• Sonuç bulunamadı

1.3. Sinema Ve İmaj Oluşumunda Sinemanın Rolü

1.3.3. Sinemanın Türkiye’deki Gelişim Süreci

Türk sinemasının ne zaman başladığına yönelik fikir birliği bulunmasa da, Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonrasında Ruslar tarafından İstanbul Yeşilköy’e yapılan anıtın Osmanlı Devleti’nce 14 Kasım 1914 tarihinde yıkılmasını gösteren 150 metrelik film, çoğu kişi tarafından ilk Türk filmi olarak kabul edilmektedir. Bu görüntüleri kameraya alan Fuat Uzkınay da ilk Türk sinemacısı olarak tarihteki yerini almıştır. Bir anıtın yıkılışının görüntülenmesiyle başlayan Türk sineması, bugün ise milyon dolarlık çok sayıda filmin yapıldığı, uluslararası ödüller kazanan yapımları ve yönetmenleri içerisinde barındıran büyük bir sektör haline dönüşmüştür.

Ülkemizdeki ilk sinema gösterimi 1896 yılında Bertrand isimli bir Fransız tarafından Yıldız Sarayı’nda gerçekleştirilmiştir. Halka açık ilk gösteriler ise Fransız Pathe film şirketinin İstanbul’daki temsilcisi S. Weinberg tarafından 1897 yılında Beyoğlu ve Şehzadebaşı’nda yapılmıştır (Gökmen, 1989: 13). 1898 senesinde Weinberg’in filmlerinden daha kaliteli denebilecek ve uzun süreli filmler Cambon ismindeki yine bir Fransız tarafından İstanbul Beyoğlu’nda izleyicilere sunulmuş, Weinberg ve Cambon’un bu gösterimleri özellikle ramazan aylarında karagöz ve ortaoyunun yanında insanları eğlendirmeye devam etmiştir (Özön, 2013: 38). Ancak adı geçen yabancıların Anadolu’da film gösterilerine izin verilse de, o dönemin güvenlik tedbirleri kapsamında yabancı bir kişinin Anadolu’da film çekmesi kesin şekilde yasaklanmıştır (Özuyar, 2004, 41). Ayrıca ilk gösterimleri yabancılar tarafından yapılan ve yoğun ilgi gören sinema, başlangıçta halkın çoğunluğunca şeytan icadı olarak görülmüş fakat kısa sürede toplum genelinde kabullenilmiştir (Arslan, 2004: 95). Yurtdışından gelen filmlere halkın zamanla yoğun ilgi göstermesi sonucunda ülkemizdeki ilk yerleşik sinemayı 1908 yılında Fransız Pathe şirketi İstanbul Tepebaşı’nda açmış, ardından Beyoğlu’nda da değişik isimler altında sinemalar açılmıştır. Bu sinemalar ilk zamanlar sadece erkeklere mahsusken, sonrasında kadınlar matinesi de başlatılmıştır. Yine bu dönemlerde filmler Fransa, İtalya ve Almanya’dan getirilirken, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından sadece Almanya’dan film getirtilmiştir (Gökmen, 1989: 15-17).

Ülkemizde ilk film bilindiği kadarıyla 1905 yılında çekilmiştir. Ancak yapımcısının kim olduğu bilinmeyen bu filmde, S. Sırrı Tarcan isimli bir Türk

76

rehberlik yaptığı bilgisinden filmin yabancılar tarafından çekildiği düşünülmektedir. Günümüzde film ile ilgili herhangi bir resmi belge bulunamadığından bu film ülkemizdeki ilk film olarak kabul edilmemiştir. Benzer şekilde Fransız S. Weinberg tarafından da 1909 yılında bir film çekilmiş, hatta filmin bir fotoğrafı Servet-i Fünun dergisinde yayımlanmış ancak bu filmde günümüze kadar ulaşamamıştır (Önder ve Baydemir, 2005: 118). Bu nedenlerle 14 Kasım 1914 günü Yeşilköy’deki Rus Anıtı’nın yıkılışını gösteren ve Fuat Uzkınay tarafından görüntülendiği iddia edilen film Türk sinema tarihinin ilk filmi olarak kabul edilmektedir. Fakat bu görüntülerle ilgili kesin kanıtların bulunmaması nedeniyle, bu konuyla ilgili tartışmalar da halen devam etmektedir. Hatta Osmanlı tebaasından gayrimüslim Manaki Kardeşlerin 1905 yılında çektikleri ‘Yün Eğiren Kadınlar’ isimli filmi, Türk sinemasının başlangıcı olarak görenlerde vardır (Evren, 2013: 73). Ancak Manaki Kardeşlerin, Osmanlı tebaası olmalarına rağmen Balkanlarda yaşamaları ve gayrimüslim olmaları nedeniyle bu görüş çok fazla kabul görmemiştir.

Türk sinema tarihini araştıran yazarlar, Türk sinemasını farklı şekillerde dönemlere ayırmışlardır. Örneğin A. Şerif Onaran Türk sinemasını; 1- Tiyatrocular Dönemi (1923-1939), 2- Geçiş Dönemi (1939-1952), 3- Sinemacılar Dönemi (1952- 1963), 4- Yeni Türk Sineması Dönemi (1963-1980) şeklinde tasnif ederken; sinema tarihçisi Nijat Özön Türk sinemasını; 1- İlk Dönem (1910-1922), 2- Tiyatrocular Dönemi (1922-1939), 3- Geçiş Dönemi (1939-1950), 4- Sinemacılar Dönemi (1950- 1970) ve 5- Genç/Yeni Sinemacılar Dönemi (1970 ve sonrası) şeklinde dönemlere ayırmıştır.

Bu çalışmada Nijat Özön'ün yaptığı tasnife göre Türk sinema tarihi incelenecek olup, bu tasnif doğrultusunda Türk sinemasını dönemsel olarak kısaca şu şekilde açıklayabiliriz;

1- İlk Dönem (1910-1922): Türk sinemasının ilk dönemini yabancıların İstanbul’da yaptıkları film gösterileri başlatmıştır. Başlangıçta bu gösterimlere halk yoğun ilgi göstermiş ve bu ilginin sonucunda değişik yerlerde sinema salonları açılmış olsa da Türk sineması adına henüz profesyonel bir çalışma yapılmamıştır. Bu nedenle ilk dönemin en önemli gelişmesi Enver Paşa’nın girişimleri sonucu 1915 yılında Merkez Ordu Sinema Dairesi (MOSD)’nin kurulmasıdır. Hatta Türk sinemasını belirli bir düzene soktuğu ve sistemleştirdiği gerekçesiyle MOSD’un kuruluş yılı olan 1915’i

77

Türk sinemasının başlangıcı olarak gören yazarlar da mevcuttur. Bu dönemin bir diğer önemli gelişmesi de halk ile ordu arasında sağlıklı bir iletişim kurulması için faaliyete başlayan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin sinema çalışmalarına başlamasıdır.

Profesyonel manada film yapımcılığı dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de ordu içerisinde yapılan çalışmalar ile başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı esnasında Harbiye Nazırı olan Enver Paşa, Almanya’ya yaptığı ziyarette Alman ordusunda sinema biriminin olduğunu görmüş, sinemaya verilen önemi kavrayarak aynı birimin Osmanlı ordusunda da kurulması emrini vermiştir (Onaran, 1994: 13). Enver Paşa’nın çabaları sonucu 1915 yılında kurulan Merkez Ordu Sinema Dairesi isimli bu yeni birimin başına da Türkiye’de sinemanın gelişmesini sağlayan Fransız S. Weinberg, yardımcılığına Fuat Uzkınay getirilmiştir (Özön, 2013: 50). Ayrıca bu dairenin haricinde, orduyla halkın ilişkisini geliştirmek amacıyla kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nce 1916 yılında alınan bir kararla sinema çalışmaları başlatılmış, Kenan Erginsoy’un başkanlığa getirildiği bu grup da Almanya’dan getirdiği cihazlar ile savaş görüntülerini çekmeye başlamıştır (Odabaş, 2012: 207-208).

Merkez Ordu Sinema Dairesi’nin kurulmasının ardından bu birimin başına getirilen Weinberg, MOSD’un savaş görüntülerinin yanı sıra konulu filmlerde çekmesi için Enver Paşa’yı ikna etmesi üzerine ‘Leblebici Horhor’ ve ‘Himmet Ağa’nın İzdivacı’ isimli iki filmi çekmeye başlamış, bu filmlerden Leblebici Horhor yarım kalırken Türk oyuncularında yer aldığı ‘Himmet Ağa’nın İzdivacı’ isimli film savaş sonrasında tamamlanabilmiştir (Onaran, 1994: 14). Ayrıca dönemin Türk sinemasındaki bir diğer aktörü olan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti de bu yıllarda kurmaca filmler çekmeye başlamıştır. Yönetmenliğini cemiyetin genç üyesi Sedat Simavi’nin yaptığı ‘Pençe’ ve ‘Casus’ isimli iki film (Odabaş, 2012: 208) 1917 yılında çekilmiş ve bu filmler ülkemizde çekilen ilk uzun metrajlı filmler olmuşlardır (Kaplan, 2003: 740).

Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin elinde bulunan belgeleri ve araçları Mondros Mütarekesi hükümleri yüzünden Malül Gaziler Cemiyeti’ne bağışlamak zorunda kalmasının ardından, bu cemiyette film çalışmalarına yönelmiş ve 1919 yılında ‘Mürebbiye’ isimli filmi çekmiştir. Ancak bu film Fransızları aşağıladığı gerekçesiyle işgal kuvvetlerince yasaklanmış, böylece ‘Mürebbiye’ sansürlenen ilk Türk filmi olmuştur (Odabaş, 2012: 208). Ayrıca 1919 yılında tiyatrocu Ahmet Fehim tarafından

78

göbek danslarına da yer verilen ‘Binnaz’ isimli bir film de çekilmiştir (Kayserili, 2016: 83).

2- Tiyatrocular Dönemi (1922-1939):

Türk sinemasının 1922 yılından 1939 yılına kadarki süreci ‘Tiyatrocular Dönemi’ olarak adlandırılmaktadır. Bu döneme tiyatrocular şeklinde çoğul bir ifade kullanılsa da, bu dönemdeki tiyatro kökenli yönetmen sadece Muhsin Ertuğrul’dur ve Ertuğrul’da Türk sinemasının bu dönemine tek başına egemen olmuştur. 17 yıllık bu egemenlik, dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş bir örnektir (Onaran, 1994: 21).

1920’li ve 1930’lu yıllar yeni kurulan cumhuriyet rejiminin yapılanması için uğraşıldığı yıllardır. Ancak bu dönemde cumhuriyet felsefesine göre sanatsal ve kültürel üretimler de yapılmasına rağmen, sinema açısından devletin veya özel teşebbüsün ciddi bir girişimi olmamıştır (Ayça,1992:118). Bu yüzden cumhuriyetin ilk beş yılında yerli sinema oldukça etkisizdir. Bu dönemin ilk önemli gelişmesi, 1922 yılında Kemal ve Şakir Seden kardeşlerin Kemal Film isimli Türkiye’nin ilk özel film yapımevini kurmalarıdır (Odabaş, 2012: 208). 1928 yılında sinema salonları bulunan İpekçi Kardeşler, İpek Film isimli şirketlerini kurmuşlar ve bu şirket sayesinde uzun yıllar ülkemizin film sektörünü kendi tekellerinde bulundurmuşlardır (Kaplan, 2003: 740).

Bu yıllarda Türk sinemasındaki tek yönetmen olarak dönemine damga vuran ve bu döneme ‘Tiyatrocular Dönemi’ denmesine neden olan Muhsin Ertuğrul’un Türk sinemasına katkıları tartışılmazdır. Ancak bu katkılarının yanında Muhsin Ertuğrul’a sinema konusunda ciddi eleştirilerin de yapıldığı görülmektedir. Bu eleştirilerin en önemlileri, Muhsin Ertuğrul’un filmlerinde tiyatroyu çok fazla ön plana çıkarması ve Batıya fazla açık olmasıdır. Örneğin Muhsin Ertuğrul tarafından yönetilen 30 civarındaki filmden en az üçte ikisi batı kaynaklı veya batı sinemasından etkiler taşımaktadır (Scognamillo, 1998: 58).

3- Geçiş Dönemi (1939-1950):

Türk sinema tarihinin 1939 ile 1950 yılları arasını kapsayan ‘geçiş dönemi’, henüz gelişememiş olan Türk sinemasına İkinci Dünya Savaşı’nın da darbe vurduğu yıllar olmuştur. Her ne kadar Türkiye savaşa girmese de ülkedeki ekonomik sıkıntılar nedeniyle bu dönemde az sayıda film çekilmiş, yeni filmler çekmek yerine başta Mısır

79

olmak üzere diğer ülkelerin sinema filmleri Türkiye’ye getirtilmiştir (Arslan, 2004: 95). Bu yüzden 1941 yılında bir, 1942 yılında dört, 1943’de iki ve 1944 yılında da sadece bir film çekilebilmiştir (Özön, 2013: 126).

Savaşın olumsuzluklarıyla birlikte ‘Tiyatrocular Dönemi’nden gelen yanlış alışkanlıklarda bu dönemin verimsizliğinde etkili olmuştur. Muhsin Ertuğrul’un etkisinde kalıp onun çizgisinde devam edenler veya kendi kişisel hevesleriyle farklı birkaç yeni tarz deneyen yönetmenler yüzünden bu dönemde Türk sineması gelişememiş ve aradan geçen uzun yıllara rağmen film sektörü Türkiye’de hala endüstri halini alamamıştır (Scognamillo, 1998: 132). Ayrıca bu dönem içerisinde Türk sinemasını olumlu ve olumsuz etkileyen bazı hukuki düzenlemeler de yapılmıştır. 1939 yılında kabul edilen sansür kanunundan sinema sektörü olumsuz etkilenirken, 1948’de yerli filmlerde vergi indirimine gidilmesi sinema açısından bu dönemin tek olumlu gelişmesi olmuştur (Erkılıç, 2008: 60).

4- Sinemacılar Dönemi (1950-1970):

1950’den itibaren Adnan Menderes’in başbakanlığında Türkiye’de yaşanan olağanüstü siyasi olaylar, ekonomi, kültür ve sosyal alanlarda da değişim rüzgârlarının esmesine neden olmuş, bu değişim rüzgârlarından film endüstrisi de nasibini almıştır. Türk sinemasının ‘Sinemacılar Dönemi’ şeklinde adlandırılan yılları bu dönemlerde filizlenmiş ve çoğu sinema tarihçisi, Lütfi Ömer Akad’ın 1952 yılında çektiği ‘Kanun Namına’ isimli film ile Sinemacılar Dönemi’ni başlatmıştır (Onaran, 1994: 53).

İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi ile birlikte yaşanan ekonomik rahatlama 1950’den itibaren film sektörüne de olumlu yansımıştır. Bu dönemde ithal edilen yabancı filmlerin yanı sıra Türk edebiyatından uyarlanan veya tarihi konuları işleyen Türk filmleri de çekilmeye başlanmıştır. Bu yeni anlayış sonraki yılların filmlerinde de ana tema olarak işlenmiş, 1950’li yıllardan itibaren başlayan film üretimindeki artışla birlikte Türk sinemasında ‘Altın Çağ’ olarak nitelendirilen 1960’lı ve 70’li yılların zemini hazırlanmıştır.16 Ayrıca bu dönemlerde Anadolu’nun çeşitli yerlerinde sinema salonları ve yapım şirketleri birbiri ardına açılmaya başlamış ancak bu yoğun talep de film sektöründe yetişmiş kalifiye eleman eksikliğini ortaya çıkarmıştır. Bu

80

ihtiyacın karşılanması için insanlar teknisyenliğe, oyunculuğa ve hatta yönetmenliğe özendirilmiştir. Bunun da yeterli olmaması üzerine daha önceki yıllarda Türkiye’de veya yurtdışında yapılan filmler yeniden çekilmiştir(Ayça, 1992: 120).

1960’lar Türk sinemasının büyük değişimler geçirdiği yıllar olmuştur. Bir yandan Türk sineması büyüyüp gelişirken, bir yandan da ülkede gerçekleşen darbe ve diğer siyasi hareketlilikler sinemanın bazı güçlüklerle karşılaşmasına neden olmuştur. Ayrıca toplumsal değişimlerin etkisinden, bu dönemde çekilen sinema filmleri de toplumsal, devrimci, milli ve halk sineması gibi kuramsal gruplara ayrılmış ancak sinemadaki üretimde durmadan devam etmiştir. Örneğin ülkemizde 1960 yılında 68, 1965’de 214, 1969 yılında da 229 film çekilmiştir (Scognamillo, 1998: 189-191). Yaşanan bu gelişmelerin haricinde sinema ile ilgili bazı yasal düzenlemelerde bu yıllarda yürürlüğe girmiştir. 1960 ve 1970’li yıllarda Türk sinemasının gelişmesini sağlamak amacıyla film ithalatını zorlaştıran uygulamalar getirilmiş, yabancı filmlerden alınan vergiler de % 70 gibi çok yüksek bir orana çıkarılarak sinemamız korunmaya çalışılmıştır. (Erus, 2007: 8).

5- Genç/Yeni Sinemacılar Dönemi (1970 ve sonrası)

Film üretimi için yeterli destek sağlanamaması, dış pazarının olmaması, filmlerin teknik açıdan kalitesiz kalması ve sinema salonlarının televizyon ile rekabet edemeyerek kapanması sonucunda, 1970’li yılların başlarında Türk sinema sektörü bitme noktasına gelmiştir. Ancak geçen birkaç yılın ardından Yılmaz Güney, Zeki Ökten, Şerif Gören, Erden Kıral ve Ömer Kavur gibi yönetmenlerin filmleriyle (Kaplan, 2003: 744) Türk sineması yeniden hayat bulmuş, bu canlılık 1980’lerde de devam etmiştir. Ayrıca Türk sineması 1980’lerde tarzını da değiştirmeye başlamış, filmlerin konusu köy hayatından şehir hayatına geçmiş, 80’lerin sonlarına doğru muhafazakâr kesimlerin sorunları da beyaz perdede yansıtılmaya çalışılmıştır (Vardan, 2003: 746-747). Ayrıca Türk sinemasında 12 Mart ve 12 Eylül askeri müdahalelerinin etkisiyle bazı konularda yalnızca belirli temalar işlenebilmiştir. Örneğin bu yılların filmlerinde, yargısız infazların veya işkencenin faili olarak sadece kötü polisler gösterilmiştir (Maktav, 2006).

Yaşanan gelişmeler ve ilerlemelere rağmen 1980’lerde seyircinin sinemadan uzaklaşması ve Türkiye’deki film dağıtımlarında Amerikan şirketlerinin egemen

81

olmaya başlaması Türk filmlerinin yine zorluklar yaşamasına neden olmuştur. Bu sorunlar 1990’lı yıllarda film üretimine aynen yansımış ve bu dönemlerde yerli film üretimi yılda 20’li sayılara kadar düşmüştür. Ancak söz konusu üretimdeki verimsizliğe rağmen 1990’larda Türk sineması radikal değişimler yaşamış, görüntü ve ses tekniklerinde kalite yükselirken, bir yandan da yabancı yönetmen ve görüntü yönetmenleri piyasada görülmeye başlanmıştır. Ayrıca bu yıllarda bağımsız sinema anlayışını benimseyen ve filmin hem yapımcısı hem de yönetmeni olarak kendi filmlerini çeken kişiler de ortaya çıkmıştır (Onaran ve Vardar, 2005: 4-6). 90’lı yılların bir diğer özelliği ise, bireyin üzerine kurulmuş ruhbilimsel filmlerin de çekilmeye başlanmasıdır. Bu filmler kentsoylu olmak isteyen kişilerin uğraşlarından kesitler sunarken, Türkiye olarak gösterilen yer de sadece İstanbul’dur (Scognamillo, 1998: 512).

Teknolojinin sürekli kendini yenilemesi ve artan eğitim düzeyi ile birlikte sinema izleyicisinin profili 2000’li yıllardan itibaren değişmeye başlamış, bunun yanında filmlerin anlatımlarında da önemli değişiklikler olmuştur. Bu dönemde Türk filmleri teknik açıdan uluslararası standartlara erişmiş, sinemanın okulundan gelen yeni bir nesil de sinemada söz sahibi olmaya başlamıştır. Ayrıca 2004’de çıkarılan “5224 sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi Ve Sınıflandırılması İle Desteklenmesi Hakkında Kanun” da Türk sinemasına ciddi şekilde katkı yapmıştır.17 Tüm bu gelişmeler neticesinde 2005 yılıyla birlikte yerli film sayısı ve bu filmlerin gişe başarısı önemli oranda artmış, 2010 yılı sonrası Türk sineması istenilen kapasitelere ulaşarak belirli bir istikrarı yakalamıştır. Bu gelişmelere örnek olması açısından; 2011 yılında Türkiye’de gösterime giren filmlerin 75 adeti yerli iken, bu sayı 2015 yılında 136’ya çıkmıştır (Şentürk vd., 2017: 29). Bu rakamlar ilk başta çok dikkat çekici gelmese de, diğer ülke sinemalarının film üretimleri ve izleyici oranları dikkate alındığında Türk sinemasının oldukça iyi durumda olduğu görülmektedir. Zira 2010 yılında yirmi milyonun üzerinde sinema bileti satılan ülkelerde yapılan bir araştırmaya göre Türkiye, 37 milyon sinema izleyicisinden % 51’inin yerli filmlere gittiği ve % 42’lik oranla Hollywood egemenliğinin en az olduğu beşinci ülke durumundadır (Ormanlı, 2013: 24).

17 kültür.gov.tr

82

Özellikle 2000 yılından sonra yaşadığı değişimler, dünya standartlarındaki teknik altyapısı, yıldız oyuncu kadrosu ve uluslararası başarılar elde edebilen yapımları neticesinde Türk sineması bugün itibariyle önemli bir endüstri halini almıştır. 2018 yılı verilerine göre; ülkemizde gösterime giren 442 filmden 180’i Türk filmidir. Ayrıca sinemaya giden 70.406.259 kişiden 44.635.265’i Türk filmlerine gitmiş ve ülkedeki toplam 896.714.497 TL’lik gişe hasılatının 544.776.019 TL’si yerli filmlerden elde edilmiştir.18