• Sonuç bulunamadı

1.3. Sinema Ve İmaj Oluşumunda Sinemanın Rolü

1.3.2. Amerikan Film Endüstrisi: Hollywood

Dünyanın birçok ülkesinde sinema denilince akla ilk gelen kavram genellikle Hollywood’dur. Avrupa da doğuşuna rağmen Hollywood’un sinemanın en önemli aktörü olması ve film endüstrisini tekeline alması ise tesadüfi bir sürecin sonucu değildir. Büyük finansal olanakları, sinemayı önemseyen yaklaşımları ve yıldız oyuncu sistemine dayalı projeleri ile ilk dönemlerinden itibaren Amerikan sineması çok hızlı bir yükseliş göstermiş, üretim ve dağıtım ağları sayesinde de sadece Amerika’nın değil bütün dünya sinemasının egemen gücü haline gelmiştir.

Amerikan film endüstrisi, Avrupa ülke sinemalarında yaşanan gelişmelerden etkilenerek ancak onlardan çok ayrı bir çizgide ilerleme göstermiştir. Örneğin Amerikan sinemasına bilim insanları, tiyatrocular veya sanatseverler değil, çok farklı sektörlerde faaliyet gösteren fakat sinemanın ticari geleceğini fark eden tecrübeli veya tecrübesiz tüccarlar öncülük etmişlerdir (Scognamillo, 1997: 23). Bu nedenle fabrikasyon sistemi gibi üretim halinde olan Amerikan film endüstrisini birkaç zeki işadamı şekillendirmekte ve belirlemektedir. Söz konusu birkaç işadamı da sinemaya, yatırmış oldukları paraları fazlasıyla geri alabilecekleri bir ticaret gözüyle bakmaktadır

68

(Rotha, 1996: 83). Bu durum da Amerikan sinemasına nasıl bir bakış açısıyla yaklaşılması konusunda insanlara önemli ipuçları vermektedir.

Hollywood, ABD'nin Kaliforniya eyaletinde Los Angeles şehrinin kuzeybatısında yer alan ve film yapımcıları tarafından keşfedilene kadar küçük ve sıradan bir kenar mahallesi iken, bugün itibariyle dünya genelinde bir etkinliğe sahip ve Amerikan sinemasının merkezi haline gelmiş bir kasabadır. Hollywood’un yapımcılar tarafından fark edilmesi ise bilinçli bir çalışmadan ziyade tesadüfi bir gelişmedir. 1908 yılında Chicago’da Monte Kristo Kontu filmini çeken yapımcı W.N. Selig, hava şartları nedeniyle filmin dış mekân ve deniz sahnelerini çekememesi üzerine kameramanı T. Persons’u, çekim yapabilecekleri uygun mekânlar bulması için Kaliforniya’ya göndermiştir. Persons’un Holyywood’u keşfetmesi üzerine film ekibi de Hollywood’a gelerek Pasifik Okyanusu’nun kenarında filmin çekimlerini tamamlamışlar ve çekimlerin ardından yapımcı Selig Hollywood’a yerleşmiştir (Scognamillo, 1997: 27). İlerleyen süreçte New York ve Chicago şehirlerinde ilk film şirketlerinin kurmuş olduğu tekelden kaçmaya çalışan diğer film yapımcıları için de Hollywood kurtuluş yeri olmuştur (Yaylagül, 2010: 12). Öyle ki, güzel iklimiyle, geniş ve ucuz arazileriyle, ayrıca sendikaların olmamasıyla yapımcıların filmlerini daha düşük maliyetlerle çekebilecekleri uygun bir ortam (Gomery, 2003: 64) yaratmış olan Hollywood, bu yüzden bütün yapımcıları kendisine çekerek sadece Amerikan sinemasının değil zamanla dünya sinemasının da kalbi haline gelmiştir.

Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan sinemasal faaliyetlerin ve gelişmelerin bir yansıması olarak ABD’nin ilk sinema salonu 1902 yılında Los Angeles şehrinde açılmıştır. Bu yenilikten üç yıl sonra New York şehrinde de başka bir sinema salonu faaliyete geçmiştir. 1905 yılına gelindiğinde öncül sinema salonlarını unutturan ‘Nickelodeon’ veya ‘Five Cent Movie Theatre’ adıyla bilinen 200-300 koltuk kapasitesine sahip oldukça konforlu ve büyük sinema salonları insanların beğenisine sunulmuş ve çok kısa bir sürede bu salonlar Amerika’nın her yerine yayılmıştır (Ünal, 2011: 11). Amerika’da film endüstrisinde atılan dev atılımlar hızla meyvelerini vermeye başlamış ve sinema tarihinin ilk konulu filmi ‘Büyük Tren Soygunu’ 1903 yılında Amerika’da çekilmiştir.Yıllar geçtikçe yaşanan gelişmeler ve teknolojinin ilerlemesi, sinemanın eksik parçalarını birleştirmesini de sağlamış, 1926 yılında müzikli ilk film ‘Don Juan’, 1927 yılında (kısmen de olsa) sözlü ilk film ‘Caz

69

Şarkıcısı’ çekilmiştir. 1928 yılına gelindiğinde tamamen sözlü ‘New York Işıkları’ filmi, 1929 yılında ‘Brodway Melody’ isimli müzikal film ve 1930 yılında da renkli ilk filmler yapılmıştır (Gökmen, 1989: 13). Tüm bu yaşanan değişim ve gelişmeler neticesinde Amerikan sineması zamanla endüstrileşmiş, kurgulama tekniklerindeki ilerleme sayesinde zengin içerikli filmler çekilerek, sinema eğlenme ve boş vakit geçirme faaliyetine dönüşmüştür. Yine bu dönemlerde bir yandan Hollywood’a geniş film stüdyoları kurulurken bir yandan da insanların bildiği ve sevdiği oyuncuların başrolde oynatılmasına dayalı yıldız sistemine geçilmiştir (Yaylagül, 2010: 12). Yıldız oyuncu sistemine geçilmesinin temel nedeni ise Amerikan sinemasında bu dönemde çekilen filmlerin birbirinin tıpatıp aynısı olmasıdır. Sinema sektörünün devamlılığı için bu tekdüzeliğin kırılması gerekmiş, bunu için de yıldız oyuncu dönemi başlatılmıştır. Bu kapsamda güzellik yarışmaları gibi değişik etkinlikler düzenlenmiş, insanların hayranı oldukları film yıldızlarıyla mektuplaşabilmeleri için büyük bir adres ağı oluşturulmuş, hatta yıldızların evlilikleri ve ayrılıkları bile önceden ayarlanmıştır. Toplumun en alt tabakası da bu yeni sisteme oldukça iştahlı bir şekilde cevap vermiştir (Rotha, 2000: 88-89). Yıldız sistemini başlatan ve ilk film yıldızlarının yaratıldığı Amerikan sineması, bu yeni stratejisinde o kadar başarılıdır ki (Dede, 2011: 239), bu taktik Amerikan sinemasının film endüstrisinde söz sahibi olmasında ve sektörü egemenliği altına almasında ana faktörlerden birisi olmuştur. Ayrıca bu dönemlerde Avrupa’dan Amerika’ya göç eden ve Hollywood’a dahil olan usta yönetmenlerin çektikleri filmlerde, Amerikan sinemasının dünya piyasasındaki gücünü arttırmasında önemli rol oynamışlardır (Onaran, 1994: 169).

Birinci Dünya Savaşı esnasında ve savaşın hemen sonrasında, Kuzey ve Güney Amerika ülkelerindeki sinema salonlarında sadece Hollywood filmlerinin gösterilmesi ve bu filmlerin Avrupa sinema pazarının da %90’ını oluşturması (Scognamillo, 1994: 29), Amerikan sinemasındaki hızlı yükselişin ve güçlenmenin en güzel örneğidir. Ancak Amerikan sinemasının dünya piyasasındaki var olan gücü 1920’li yılların ortalarından itibaren bazı insanları rahatsız etmeye de başlamıştır. Bu dönemlerde Avrupa, yoğun bir şekilde Amerikan toplumunu anlatan, dolayısıyla Amerikalıların hayat tarzlarıyla iş yaşamlarının propagandasını yapan Hollywood filmlerinin olumsuz etkilerini hissetmeye başlamış, sadece Avrupalılar açısından değil, Asyalılar, Afrikalılar ve Avustralyalılar için de ‘Amerikanlılaşma’ riski

70

belirmiştir. Bu durum da konuyla ilgili ciddi tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur (Rotha, 1996: 48). Amerikan sinemasının dünya ülkelerinde yarattığı sosyal ve kültürel söz konusu riskler ile birlikte sinema endüstrisinin ekonomik gücünü de tekeline almaya başlaması, Avrupa ve Latin Amerika ülkelerinde Hollywood filmlerine yönelik kota uygulamalarının başlatılmasına neden olmuştur. Ancak alınan hiçbir önlem Hollywood’un yükselişini ve tekelleşmesini engelleyememiştir. Amerikan sinemasının kısa bir sürede bu denli yükselmesini bazı kesimler yadırgamış olsa da, hiçbir kültürel geleneği olmamış Amerika’da, sinemanın en önemli sanatsal faaliyet olmasının ve bunun paralelinde bir kültür fenomeni olarak modern dünyanın yeni yüzü olarak belirmesinin şaşılacak bir yanı yoktur (Onaran, 1994: 107).

1900’lü yılların başından beri hızlı bir gelişme gösteren ve dünya film endüstrisini kontrolüne alan Amerikan sineması, 1930’lu yılların başında beklemediği bir krizle karşılaşmıştır. Birinci Dünya Savaşı esnasında Avrupa ülkelerine kredi veren Amerika, ilerleyen yıllarda bu kredileri geri alamamış ve ülke ekonomisinin kendi sorunları da buna eklenince ülke büyük bir ekonomik krize sürüklenmiştir. Yaşanan ekonomik kriz neticesinde 1929 yılında Amerikan borsası çökmüş ve binlerce şirket ile bankalar iflas etmiştir. Krizin ilk yıllarında Amerikan sineması bu durumdan çokta etkilenmemiş gibi görünse de, ekonomik buhranın Amerikan sinemasına ilk etkileri 1933 yılında ortaya çıkmış ve seyirci azlığı yüzünden 500 sinema salonu kapatılmak zorunda kalmıştır. Ardından krizin etkilerini azaltmak amacıyla film şirketlerinin maliyetleri düşürmeye gitmesi, sektörde çalışan teknik elemanların da grev yapmasına neden olmuştur. Hem sektör elemanlarından kaynaklı sorunlar hem de sinema izleyicisinin kriz nedeniyle sinemaya ilgisiz kalması, yapım şirketlerini ciddi manada ekonomik sıkıntıya sokmuştur. Örneğin Amerikan sinemasının en büyük ve güçlü şirketlerinden Paramount yapım şirketi, 1930 yılında 28 milyon dolar kar elde ederken, 1931 yılında sadece 2 milyon dolar kar elde edebilmiş ve 1932 yılının ilk dokuz ayını 26 milyon dolar zararla kapatmıştır (Scognamillo, 1997: 37-38).

1929 yılında yaşanan Büyük Buhran ile birlikte 1930’ların ilk yıllarını sıkıntılar içerisinde geçirse de, çekilen filmler ve barındırdığı yıldızlar sayesinde Amerikan sineması bu sorunların üstesinden gelebilmiştir. Öyle ki ekonomik sorunların üstesinden gelmek bir yana 1930’lu ve 40’lı yıllar, Hollywood’da güçlü film stüdyolarının egemenliğinde maddi anlamda çok yüksek gelirlerin elde edildiği

71

dönemler olmuştur. Ayrıca televizyonunda henüz yaygınlaşmaması ve tek eğlence aracının hala sinema olması, Hollywood’un bu dönemlerde de gücünü sürdürmesinde etkili olmuştur (Yaylagül, 2010: 13).

1950’lilerden itibaren televizyonun günlük yaşama girmesi Hollywood’un altın çağını sona erdirmiş, sinema salonları seyirci bulmakta zorlanmaya başlamıştır. Diğer bir ifadeyle televizyonun ortaya çıkması sinema için büyük bir yıkım olmuştur (Monaco, 2001: 237-238). Bununla birlikte büyük film şirketleri de ilk yıllarda televizyonlara film vermeyi kabul etmeyerek televizyona karşı kendi stratejilerini oluşturmuşlar ancak küçük yapımevlerinin televizyonlara film satmaları ve bundan da büyük kar elde etmeleri büyük yapım şirketlerini de harekete geçirmiştir. 1960’lı yıllara gelindiğinde filmleri yayınlanmak için televizyonun önemli bir mecra olabileceği herkes tarafından kabul edilmiş, böylece bir yandan sinema endüstrisi için yeni bir pazar yaratılırken diğer yandan televizyonun olumsuz etkileri en aza indirgenmeye çalışılmıştır. Bunun için Hollywood önce Avrupa sinemasındaki akımları benimsemiş, ardından renk, görüntü ve ses gibi teknik konuları televizyona uygun olacak şekilde yeniden geliştirmiştir (Gomery, 2003: 505-507). G. Mast, 1960’larda Amerika’da yaşanan bahse konu değişimlerle Hollywood’un tekrar doğduğunu belirterek bunu ‘Hollywood Rönesans’ı şeklinde tanımlamıştır. Yine Mast’a göre, bu yıllarda Hollywood’un organizasyon yapısında değişiklikler yapılırken, filmlerde biçim ve içerik yönünden evrim geçirmiştir. Bununla birlikte bu yıllarda Amerikalıların yaşadığı ani değişimlerin ve belirsizliklerin yansıması olarak filmlerde geçici heves ve beğeniler konu alınmış, gişe hasılatı iyi olan filmlere benzer tarzda filmler piyasa sürülmüştür (Özen, 2010: 123-135).

1970’li yıllara gelindiğinde Hollywood’da felaket filmleri furyası başlamıştır. Bu filmlerde geleneklere dönüş, sosyal veya kültürel sorunların erkeğin liderliğinde aşılması, manevi değerlere önem ve ataerkil ailelerin özendirilmesi gibi konular işlenerek, bunlarla sorunların çözüleceği anlatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca muhafazakârlığı aşılamakla birlikte bu filmler, kapitalist sistemin tehlikeleri hakkında uyarılarda bulunarak, insanların bilinçsizce kazanç arayışlarının neden olacağı felaketleri de göstermiştir. Ancak tüm bu anlatılara karşın felaket filmlerinin hikâye örgüsü, istikrarlı toplumdan kargaşa ortamına geçiş, devamında birtakım zorluklar sayesinde toplumu kurtaracak liderin seçilmesi ve en nihayetinde felaketin aşılması

72

şeklinde çok sade bir kurguya sahiptir (Ryan ve Kellner, 2010: 92-93). Olay örgüsü gayet basit görünse de felaket filmlerine en sık rastlanılan dönemin Amerika’nın savaşın eşiğine geldiği, komünizme yönelik paranoyaların zirve yaptığı, Vietnam savaşından bütün halkın etkilendiği, feminist örgütlenmelerin siyahi hareketlerin doruğa ulaştığı, siyasetçilerin skandallara karıştığı 1970’li yıllara rastlaması çokta şaşılacak bir durum değildir. Çünkü felaket senaryosu içeren filmler genellikle siyasal sistemin sorunlar yaşadığı ve kendisini tehlikede hissettiği zamanlarda ortaya çıkmaktadır (Topçu, 2010: 154).

Felaket filmleri 70’li yılların ortalarından itibaren popülaritesini kaybetmeye başlamış ancak bilgisayar teknolojilerindeki gelişmeler sonucunda 1970’li ve daha çok 1980’li yıllar sinema açısından sıkıntılı ancak oldukça belirleyici bir sürecin başlamasına neden olmuştur. Bu dönemde sinema filmlerinde simülasyon teknolojileri, genel ve özel efektler yoğun şekilde kullanılmaya başlanmış (Şentürk, 2011: 366), bunun sonucunda izleyiciye sunulan zaman ve mekan gerçeklikleri değişmiştir. Özellikle 80’li yıllarda kendini gösteren bu yeni dönemde, kendine özgü senaryoların değil yüksek teknolojiler sayesinde izleyicinin gözlerini kamaştıran sahnelerin bulunduğu aksiyon ve bilim-kurgu filmleri piyasaya sürülmüş, bu yeni tarz filmler de oldukça büyük gişe başarıları elde etmişlerdir. Çünkü bu filmler sayesinde çocuklar ve gençler hayallerindeki süper güçlere sahip kahramanlara kavuşmuşlar, yetişkin izleyicilerde kendilerine hayali bir dünya yaratmışlardır. Ayrıca bu yıllarda Avrupa ve Amerika’da ekonomi alanında yaşanan değişimler, soğuk savaşın sona ermesi, devletlerin ellerinde bulundurdukları iletişim kanallarını ticarileştirmeleri, bunlarla birlikte dağıtım ağlarındaki teknolojilerin de gelişmesi neticesinde bütün dünyada sinemaya yönelik rağbet daha da artmıştır. Bu durumu en iyi şekilde kullanmak isteyen Hollywood “Küreselleşme” çağına girmiş (Balio, 2010: 40), sinemanın egemen gücü olmanın verdiği avantajı da kullanarak tüm dünya piyasasında hegemonyasını sürdürecek projeler üretmeye devam etmiştir. Bunun için Amerikalı yapımcılar ürettikleri filmlerde yeni bir anlayışı da benimsemişlerdir. ‘Blockbuster’ adını verdikleri bu yeni anlayışta maliyeti yüz milyon dolarları bulan dev bütçeli filmler çekilmiş ve bu maliyetin altından kalkabilmek amacıyla filmler noel veya yaz tatillerinde gösterime sunulmuştur. Ayrıca bu filmlerin bazılarında filmin içeriğindeki şakalar ve konuşmalar gösterime girdiği ülkenin yerelliğine uygun şekilde

73

seslendirilerek dil ve kültür farkı da ortadan kaldırılmıştır. Bunun sonucunda herhangi bir kültüre ait olmayan başarılı prodüksiyonlar ortaya çıkarılmıştır (Ormanlı, 2013: 22).

Soğuk savaş döneminin bitmesiyle Amerikan politikalarında yaşanan değişiklikler 1990’lardan itibaren Hollywood filmlerinin senaryolarında da kendini göstermiştir. Filmler bir yandan şiddeti yüceltilirken bir yandan da bu şiddeti sebepsiz hale getirmiştir. Özellikle bilimkurgu filmlerinde görülen bu senaryolarda, sorunlar bozulan ekolojik dengeden veya görevi dışına çıkan robotlardan kaynaklanmıştır. Ayrıca bu dönemdeki filmlerde şiddet nesnesi de değişmiştir. 1950’li ve 80’li yılların filmlerinde görülen kitlelere yönelik şiddet, bu dönemlerden itibaren herhangi bir gruba, diktatöre veya kendisine yüklenilen kodun dışına çıkmış makinelere yöneltilmiştir (Batur, 1998: 124). Film senaryolarında yaşanan bu değişimlerin yanı sıra 90’lı yıllarda Hollywood’un yapısında da değişmeler başlamış, özellikle 1990’lı yılların sonlarında sinema sektöründe endüstriler arası birleşmelerin artarak devam ettiği görülmüştür. Dolayısıyla bu yıllardan itibaren Hollywood’da söz sahipleri güçlü şirketler değil, uluslararası gücü elinde bulunduran medya devleri olmuştur (Özen ve Çelenk, 2005: 85). Bunun nedenini maliyeti yüz milyon dolarları aşan prodüksiyonlara bağlamak mümkündür. Çünkü bu kadar büyük maliyeti olan bir filmin gelirini yükseltmek için uluslararası pazarlama ve dağıtım ağına ihtiyaç duyulmuş, bunun sonucunda endüstriler arası birleşmeler yaşanmıştır.

Sinemanın altyapısındaki en önemli gereksinim şüphesiz teknolojidir. Ancak Hollywood, 2000’lerden itibaren teknolojiyi araç olarak görmeyip amaca dönüştürmüş, bunun sonucunda filmler sanatsal olmaktan çıkıp teknolojinin ön plana çıkarıldığı sıradan tüketim malzemeleri haline gelmiştir. Ayrıca yeni teknolojilerin sıkça kullanılması yüzünden son dönem sinema filmleri gerçeklikten de oldukça uzaklaşmıştır (Sağır, 2013: 117). 2000’li yıllarda teknolojinin yanı sıra Amerikan sinemasını şekillendiren bir diğer olay 11 Eylül 2001 tarihli terör eylemleridir. Bu tarihte Amerika’nın ticaret merkezi olan ikiz kulelere yapılan saldırılar, Hollywood’un tekrar ulusal güvenliğe yönelik filmler yapmasına neden olmuş (Valantin, 2006: 146) ve ardından düşmanla savaşan kahramanlar beyaz perdeye geri dönmüştür. Ancak bu defa ki düşman komünistler veya uzaylılar değil, Amerika’nın güvenliğini tehlikeye sokan ve genelde Müslüman olan teröristlerdir.

74

Amerikan sineması ilk yıllarından itibaren uluslararası bir endüstri olma özelliğini her zaman korumuş, bu nedenle de siyasi ve ideolojik mücadelelerin önemli bir parçası olmuştur. Günümüz gişe hasılatlarına bakıldığında Amerikan sinemasının % 70 civarındaki gelirini dış pazardan elde ettiği (Yüksel, 2018: 336) düşünüldüğünde, Amerikan sinemasının diğer ülkelerdeki izlenme oranı ve etkisi, buna paralel olarak siyasi ve ideolojik mücadeledeki önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Bu öneminden olsa gerek, 1990’lı yıllarda imzalanan uluslararası gümrük anlaşmalarının müzakere aşamalarında bile Amerikan hükümetlerince en fazla çaba gösterilen konularından birisi Amerikan yapımı filmlerin diğer ülkelere girişlerinde sorun çıkartılmamasıdır (Erus, 2007: 9). Aksi takdirde Amerikan’ın en önemli üretim endüstrilerinden olan ve gelirinin yarıdan fazlasını yurtdışından elde eden Hollywood ağır bir darbe alacak, bunun yanında Amerika’da en önemli siyasi ve ideolojik silahında güç kaybı yaşayacaktır. Serarslan ve Özgür’ün de belirttiği gibi (2011: 32); Hollywood anlattığı hikâyelerle Amerikan ideolojisini aktarma ve izleyicilerin bilinçaltlarına yerleştirme işlevini, Hollywood’un uluslararası sinema endüstrisindeki egemenliği devam ettikçe yapabilecektir. Diğer durumda Amerika’nın gücü ve Amerikalı olmanın ayrıcalıkları, dünyaya ve Amerikalılara işlenemeyecektir. Yoshimoto’da (2003, 457-458); Hollywood’u, ABD’nin dünya genelindeki şubelerine benzeterek Amerikan kültürünü ve yaşam tarzlarını diğer uluslara yaydığını belirtmiş, devam eden eleştirisinde Hollywood’un söz konusu Amerikan narsisizmine hizmet eden anlayışından vazgeçmesini ve kendisine yeni bir bakış açısı kazandırması gerektiğini vurgulamıştır.

Avrupa’nın değişik ülkelerindeki teknik gelişmelerin sonucunda ortaya çıkmasına rağmen sinemanın gerçek kimliğine Hollywood sayesinde kavuştuğu inkâr edilemez bir gerçektir. İlk yıllarında farklı sektörlerdeki tüccarların girişimleri sonucunda faaliyetine başlamış olmasına rağmen Amerikan sineması, yıldız oyuncuları, dev bütçeli yapımları, dönemlerine göre yarattığı tür filmleriyle kısa sürede dünya sinema sektörünün egemen gücü haline gelmiştir. Bununla birlikte sinemasal faaliyetlerinin yanı sıra siyasi ve ideolojik üstlendiği roller nedeniyle de Amerikan siyasetinin yakın markajında kalmış, dolayısıyla ürettiği filmler ile birlikte aldığı siyasi desteklerde gücünü sürdürmesine yardımcı olmuştur.

75