• Sonuç bulunamadı

1932 SINIR ANTLAŞMAS

SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ

III-) 1932 SINIR ANTLAŞMAS

Osmanlı ile İran arasında 1823’te biten son savaştan 1930’lara kadar gelen dönemde sorunların temelini iki ülke arasındaki sınır ve sınırın iki tarafında yaşayan Kürtler oluşturmuştur. O dönemde Irak’ın da Osmanlı idaresinde olduğu düşünülürse sınırın uzunluğu ve yol açtığı sorunların boyutu daha iyi anlaşılabilir. Osmanlı-İran sınırının iki yanında yarı-göçebe Kürt aşiretleri yaşamaktaydı ve sınırı, adeta, sınır tanımaz bir şekilde kullanmaktaydılar.

Osmanlı 1821’de Yunan, Bosna-Hersek ve Vahhabi isyanlarıyla boğuşmaktadır. Bu ortamdan yararlanmak isteyen İran, bazı aşiretlerin Osmanlı’ya sığınmasını gibi sebebleri bahane göstererek bu ülkeye, Rusya’nın desteğinde iki cepheden savaş açar.383 İran’ın bu savaştan amacı, Osmanlı’nın içinde bulunduğu zor durumdan istifade etmek ve böylelikle 1813 tarihli Gülistan Antlaşması ile kaybettiği yerleri geri almaktır.384 Savaşın ilk yılında İran kuvvetleri Erzurum ve Bağdat’a kadar ilerler ancak kış mevsiminin gelmesiyle savaşa ara verilir. 1821 yazında tekrar başlayan savaşta İran Muş, Bitlis ve Erciş taraflarını da ele geçiririse de İran ordusunda başlayan kolera salgını ve Osmanlı’nın uğraşmaya devam ettiği Yunan isyanı tarafları anlaşmaya iter. Yapılan barış görüşmeleri sonucunda 1747 antlaşması esas alınarak 28 Temmuz 1823’te I. Erzurum Antlaşması imzalanır.385 1823’te Osmanlı döneminde imzalanan barış anlaşması da önceki anlaşmalar gibi sınır problemini çözememiş, muğlâk ifadelerle sorunu geçiştirmekle yetinmiştir. II. Mahmut’la başlayan ve Tanzimat’la devam eden merkezileşme ve modernleşme süreci sınır problemini tekrar gündeme getirmiştir. İngiltere ve Rusya’nın da ısrarlı çabalarıyla, 1843’te Erzurum’da faaliyete geçen

382

Şimşir, İngiliz Belgeleriyle, s. 259.

383

Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih (1789–1999), (5. Baskı), Filiz Kitabevi, İstanbul 2000, s. 157.

384

İ. Caner Türk, 1853–56 Kırım harbi Sırasında Osmanlı-İran İlişkileri, Osmanlı Devleti’ne Karşı Rus-İngiliz Antlaşması, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Yüksek Kisans Tezi), Erzurum, 2000, s. 9.

385

Melike Sarıkçıoğlu, Osmanlı-İran Hudut Anlaşmazlıkları ve 1913 İstanbul Protolkolü (1847– 1913), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Isparta, 2009, s. 22–23.

Sınır Komisyonu’nun çalışmaları, 1847 Erzurum Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Sınır komisyonunun dört yıllık bir çalışma sonucunda dokuz maddelik antlaşma taslağı iki devlete onaylanması için tevdi edilirse de Osmanlı, antlaşma taslağındaki bazı maddelerin müphem olduğunu belirterek bunların açıklığa kavuşturulmasını ister. Ancak Rusya ve İngiltere eliçileri sadece 4. maddenin açıklanmasını kabul eder ve bu ülkelerin baskısı ile Osmanlı ve İran 3 Haziran 1847’de dokuz maddelik anlaşmayı onaylar. Osmanlı’nın şartını daha sonra öğrenen İran antlaşmayı kabul etmediğini açıklarsa da bir sonuç alamaz.386 Buna göre kesin sınır, İngiliz ve Rus danışmanların da katılacağı bir komisyonun Ağrı’dan Basra Körfezi’ne kadar sınırda yapacağı inceleme sırasında kararlaştırılacaktı. Komisyon incelemelerine başlamasına rağmen Kırım Savaşı’nın başlamasıyla çalışmalarını durdurur ve ancak 1865 yılında tamamlayabilir. Bu incelemenin sonuçları 1869 İstanbul Anlaşması ile taraflarca kabul edilir. Ne var ki, Rusya ve İngiltere’nin baskısıyla imzalanan bu anlaşma, bu tarihten sonra da sınırın iki devlet açısından sorun teşkil etmesine mani olamamıştır. 1877–78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Rusya lehine tarafsızlığını ilan eden İran’a mükâfat olarak Rusya, Ayastefanos ve Berlin Anlaşmalarına Van yakınlarındaki ihtilaflı Kotur arazisinin bu ülkeye bırakılması ile ilgili bir madde eklenmesini sağlamış ve Kotur 1810’da İran’a bırakılmıştır.

1890’ların başında, İran sınırını kolayca kullanan Ermeni tedhişçiler Osmanlı açısından, İran kaynaklı yeni bir tehlike oluşturmuştur. Söz konusu dönemde, Doğu Anadolu’da Ermeni örgütlerinin faaliyetleri artarken, olaylar giderek İstanbul dâhil, Ermenilerin yaşadığı bütün vilayetlere yayılmıştır. En yoğun dönemi 1894 – 1896 yılları arasında yaşanan bu olayları gerçekleştirmek için Ermeni eylemciler İran sınırını kullanmakta; İran tarafında yaşayan Ermenilerden destek almaktaydılar. Bu eylemciler, Osmanlı yönetimini, o dönemde büyük zaafa uğratmış; bu durum, yeri geldiğinde İran tarafından Osmanlı’ya karşı bir silah olarak kullanılmıştır.

386

İran’da 1905’te başlayan Meşrutiyet İhtilali ile birlikte, bu ülke kargaşaya düşüp, merkezi idare zaafa uğrayınca Osmanlı avantajlı duruma geçmiştir. Berlin Antlaşması’ndan beri sürüncemede kalan ve pek çok olaya neden olan sınır problemlerinin çözümü için II. Abdülhamit yönetimi, askerî güç kullanmaya karar vermiştir. 1850’lerden beri ihtilaflı ve Osmanlı Devleti’ne ait olduğu ileri sürülen İran tarafındaki sınır bölgeleri, 1905 yılının sonbaharında, Osmanlı ordusu tarafından işgal edilmeye başlanmıştır İran tarihçilerinin iddiasına göre, Kaçar Muhammed Ali Şah, İstanbul’daki sefiri vasıtasıyla II. Abdülhamit ile gizlice anlaşmış ve Osmanlı ordusu, İran Azerbaycanına girerek Şah’a bir nevi yardım etmek istemiştir. Bu görüşe göre: “Muhammed Ali Şah’ın, Osmanlı ilerleyişi karşısında ciddi bir gayret göstermeyişinin altında İran’daki hürriyetçilerin, dolayısıyla meclisin bir çeşit cezalandırılması arzusunun yattığı aşikârdır. Zaman zaman mektuplaştıkları Sultan II. Abdülhamit’in, İran’daki meşrutiyet hareketine karşı olduğu ve hatta Muhammed Ali Şah’ı desteklediği düşünülürse, Osmanlı padişahının kendi ülkesindeki İttihat ve Terakki fırkasının faaliyetlerine mani olmak, kendi popülaritesini arttırmak için bu İran saldırılarını birinci plana çıkardığı görülür.”387 Sınır sorununun uzun zamandır çözülememesi, İran kuvvetlerinin zaman zaman Osmanlı sınırını geçmesi, Osmanlı’nın 1905’te Rusya’nın Azerbaycan topraklarındaki ilerleyişine tedbir almak istemesi ve aşiretlerle başa çıkamayan İran’ın bu konuda Osmanlı’dan yardım talep etmesi Osmanlı kuvvetlerinin İran topraklarına girmesinin diğer sebepleri arasında sayılabilir.388 Öte yandan Rusya ve İngiltere Almanya’nın Osmanlı’yı bu yönde teşvik ettiğine de inanmaktaydılar.389

Zaman geçtikçe ve İran’daki iç karışıklıklar sürdükçe Osmanlı birlikleri İran içlerinde ilerlemeye devam etmişlerdir. Bu durum 1913’e kadar devam etmiştir. 1908 sonrasında iktidarda söz sahibi olan İttihat ve Terakki Fırkası, 1905’te ele geçirilen topraklardan çekilmemiş ve çeşitli nedenlerle (hem içerdeki sınır görüşmelerinde Ruslar ve İran karşısında avantaj sağlamak, hem de, Azeri meşrutiyetçilerine yardım etmek için) işgali sürdürme eğilimine girmiştir. Ancak 387 Annaberdiyev, s. 25. 388 Sarıkçıoğlu, s. 107. 389 A.g.e., s. 109.

1907 Antlaşmasıyla, İran’ı, kendi aralarında nüfuz bölgelerine ayırmış olan İngiltere ve Rusya, Osmanlı birliklerinin işgalinden rahatsız olur. İlk başlarda geri çekileşmesi için yapılan yoğun Rus ve İngiliz baskılarına direnebilen Osmanlı hükümeti, iç ve dış sorunları arttıkça tavizler vermeye başlamıştır. İngiltere ve Rusya’nın yoğun diplomatik çabaları sonucunda, Trablusgarp Savaşı’nın hemen başlarında, 21 Aralık 1911 tarihli Tahran Protokolü imzalanmıştır. Protokole göre, oluşturulan ikili bir Osmanlı-İran Sınır Komisyonu çok az ilerleme kaydederken, asıl gelişme, Balkan Savaşı sırasında İngiliz ve Rus elçilerinin Osmanlı ile yaptıkları pazarlıklar sonucu gerçekleştirilmiştir.

Ekim 1912’de, Balkan Harbinin başlangıcında, Osmanlı birlikleri, bölgeden çekilirken yerini Rus güçlerine bırakmışlar; Türkiye, İran, İngiltere ve Rusya’dan oluşan bir komisyon, tartışmalı bölgedeki sınırları yeniden düzenlemiş ve 17 Kasım 1913’te, İstanbul’da imzalanan protokol ile, XIX. yüzyıl başlangıcındaki statüko yeniden sağlanmıştır.390

Nihaî sınırların belirlenmesi için uyulacak usul ve esasları belirleyen bu protokol, tüm sınırı çizmek için dört ülkeden oluşan yeni bir Sınır Komisyonu’nun kurulmasını öngörmüştür. İngiliz ve Rus delegelerine, arabuluculuktan da öte, hakemlik yetkisi verilmiştir. Ocak 1914’te, çalışmalarına başlayan bu yeni komisyon, aynı yılın Ekim ayı başlarında çalışmalarını tamamlamasına rağmen, çizilen bu yeni sınır I. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle hiçbir zaman resmî bir antlaşmaya dönüştürülememiştir.391 “70 yıldan daha uzun bir süre boyunca, 1893’ten 1914’e kadar, İngiltere ve Çarlık Rusyası, aralıklarla olsa herkesin canını sıkan Türk - İran sınırı sorunu çözmek için arabulucu güçler olarak çaba harcamışlardı.”392 Sovyetlerin telkiniyle ve onların diğer devletlerle imzaladığı çerçevede Türkiye ile İran arasında 1926 yılında imzalanan dostluk antlaşması, sınırda çıkan Kürt isyanları nedeniyle kısmen bozulur gibi olmuş; 1928 yılında imzalanan protokol ve III. Ağrı İsyanının bastırılmasında yapılan işbirliğiile

390

V. Minorsky – Th. Bois – N. McKenzie, Kürtler, (2. Basım), Doz Yayınları, İstanbul 2004, s. 103.

391

Gökhan Çetinsaya, “Türk Dış Politikasında İran Kaynaklı Geleneksel Tehdit Algılamaları ve Şiî Jeopolitiği”, Avrasya Dosyası, XIII/3, s. 165 – 167.

392

bozulan ilişkiler düzelmiştir. Ancak Türkiye bu düzelmenin bir eylemle sınırlı kalmayıp hukukî metne dönüştürülmesini ısrarla istemiştir.

Yukarıda anlatıldığı üzere, iki ülke arasındaki devam ede gelen sorunu çözmek amacıyla imzalanan 1926 Antlaşması’na büyük umutlar bağlanır. Ancak iki ülke arasındaki bu yakınlaşma uzun soluklu olmaz. Ebedi dostluk amacıyla yapılan ve sınır bölgelerinde güvenliğin sağlanmasını ve olayların önlenmesini esas alan 22 Nisan 1926 tarihli antlaşması, sınır sorunlarını kesin olarak çözümleyememiş ve sınır olayları bundan sonra da devam etmiştir. Temel anlaşmazlık konusu, Türkiye’de çıkan Kürt isyanları idi. 1925–1938 yılları arasında bir dizi Kürt isyanlarıyla karşılaşan ve bunları askerî yolla bastıran Türkiye, İran’ın yumuşak Kürt politikasından rahatsızlık duymaktaydı. İran’ın denetimi altında bulunan topraklardan geçen bazı Kürt aşiretleri, sınır ötesi eşkıyalık yapıyor, Türkiye tarafındaki aşiretler de İran’dan kolayca silah temin edebiliyordu. İran ise, Türkiye’nin İran Kürtlerini kışkırtmasından şüphelenmekteydi. Kürt aşiretlerinin sınırdaki hareketleri Türkiye ile İran arasında sınır meselesini gündeme getirdi. Türkiye’nin Kürt aşiretlerinin saldırılarını önlemek ve/veya cezalandırmak için sınır ötesi harekât yaptıkça sınırın tam olarak nereden geçtiği sorun olmaktaydı.393 Türkiye, son Ağrı İsyanları sırasında ilişkileri gerginleştiren, sonunda yaratılan fiilî durumla çözülmüş görünen bu sınır meselesinin resmî olarak da imzalanacak bir antlaşma yoluyla nihayete erdirilmesini istemekteydi.

29 Mart 1931 de İran’ın Ankara’ya yeni atadığı Büyükelçisi Mirza Sadık Han görevine başlarken itimatnamesini sunmasını müteakip şöyle konuşur:

“İki memleketin yükselmesinin kendi refahlarına mütevakıf olduğuna kani bulunan İran hükümeti ve milleti, iki milleti birleştiren dostluk bağlarının sıklaşmasına müessir bir suretle yardım için her zaman Türkiye ile kuvvetli bir tesanüt hissinin asarını ibraz etmişler ve aynı zamanda iki memleketi yekdiğerine bağlayan iktisadî münasebetlerin tesisi ve takviyesi suretiyle mütekabil menfaatlerini temine her zaman çalışmakta bulunmuşlardır. Zat-ı devletlerine arz ile şerefyab olduğum veçhile, bütün mesaimi memleketlerimiz arasındaki dostluk ve iyi anlaşma münasebetlerinin inkişafına sarfa münhasır olan ve Muhaffam

393

hükümdarım tarafından tenezzülen ita buyrulan talimat yüksek vazifemin ifası için bir esas teşkil edecektir.’’394

25 Eylül 1930’da Ankara da hudut tashihi konusunda belirlediği teklifi Hüsrev Bey’e gönderir. Hüsrev Bey, de aynı hafta içinde, bu teklifi nota biçiminde Hariciye Nazırı Furuqi Han’a iletir.395

Hüsrev Bey, bu arada, Ankara’ya gider. Dönüşünde Furuqi Han’ın mukabil notasını önünde bulur. Furuqi Han’la görüşen Hüsrev Bey kendisine Ankara’nın müzakerenin girdiği son şekilden hiç de memnun olmadığını, meselenin çıkmaza sokulmak istediği zehabına kapıldığını bildirir. Bu görüşmeyi İran’ın yeni bir notası ve buna Türkiye’nin cevabı takip eder.396

Hüsrev Bey’in teklifi üzerine hudut müzakerelerinin kendi nezareti altında Tahran’da yapılması Ankara tarafından kabul görür. Mayıs 1931’de müzakerelere başlanır. Ağustos ayına kadar birçok pürüzlü nokta halledilir.397 Ancak görüşmeler tıkanır. Tıkanmanın nedenini Tahran elçisi Hüsrev Bey şöyle anlatır:

“Teknik mesailde bizim için başlıca esas: tenkil harekâtı neticesinde, esasen eskiden beri Türkiye’ye ait olan Aybey Dağlarında elimize geçmiş bulunan sevkülceyş ve emniyet menfaatlerimizi muhafaza etmek, buna mukabil İranlılara onlar için askerî ehemmiyeti olmayan arazide tavizat vermekti. Bittabi emniyet ve asayiş bakımından da geçit, tepe ve yolların müdafaası da düşünülmüştü. Bu sayededir ki hududun bu mühim kısmında kaçakçılık, eşkıya baskını, koyun sürülerini çevirmek, aşiret tecavüzleri hemen ortadan kalkmış gibidir. Maalesef Maku kısmı, Kotur Geçidi gibi tarihen bize ait olan, şimalden gelerek İran’ı çiğneyerek bize saldıracak istila kuvvetlerinin istifade edeceği mıntıkalar üzerinde bittabi siyaseten herhangi bir iddia ileri sürülmesi bu mesaide mevzu bahis olamazdı. Zaten siyasetimizin ana hattı; dost İran’ın müstakil kalması, istila ordularının uğrağı olmaması bulunduğuna göre İran bize karşı aynı siyaseti takip ettikçe ve menfaatinin bizimle olduğunu unutmadıkça bu mülahazaların da kıymetli olmayacağı tabiidir.”398

Türkiye-İran sınırının Türkiye’nin isteği doğrultusunda yeniden düzenlenmesine yönelik görüşmeler Tahran’da aralıklarla devam eder. 1931 yazına gelindiğinde epey mesafe kat edilmiş ve kısa zamanda sonuçlanabileceği

394

Şimşir, Devlet Başkanları, II, s. 471.

395 Gerede, s. 194. 396 A.g.e., s. 195 – 196. 397 A.g.e., s. 198. 398 A.g.e, s. 200.

beklentisi doğmuştur. Gelinen noktada, arazi değişimi üzerinde mutabakat sağlanmıştır. Buna göre Türkiye Ağrı Dağı’nın tamamını alması karşılığında İran’a Kotur yakınında ve Maku - Beyazıt yolunun sınırı kestiği nokta olan Bazergan yakınında iki ayrı toprak parçası verecekti. Bundan sonra anlaşılması gereken nokta, karşılıklı olarak verilecek toprak parçalarının boyutlarının ne kadar olacağıydı. İran’a göre Türklerin sadece Ağrı Dağı’nın çevresini, dolaşabilmeleri için gerekli toprağa ihtiyaçları vardı ama görüşmelerde daha fazlasını istemekteydi. Yine İran’a göre, Türkiye’nin istediği toprak stratejik öneme sahipken karşılığında verecekleri toprak parçalarının hiçbir kıymeti yoktur.399

Müzakerelerin bundan sonrası nota teatisi, ara sıra toplanma suretiyle ufak tefek anlaşmazlıkların halli ile geçer. Hüsrev Bey’e göre görüşmelerde; “(Küçük) Ağrı Dağını muhafaza edeceğimizi kati olarak anlamış olan İranlılarla aramızda müşkül bir nokta kalmamıştı.”400 Uzlaşma umudu doğunca Hüsrev Bey talimat olmak için Ekim 1931’de Türkiye’ye döner.401 Ancak kendisinin yokluğunda İran tarafı bir tepe üzerinde ısrar ederek yeni bir ihtilaf çıkarır. 17 Aralık 1931’da Tevfik Rüştü Bey müzakerelerde gelinen son noktayı ve tereddütleri İran’a verilen notada şöyle dile getirir:

“Arazi mübadelesi meselesinin bir senedir halledilememiş olması İran’ı müteessir ettiği kadar bizi de müteellim etmektedir. Mevzuu siyasî bir gayeyi istihsale değil, tekniğe taalluk etmek itibarıyla uzamış olan bu müzakereler daha kısa bir zaman zarfında ikmal edilebilmiş olsaydı elbet pek çok memnun olacaktık. Çünkü aradığımız maksat, hududumuz emniyetiydi, fakat biz bu maksadı elde etmeğe çalışırken İran hududunun emniyetinin münsalip olmasını lakayt bir nazarla görmek ve İran’ın kendi emniyeti icabatını temin hususundaki hakkını tanımamak gibi bir şaibeden muarrayız. Binaenaleyh, son İran notasında, bu meselenin mevzu bahis edildiğini görünce derhal bütün dosyaları toplattım, daire-i aidesiyle görüştüm… Vardığımız netice, iki taraf müzakerecileri arasında tefavütün halli kabil bir safhaya ifrağ edilmiş olduğu merkezindedir. Krokilere atfedilecek bir nazar da bu ciheti teyit eder. Binaenaleyh, bu esaslı noktaya tekrar avdet etmek üzere, evvel emirde, asıl teessürümüzü mucip olmuş olan diğer bazı noktalar üzerinde biraz tevakkuf etmek ve onlara cevap vermek isterim.

1- Cemiyet-i Akvam’a müracaattan bahsolunuyor. Pek tabiidir ki azası olmadığımız bir cemiyete müracaat edebilmemize imkân yoktur. Bu halde, İran hükümetinin böyle bir müracaat teşebbüsü olsa olsa şikâyet mahiyetinde

399 A.g.e., s. 199. 400 A.g.e., s. 201. 401 Gerede, s. 201.

olacaktır. İran Devlet-i Aliyesine rânâ malumdur ki biz o cemiyete henüz mensup bulunmadığımız için, dâhil olmadığımız böyle bir teşekkülün bizim işlerimize karışmasına müsait olamayız. Bir muahedename maddesiyle tetkikine salâhiyettar olduğu Musul işinde dahi Cemiyet-i Akvam kararını kabul etmemiş olduğumuz vakidir ve herkesin malumudur. O iş, alakadar devletlerarasında nihayet dostane bir surette halledildi. Kaldı ki, İran’la aramızda böyle bir Cemiyet-i Akvam’a ait hiçbir kayıt ve karar yoktur. Tarafeynin iyi niyetlerini gösteren mübadele kararından feragat için de ortada bir sebep mevcut değildir. Binaenaleyh, İran notasında mübadeleden feragat tarikinin ihtiyarı hususunun ileri sürülmesi, haberimiz olmaksızın sebebiyet verilmiş bir suitefehhümün neticesi veya ani bir teessürün ifadesi değilse dostane telakkisi müşkül olan bir teşebbüs muvacehesinde bulunuyoruz demektir ki, bu hareket dost İran’dan asla beklemeyeceğimiz siyaset tebeddülü şüphesini tevlit eder.

2- İran’la aramızda zuhur edecek herhangi bir suitefehhümü izaleye çalışmak ve vaziyeti aydınlatmak cidden ehemmiyet atfettiğimiz esaslı bir vazifemizdir. Fakat iki dost memleket arasında mevcut ihtilafa çare-i hal ararken ve bu hususu esaslı bir vazife telakki etmekteyken komşumuzun bizi dostane addedilemeyecek hareketler ve teşebbüsler karşısında bırakmasını anlayamazsak mazur görüleceğimiz tabiidir.

Ancak iki komşu devlet reislerinin en salâhiyettar lisanlarıyla ifade edilen esaslı siyaset, behemehal dostluk olduğuna göre, yine vaziyeti elimizden geldiği kadar hep o mecraya sevk ile kendimizi mükellef addediyoruz. Bu itibarla, eğer zan ve tahmin etmek istediğimiz gibi mütekabil politikamızın esasında meçhulümüz olan herhangi bir amilin tesiriyle İran hesabına bir tebeddül vukua gelmiş değilse yanlış tefehhümleri mucip olmuş bulunan noktaları tamamıyla tavzih ve tenvire amadeyiz. Şayet Türkiye hükümetine matuf isnatlar varsa bunların külliyen esassızlığını da ispata talibiz.”402

Bu gelişmeler üzerine Ankara’da, meseleyi yerinde halletmesi için Tevfik Rüştü Bey’in, Rıza Şah’ın izzeti nefsini okşamak için, bizzat Tahran’a gitmesi fikri ağırlık kazanır.403 Kamuoyuna ise “müzakeratın nihaî safhasına yaklaştığı, bu müzakeratı intaç için” Hariciye Vekilinin İran’a gideceği açıklanır ve davet deTahran’dan gelmiş gibi gösterilir. Beraberindeki heyetle 9 Ocak 1932’de Türkiye’den ayrılan Tevfik Rüştü Bey’in diğer bir amacı da Tahran’da bulunduğu süre zarfında Türkiye-İran ilişkilerinde mevcut bütün sorunları gözden geçirmekti.

Türk tarafının kararlı tutumuyla, Tevfik Rüştü Bey, dört gün içinde sonuca varır. Şah’ın samimiyetine karşın, İran hariciye vekili kendi açısından Türkiye’nin niyetlerinden kuşku duyduğunu söylerse de, Tevfik Rüştü Bey’in aleni samimiyeti

402

Gerede, s. 202 – 204.

403

bu şüpheleri ortadan kaldırır.404 İran genelkurmayının direnişine rağmen Şah’ın inisayatifiyle Türkiye’nin dediği olur. Uluslararası ve bölgesel rüzgârların Türkiye’nin lehine estiği bir ortamda İran, Türkiye’yi darıltmayı göze alamaz. Nitekim yegâne halledilemeyen ve İranlıların ısrar ettikleri bir nokta üzerindeki ihtilafın çözümünü Türk tarafı Şah’ın hakemliğine bırakırken, Rıza Şah, konuyu kendisine ileten subaya şöyle der:

“Beni anlamıyor musunuz? Önemli olan; Türkiye ile olan sınır problemlerimizin bir an önce ve ilelebet çözümlenmesidir. İki ülke arasında geçmişten gelen ve daima düşmanlarımızın işine yarayan uyuşmazlıklar son bulmalı ve Türkiye ile İran arasında karşılıklı çıkarlarımıza dayalı samimî bir dostluk kurulmalı. Eğer biz birleşir ve ittifak edersek kimseden korkmayız.”405

Sonunda, Türkiye - İran sınır çizgisini belirleyen antlaşma (Türkiye – İran Hudut Hattının Tayinine Dair İtilafname) Tahran’da 23 Ocak 1932’de imzalanır. Antlaşmanın imzasını Hariciye Vekili Tevfik Rüştü BeyAnkara’ya müjdeler.406 Ağrı Dağı’nın tamamını Türkiye alırken karşılığında Van civarındaki Kotur arazisi İran’a verilir. İran meclisinde 26 Mayıs’ta kabul edilen antlaşma, birkaç gün sonra Şah’ın da onayını alırken, TBMM antlaşmayı 18 Haziran’da onaylar.407 Tevfik Rüştü Bey ve Furuqi tarafından imzalanan üç maddelik antlaşmanın birinci maddesinde Türkiye - İran sınır çizgisinin nereden geçtiği nokta nokta, ayrıntılı olarak belirtilir. Buna göre, Türkiye-İran sınırı Aras ile Karasu nehirlerinin birleştiği bir numaralı sınır taşından başlayarak, Dalanpir Dağı’nın en yüksek yerinden geçtikten sonra Türk - Irak sınırındaki 99 numaralı sınır taşına bağlanmıştır. İkinci maddeye göre ise:

“Birinci maddede belirtilen sınır çizgisini arazi üzerinde işaret etmek üzere bir çizim komisyonu kurulacaktır.

Bu komisyon, ikisi Türkiye Hükümeti, ikisi de İran hükümeti tarafından atanacak dört temsilciden oluşacaktır. Çizim Komisyonu, 1932 Haziranı içinde toplanacak ve çalışmalarına iş bu anlaşmadaki tanımları en yakından izlemeye gayret edecektir.

Komisyonun masrafları Türkiye ile İran arasında eşit bölünecektir.

404 Özgiray, s. 693. 405 Arfa, s. 230 – 231.