böyle mi olacak? Nedim’in de tahsili, okuması, şahadetnamesi bir kalemin tozlu koltuklarında basmakalıp yazı yazmak, kağıt doldurmaktan başka hiçbir şeye yaramayacak mı?” diyorsun. Evet kızım, seni uzun sözlerimle üzmeden hakikate vakıf etmek için mateessüf söyleyeyim ki Nedim’in de öyle olacak… O da bu zamanda karmakarışık, ağır, bi-lüzum derslerle doldurulmuş kabusi bir programa ve tâ kapıcısından, hademesinden, mubassırından, müdürüne kadar bağırarak, tehdit ederek, korkutup yıldırarak, benliğini varlığını kaybettirmek, en ufak hareketleri için kıymetli teneffüs zamanlarından mahrum bırakmak, en küçük kabahatine mukabil haftada bir gün muhtaç olduğu istirahat-i dimağıyeye malik olmaktan menedilip izinsiz cezasıyla yine mektebin mütefessih havasında yaşamaya mecbur edilmek sûretiyle mevcut bir tarz-ı terbiyeye malik bir mektebe girecek!” (Kızıma , Türk Yurdu, c.2 s.88).

Nafi Atuf, seciye özellikleri kazandırılmak istenen öğrencinin kat’i surette iyi tanınması gereğinden bahseder. “Tecrübe eden muallimler pek iyi bilirler ki, şakird üzerinde bir nüfuz sahibi olmanın birinci şartı onu tanımak ve tanıdığını ispat etmektir. …(çocuk) unutulmasından ise azarlanmayı tercih eder.” (Seciye, Türk Yurdu, c.4 s.338). Bu tanıyış, çocuk üzerinde yapılacak çalışmalarda temel olan saygı duyma hissini canlandırması açısından pek mühimdir; “bu tanımanın husule getireceği hiç şaşmaz: İbtida

çocuk kendisinin bu kadar iyi ve emin tanınmasına hayret eder. Bu hal, muallim için, bütün terbiyenin ilk şartı olan hiss-i hürmeti talebeye telkin edecek bir faikıyet ve kuvvettir.” (Seciye, Türk Yurdu, c.4 s.340).

Nafi Atuf, ilgi ve alakanın, kendisinin bir birey olarak farkında oluşunun, çocuk üzerindeki moral ve motivasyon etkisinin öneminden bahseder, “Sonra çocuk, büyük insan gibi kendisiyle meşgul olunduğunu, onun tahsil ve terbiyesi için uğraşıldığını gördükçe daima sevinecektir. Hatta çocuk kendi üzerinde tahlillere, tenkitlere bile memnun olur.” (Seciye, Türk Yurdu, c.4 s.340). Bugün ülkemizde ve dünyada kabul edilen eğitim anlayışında moral ve motivasyonun yüksekliği ile eğitimin hedefe ulaşmasındaki oran arasında doğrudan ilişki kurulmaktadır. Ülkemizde bakanlık ve teftiş elemanları bu gerçeği her fırsatta dile getirerek yazarın bahsettiği konunun bugün de önemli olduğuna işaret etmektedirler.

Nafi Atuf, çocuğun sanıldığı kadar küçük olmadığını, anlayışının hakikaten yüksek derecede olduğunu ifade eder. Tenkidin esasında çocuğun moralini bozmayacağını, uygun lisan ve tarzda yapıldığı vakit, şahsiyet kazanmasına da yardımcı olacağını savunur; “İstihzadan, tahkirden muarra bir tenkit çocuk tarafından bir eser-i hayırhahi olarak kabul edilir; çünkü bu tenkitler ispat eder ki, muallim onun için de dikkat-i mahsusasını sarf ediyor. Ve kendisi mektepte yalnız bir numaradan ibaret değil, bilakis bir şahsiyettir, bir adamdır.” (Seciye, Türk Yurdu, c.4 s.340).

Nafi Atuf, yazdığı makalelerde genelde bir öğretmende olması gereken özelliklerden bahseder. Bunu yaparken de bu mesleğe ayrı bir değer verdiğini cümle aralarında bulanabilmektedir. “En iyi bir asker, en iyi bir mimar, en iyi bir ressam için hususi vasıflar aranılmakta olduğu gibi ruhiyat kanunlarını muvaffakiyetle tatbik edebilecek evsafı haiz şahsiyetleri de bulmak lazımdır. Şüphesiz bizde pek yakın, Avrupa’da nispeten uzak bir mazide olduğu gibi kunduracıdan, terziden, marangozdan muallim ve mürebbi kullanmak düşüncesinden bugün pek uzaktayız. Fakat oldukça mektep görmüş, hatta tahsili çok ileride olan zevatın bile muallimlik ve mürebbilik yapabileceği cay-i sualdir.” (Terbiyede Muhabbet ve Nüfuz, Türk Yurdu, c.5, s.50). Yazarın bahsettiği şekilde başka meslek guruplarından öğretmen çıkarmak aslında bizim

için pek de mazide kalmış denemez. Zira yakın zamanda ziraat, mimarlık, işletme ..vb. meslek eğitimleri almış insanların halen okullarda sınıf öğretmeni olarak görev yaptıklarına şahit olunmaktadır. Bu durumun zararlarını 19.yüzyılda Avrupa, 20.yüzyılın başında da ülkemiz görmüş ve bu uygulamadan kaçınılmıştır. Ancak buy uygulama değişik nedenlerden dolayı tekrar uygulanmıştır. Geçmiş sadece öğünmek için değil, yapılan hataların sonuçlarını görmek ve ders almak için de kullanılmalıdır kanaatindeyiz.

Nafi Atuf, dergideki yazısında çocuğa terbiye verecek olan kişinin fiziki özelliklerine de dikkat edilmesi gerektiğinden bahseder. “mürebbi için muhabbet ve nüfuz, iki büyük amili muvaffakiyettir. Endam, tavır, ses, vaziyet, ilmi, seciyeyi ve fikri tefevvuk. Bütün bunlar nüfuzun vesaitidir.” (Terbiyede Muhabbet ve Nüfuz, Türk Yurdu, c.5, s.50).

Nafi Atuf, mürebbinin karşısındakine karşı bir muhabbet duygusu içinde olmasını ister ama bunun sınırının iyi tayin edilmesi gerektiğine inanır. “Muhabbet, nüfuz ile gayr-ı kabil-i telif olan müsamahakar bir zafiyetle satın alınmamalıdır. Ancak lüzumlu bir ciddiyet ile beraber olduğu zaman onun bir kıymeti vardır.” (Terbiyede Muhabbet ve Nüfuz, Türk Yurdu, c.5, s.50).

Nafi Atuf, sevginin her meslekte olduğu gibi öğretmenlik mesleğinde de önemli bir yeri vardır. İlgilenilen varlık çocuk ise, bu çocukların geleceğin teminatı olduklarına dair inanç tam ise zaten bu vazgeçilmez bir özellik olmaktadır. Yazar da bu görüşler doğrultusunda düşüncelerini aktarmaktadır; “Muhabbet bütün mesleklerde yüksek muvaffakıyetin yegâne âmilidir. Asker için, ressam için, şair için muhabbet ne ise mürebbi için de odur, o kuvveti haizdir. En büyük mürebbilerin biz ancak bu sayede çocuklara telkin-i fezâil eyleyebildiklerini görüyoruz.” (Terbiyede Muhabbet ve Nüfuz, Türk Yurdu, c.5, s.50).

Nafi Atuf, öğrencinin üzerindeki davranış değişiklerinde başarıya ulaşma yolunda tüm diğer özelliklerin yanı sıra sevgiyi de saymaya devam eder ve iyi öğretmendeki özellikleri tasvir etmeye devam eder; “Kalp çocukta zekadan evvel inkişaf ediyor. Ufak bir işmi’zaz ekseriya küçük çocukları rencide etmeye kafidir. Çok defa görülür ki, talebe

daha ziyade muallimin kalbine sokulmak ister. Onu sever, hatta anasına ve babasına çok defa tercih eder. Böyle pek çok sevilen muallimlerin talebesini pek çok seven muallimler olduğunda hiç şüphe etmeyelim..” (Terbiyede Muhabbet ve Nüfuz, Türk Yurdu, c.5, s.51).

Nafi Atuf, öğretmenlik mesleğini layıkıyla yerine getirmek için gerekli özelliklerin tamamının sonradan kazanılamayacağını doğuştan genel fıtri özellikler olduğunu iddia eder; “Memleketimizde muvaffakiyetleri ile temayüz eden diğer muallimlerde mutlaka çocukları, gençleri en çok sevenlerdir. “En iyi mürebbi ve muallim, alameti alnında doğar” diyorlar. Evet, doğrudur. Böyle bir mürebbi ve muallim kalbinde çocukluğa ve gençliğe bi-payan bir muhabbet ve hürmetle doğar.” (Terbiyede Muhabbet ve Nüfuz, Türk Yurdu, c.5, s.51)

Nafi Atuf, konuyu kendi evlatlarımıza getirerek pek çok öğretmenin içindeki bir duyguyu ortaya koyar ve yanlış bir düşünce olduğunu iddia eder; “Türk çocuklarının sevildiklerini anladıkları zaman şımaracaklarına, yüz bulacakları fikrine kat’iyyen iştirak etmem. Bilakis onlar muhtelif müessirat altında daima sığınacak bir kalp arıyorlar. Biz de hemen her yerde, evinde, sokakta, cemiyet arasında düçar-ı ihmal olduğunu adeta sezen zavallı çocuk, muallimin büyük ve ilahi kalbinde kendisinin de yaşadığını duymak istiyor ve bu duygu onu muallimine büyük iştiyakları ile bağlıyor.” (Terbiyede Muhabbet ve Nüfuz, Türk Yurdu, c.5, s.51).

Nafi Atuf, bir öğretmende olması gerektiğine inandığı ikinci vasfı ortaya koyarken, başından beri savunduğu sevgi dolu yaklaşımın da sınırını çiziyor. Her duygu ve hareketin sınırı belli olmak kaydıyla faydalı olabileceğine işaret ediyor; “Fakat şuracıkta yine Herbert’in bir kaydını ilave edeceğim; “Muhabbet, nüfuz ile gayr-ı kabil-i telif olan pek müsamahakar bir zafiyetle satın alınmamalıdır. Ancak lüzumlu bir ciddiyet ile beraber olduğu zaman onun bir kıymeti vardır.” Nüfuza gelince, bu mütekabil bir hürmet ve muhabbeti tevlid etmek itibarıyla haiz-i ehemmiyettir. Endamın, tavrın, sesin, vaziyetin, çocuk üzerinde derin tesirleri var. Gülünç vaziyetli, çirkin sesli bir muallim kalbinin bütün hararetine rağmen az muvaffak olur.” (Terbiyede Muhabbet ve Nüfuz, Türk Yurdu, c.5, s.52). Saygınlığın sağlıklı bir eğitim ve öğretim için şart olduğu, sevgi dolu yaklaşımların ve nüfuzu sağlamanın ince çizgilerle ayrıldığının mutlaka bilinmesi gerekir. Öğrencinin

hem sevgisini kazanmak hem de aynı öğrencinin öğretmenine saygı duymasını sağlamak hakikaten kolay değildir. Ancak başarılı bir öğretmen bu vasfı her zaman taşır.

Nafi Atuf, bahsettiği bu önemli özellikleri her insanın taşımayacağını, bunun bir mecburiyet olmadığını ortaya koyar. Ama iyi bir eğitim için bu vasfa sahip elemanların bu işle uğraşmasını tavsiye eder; “Fıtratın bu hususta mevahibine malik olmayanlar mürebbilikten başka meslekle uğraşsalar her halde çok daha iyi yapmış olurlar.” (Terbiyede Muhit ve Nüfuz, Türk Yurdu, c.5, s.52).

Nafi Atuf, model öğrenmenin çocuklar üzerinde etkisinin büyük olduğunu bu nedenle öğretmenlerin bir kat daha dikkatli olmak zorunda olduklarını ifade eder. Bu ilk insandan bu yana var olan bir durumdur. Çocuğun kişilik ve karakterinin oluşmasında, kazanılmış özelliklerinin devamı noktasında, anne, baba, öğretmen ve arkadaş çevresinin ne kadar önemli olduğunu eğitim bilimleri ve aydınlar her durumda savunmuşlardır ; “Muallimin seciyesi, bilhassa çocukluktan gençlik sahasına atılmış talebesi üzerinde daha ç.ok haiz-i tesirdir. İmtisal ve taklidin tahakkümü altında bulunan genç eğer iyi bir terbiye-i ibtidaiye almışsa karşısında misal olmaya değer bir şahsiyet arayacaktır. O, mualliminin, mürebbisinin her hareketini ölçmeye başlar. Muallimin ufak inhirafları, onun mütecessis nazarları altında bulunduran talebesi üzerinde kat’i bir iz bırakmakta gecikmezler. Talebe muallimin sözüyle fiilini tartarlar.” (Terbiyede Muhabbet ve Nüfuz, Türk Yurdu, c.5, s.52).

Nafi Atuf, çocuklarımızın diğer dünya çocuklarından hiç farkı olmadığını, hatta bazı hususlarda fazlalıkları dahi olduğunu söyler ve bir anısı ile devam eder; “Silsile-i hatıramın arasında beş sene evveline ait bir çocuk tanıyorum ki, anlayışı, ifadesi, faaliyet ve cevvaliyeti hayırkâr bir arkadaşımın nazarı dikkatini celbetmiş idi. Çocuğu köyünden ayırmış ve adam etmek için Edirne mekteplerinden birine getirmişti. Bu çocuğu iki sene sonra gördüm. Fark beni tedhiş etti. Bu üç sene evvelki daima düşünen kımıldaya, söyleyen çocuk hiç değildi. Durgun durgun bakıyor, sözlerini bağlamakta pek çok müşkülat çekiyor, kımıldamaktan çekiniyor idi. Tanıyanlar soruyorlardı ki, bu çocuk neden böyle oldu? Bunun cevabını bir buçuk asır evvel Salzman (1744-1811) pekala vermiştir. Salzman diyor ki; Talebesinin bütün fenalıklarının ve hatalarının sebebini

mürebbi kendisinde aramalıdır. Muallimler talebesinin ahvalinde tebeddül gördüklerinden dolayı şikayet etmektedirler. Halbuki muallim kendisini iyi yoklayacak olursa bu tebeddül ve tahavvülün sebebini kendisinde bulacaktır.” (Maarifimiz Hakkında, Türk Yurdu, c.5, s.118). İşte bu yüzden öğretmen gerçekten özellikli insandır. Liyakatsiz bir öğretmenin bir çocuğu fazla çabalamadan ne hale getirdiği yazarın anlattığı olayda görülüyor.

M. Rahmi’nin sonraki sayılarda da devamı olacak nitelikte makalelerini görüyoruz. Yazarın konusu “Yeni Mektep”tir. Özelliklerinden bahsetmeye devam eder, bir eğitim öğretim kurumunun daha yapılacağı yerden başlayarak çok dikkatli bir biçimde oluşturulması gereğine inanır; “Yeni mektep, çocukları hava ve güneşten bol bol istifade ettirmek ve suni olan mektep hayatını hakiki hayata daha ziyade yaklaştırmak maksadıyla tesis olunmuştur…Fecr-i hayatta en mühim olan şey nefsine hakim olmayı öğrenmek, onu kuvvet, azim, yeni bilgilerle zengin kılmayı ve yaşamak sanatını öğretmektir. Bunlar için en uygun yer sine-i tabiattır.” (Yeni Mektepler, Türk Yurdu, c.5, s.77)

M. Rahmi, okulda zanaat eğitimine verilen önem, toplumun ara eleman ihtiyacına cevap verebilecek niteliktedir. “İstihlak olunan ekmek, sebze, meyve, süt, yumurta, bal…çocuklar tarafından istihsal olunur. Masa ve saire gibi mobilya, keza çocuklar marifetiyle imal edilir. Demirci papuçcu da çocuklardır.” (Yeni Mektepler, Türk Yurdu, c.5, s.78) Bu tür eğitim ilk bakışta ağır görünse de okuldan mezun oluşun ardından insanların hayatlarını kazanmaları ve topluma faydalı olabilmeleri için son derece faydalı bir uygulamadır. Bu gün meslek liselerinin çeşitli bölümlerinde öğrenciler marangoz, konfeksiyon, elektrik, elektronik gibi sektörlerde ara eleman olarak görev alabilecek şekilde yetiştirilmektedir. Yine bu öğrencilerin eğitim sırasında ortaya çıkardıklar eserler gerek satılmak, gerekse devletin diğer kurumlarında kullanılmak suretiyle devlete ve kurumlara maddi rahatlama sağlamaktadır. Öğrenciler de kitabi bilgilerin yanı sıra belli bir mesleki tecrübe kazanmaktadır.

Atatürk de okullarda öğrenilen şeylerin bir övünme malzemesi değil, günlük hayatta kullanılabilir, başarı sağlamada yardımcı olabilir şeyler olması gereğini savunur; “Eğitim ve öğretimde uygulanacak usul, bilgiyi insan için fazla bir süs, bir tahakküm

vasıtası, yahut medeni bir zevkten ziyade maddi hayatta muvaffak olmayı temin eden pratik ve kullanılabilir bir cihaz haline getirmektir.” (Kaplan, 2002, 140)

M. Rahmi, bu okullarda sağlık konusundaki hassasiyet ve uygulamalar bugün dahi çok gerisinde olduğumuz bir seviyededir; “Yeni mekteplerde çocukların sıhhatine çok dikkat edilir. Her çocuğa mahsus sıhhat varakaları kemal-i itina ile tutulur. Buna, girdiğinden itibaren çocuğun boyu, sıkleti, vüs’at-ı sadrı…kayd; her üç ayda bir bu iş tekrar ve muayene-i tıbbiye neticesi dercolunur. Yeni mekteplerde doktor, mürebbinin kavildaşıdır. Mektep tabibi çocuklara gıda, teshin, nezafet ilh. gibi hıfzussıhha mesaili hakkında mücmel malumat verir. Bir kaza vukuunda ittihaz edilecek ibtidai tedbirleri öğretir.” (Yeni Mektepler, Türk Yurdu, c.5, s.78). Bugün okullarda birinci sınıftan itibaren öğrenci ruhsal dosyası adı altında her öğrenciye kişisel bilgi ve özellikleri kayıt altına alınan ve gözlemlerin yazılması işe öğrencinin kişisel gelişim süreci takip edilmektedir. Ancak bu ruhsal dosyaların ne kadar baştan savma bir biçimde tutulduğu hemen her öğretmen tarafından gayet iyi bilinmektedir. Öğrencinin boyu ilk sınıfta ölçülür, kilosu ölçülür bu dosyaya kayıt edilir. Daha sonraki senelerde gerekmesine rağmen bu yapılmaz. Boya üç santimetre, kiloya 2 kilo eklenir ve ertesi seneye bu dosya hazırlanır. Gözlemler bölümlerine, çalışkan öğrencilere olumlu, dersleri zayıf öğrencilere olumsuz notlar düşülür. Öğretmenimiz çalışkan bir öğrencinin hırçın olabileceğine, başarısız bir öğrencinin de kendisine verilen görevleri yerine getirebileceğine peşin hükümlerle inanmaz. Yine Sağlık Meslek Liseleri dışında hemen hiçbir okulda temel ilk yardım bilgisi verilmez. Öğretmen bunu her nasılsa araç gereç eksikliğe bağlar.

M. Rahmi, “Yeni mektepte dersler hafızaya yükletilmez. Henüz anlayamayacağı bir şeyi çocuğun kafasına zorla ithale çalışılmaz. Öğretilecek şeyde çocuğun alaka ve menfaatine (İntérét) istinat olunur. Henüz başlamamış ise evvela bu alakadarlığın uyandırılmasına çalışılır, zemin hazırlanır…Ahlak hususunda çocuğa : “Şöyle yapacaksın” diye vaktinden evvel olması dolayısıyla çocuğun ruhuna tesir edemeyecek ihtar ve tekliflerde bulunulmaz…Yeni mektep, umumi terbiyeyi (culture généralé) tervîc eder. Fakat çocuğu bitab düşüren ansiklopedik terbiyenin aleyhtarıdır.” (Yeni Mektepler, Türk Yurdu, c.5, s.78)

M. Rahmi, iş mektepleri adı altında yeni bir anlayışı John Dewey’in pragmatik anlayışı çerçevesinde ortaya koyar. Bunun nasıl olacağı hususunda kısa açıklamalar yapar; “İş, başlıca dört şubeye ayrılmıştır: Dokumacılık-Dikiş, Matbah, Ziraat, Marangozluk,- Çilingirlik.

Çocuklar istidatlarına göre bu şubelere ayrılırlar.

Her ders için, çocuğa, yalnız mevadd-ı ibdidaiye verilir. Mesela dokumacılık için çocuğa, ibtida yün verilerek iplik yapması söylenir. Çocuk eli ile yünü temizlemek ve iplik yapmak ister. Fakat güç. Muallim, yünü iplik haline getirmek için kullanılan âlâtı, en iptidaisinden sonuncuya kadar gösterir. Çocuk iplik yapar. Hoca, vereceği malumatı, bu iş vasıtasıyla verir.” (İş Mektebi, Türk Yurdu, c.6, s.286). Bu gibi uygulamalar cumhuriyetin ilk yıllarında da okullarda uygulanmış ve günümüze kadar küçük değişikliklerle gelmiştir. Bazı meslek liselerinde marangozluk, dokumacılık gibi alanlarda aletli eğitim verilmektedir. Yine Halk Eğitim müdürlükleri değişen şartlara göre bu konularda kurslar düzenlemekte ve sertifikalar vermektedir. İlköğretim okullarının ikinci kademelerinde ve liselerde, Resim-İş, Ş eğitimi, İş Teknik derslerinde bu uygulamalar yapılmakta, ürünler kermeslerde sergilenmektedir.