• Sonuç bulunamadı

1.3. Sinema Ve İmaj Oluşumunda Sinemanın Rolü

1.3.5. Kitle İletişim Aracı Olarak Sinemanın İmaj Oluşumuna Etkisi

algılayıp yorumlamasında ne kadar belirleyici olduğu tartışmalı bir konudur. Bununla birlikte insanlara sunduğu içeriklerde ne kadar doğru ve tarafsız olduğu da kitle iletişim araçlarının tartışılan bir diğer yönüdür. Bu perspektiften yedinci sanat olarak nitelendirilen sinemanın milyonlarca insana ulaşabilen bir kitle iletişim aracı olduğu düşünüldüğünde, film endüstrisi ve topluma sunmuş olduğu içerikler önemli bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kitle iletişim araçlarını Marksist yaklaşımla ele alan araştırmacılar, bunları çoğunlukla egemen güçlerin menfaatleri doğrultusunda hareket eden ideolojik aygıtlar olarak nitelendirmişlerdir. Althusser de, devletin ideolojik aygıtları olarak belirttiği bu kavramları kategorize ederken basın, yayın ve televizyonu Haberleşme İdeolojik Aygıtı; edebiyat, güzel sanatlar ve sporu da Kültürel İdeolojik Aygıt olarak sınıflandırmıştır (Althusser, 2014: 50). Bu kapsamda sinema, sanatsal bir faaliyet olmasının yanı sıra önemli bir kitle iletişim aracı olduğundan, Althusser’in tasnifine göre hem Haberleşme İdeolojik Aygıtı hem de Kültürel İdeolojik Aygıt sınıflarına girdiğini söylemek mümkündür. Köprülü’ye göre (2010: 90); kitle iletişim araçlarına ideolojik aygıt denmesinin nedeni ise, faaliyetleri esnasında çok ciddi maliyetlere neden olması ve bu yüzden egemen güçlerin desteğini almak zorunda kalmasıdır.

92

Kazancı’da, filmlerin insanları en doğal hallerinde yakaladığını ve onlara fark ettirmeden bazı mesajlar ilettiğini, bununla birlikte film endüstrisinin maliyetli olması nedeniyle büyük örgütlenmelerin desteğinde gerçekleştirilebileceğini, bu nedenle de filmlerin egemen güçlerin ideolojileri doğrultusunda hazırlanabileceği (Kazancı, 1980: 129) ihtimaline dikkat çekmiştir.

Toplum ile iktidar ilişkisini eşitsizlik problemi üzerinden ele alan Frankfurt Okulu gibi eleştirel ekollerden gelen kuramcılar da, kitle iletişim araçlarını var olan eşitsizliği üretmeye ve sürdürmeye devam eden araçlar olarak görmüşlerdir. Hatta kitle iletişim araçlarının iktidarın görüşlerini insanlara sunarken bu görüşleri doğallaştırdıklarını ve bu şekilde mevcut iktidara meşruluk kazandırdıklarını savunmuşlardır (İnal, 2005: 68-69). Bu nedenle egemen güçlerin kitle iletişim araçları üzerindeki söz konusu etkisi ve gücü, kitle iletişim araçlarının nesnelliğini ve güvenilirliğini şüpheye düşürmektedir. Bununla birlikte Büyükdüvenci ve Öztürk’e göre (1997: 29), toplumlarda yeni bir medya anlayışı da doğmuştur. Bu yeni anlayışta, kitle iletişim araçları egemen güçlerin ideolojilerini üretip yayarken ve insanların gerçeklikle bağlarını değiştirirken, birey de iletişim araçlarında üretken hale gelmiştir. Yani birey bu süreçte alıcı konumundan, bazı durumlarda üreten yani kaynak durumuna da geçmiştir.

Kitle iletişim araçları, bahsedilen olumsuz eleştirilere rağmen gelişimine devam etmiş ve yaygınlaştıkça dünyanın sıradan bir köye dönüşmesine de neden olmuştur. Öyle ki, dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen bir olay kitle iletişim araçları sayesinde küçük bir köyde anında yayılan haberler gibi dünyanın en ücra yerlerindeki insanlara bile anında duyurulmaktadır. Uluç’un da belirttiği gibi (2008: 172); günümüzde toplumların yaşadığı değişimler hiçbir ülkenin sınırları içerisinde kalmamakta, bir ülkenin yaşadığı değişim kısa sürede diğer toplumları da etkilemektedir. Hatta toplumlar arası yaşanan bu etkileşimler yüzeysel kalmamakta, kitle iletişim araçları sayesinde derinlemesine yaşanmaktadır.

Kitle iletişim araçlarına yönelik çoğunlukla eleştirel olan bakış açıları, en yeni ve gözde kitle iletişim araçlarından olan sinema için de geçerlidir. Ancak Lumiere kardeşler sinematografı 1895 yılında keşfettiklerinde, bu yeni aletin sadece eğlence aracı olduğunu düşünmüşlerdir. Buna rağmen sinematograf zamanla endüstrileşmiş, eğlencenin yanında iletişim ve propaganda aracına dönüşmüştür. Yani icat edenler

93

tarafından bile sadece eğlence aracı olarak görülen sinema, yaşadığı değişimlerin sonucunda endüstriyel ve sanatsal faaliyet olmakla birlikte geniş insan topluluklarına hitap eden önemli kitle iletişim araçlarından biri haline gelmiştir (Yaylagül, 2010: 9). Şentürk’ün de belirttiği gibi (2011: 202); Lumiere kardeşler, 1895’de resimleri kesintisiz gösterebilen bir mekanizmayı geliştirerek, ardından ‘Bebeğin Kahvaltısı’ ve ‘Trenin Gelişi’ isimli filmleri çekerek yalnızca yeni bir sanatı değil, gerçeği taklit edebilen, daha önemlisi onu değiştirebilme yeteneğine sahip bir gücü keşfetmişlerdir. Bu nedenle film endüstrisinin önemli bir iş ve sanat kolu olması kadar güçlü bir anlam ileticisi (Artan, 2012: 9), imaj yaratma mecrası olduğunu da kabul etmek gerekir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından batılı ülkeler, sömürgeleri olan Afrika ülkelerinde yoğun şekilde sinema gösterileri düzenlemişlerdir. Bundaki amaçları da, Afrikalılara beyaz ırkın üstünlüğünü ve ona dil uzatamayacaklarını göstermektir (Carriere, 1989: 7).

Bütün sanatsal faaliyetler okuyucusunu, izleyicisini ya da dinleyicisini etkilemek, algısını değişik açılardan harekete geçirmek ve bu şekilde kişilerin istenilen tarzda tepki göstermelerini sağlayacak eserler yaratmayı kendilerine amaç haline getirmişlerdir. Aynı şekilde sinema sanatı da duyguları, düşünceleri veya olayları, gerektiğinde ses efektleriyle de desteklenerek görüntüler vasıtasıyla izleyicisine sunma yöntemidir (Özön, 2008: 10). Scognamillo (1997: 186-187), sinemanın sadece eğlence aracı olarak görülmekten çıktığı andan itibaren, dünyayı yansıtan bir ayna olma gayretine girdiğini, bu amaçla sadece insanları eğlendirmeyi değil toplumları bilgilendirme, düşündürme, harekete geçirme ve modernleştirme gibi fonksiyonları da kendisine hedef olarak seçtiğini belirtmiştir. Ancak bunlarla birlikte sinemanın, televizyon gibi bir aldatmaca veya beyin yıkama vasıtası da olabileceğine dikkat çekmiştir. Benzer bir görüşe göre, televizyondan sinemaya görüntüye dayalı bütün iletişim mecralarında eşik ötesi algı sistemi kullanılmaktadır. Bu sisteme göre, görüntülerin içerisine yerleştirilen göstergeler kişi farkında olmadan algılanmakta ve bu şekilde kişilerin bilinçaltına onlara fark ettirmeden bazı mesajlar verilmekte (Kutay, 2011: 36), farkında olmadan alınan bu mesajlarda kişinin tutum ve davranışlarını şekillendirmesine yardımcı olmaktadır. Bunun temel nedenlerinden birisi ise, günümüz kültüründe ve gündelik yaşamda filmlerin önemli bir yer tutmasıdır. Öyle ki kişinin kısa bir süre izlediği bir film, yeni değer yargılar inşa etmesine hatta bu değerler

94

üzerinden yeni toplumsal bağlar veya ilgi alanları oluşturmasına bile neden olabilmektedir (Clarke, 2012: 18).

Brians, sinemadaki gerçekliği Eflatun’un mağara metaforundan hareketle açıklamaya çalışmıştır. Eflatun’un mağara metaforuna göre; insan, bir mağaranın içinde yüzü duvara dönük, mağara kapısını göremeyen mahkûmlara benzemektedir. Dışarıda güneş ve mağaranın önünden geçen insanlar olmasına rağmen mağaradaki insan bunları değil, sadece mağara duvarlarına yansıyan gölgeleri görebilmektedir (Aster, 2005: 218-219). Eflatun’un söz konusu benzetmesini günümüze uyarlayan Brians’a göre, “şayet Eflatun yaşıyor olsaydı ateşi projektörle, mağara duvarına gölgeleri yansıyan nesneleri film şeridiyle, duvardaki gölgeyi perdeye yansıtılan filmle, yankıları da hoparlör ile değiştirebilirdi. Bu şekilde mağara metaforu yerine sinema salonu metaforunu kullanırdı (Akt. Diken ve Lausten, 2010: 20).

Sinema, anlatım aracı olarak izleyicisine sunduğu görsel ve işitsel içeriklerin aktardığı duygu ve düşünceler ile gerçek veya hayali bir dünya yaratabilmektedir (Özön, 2008: 7). Bu nedenle itinayla seçilen görüntüler dikkatlice kurgulandığında, insanların izlediği kişi veya olaylar hakkında olumlu ya da olumsuz düşünmesi, izlediklerine yönelik bir takım tavırlar alması sağlanabilmektedir (Kutay, 2011: 38- 39). Çünkü sinema filmleri toplum yaşamındaki söylemleri şifreleyip sinemasal biçimde insanlara aktarmaktadır. Bununla sinema da toplumsal algının inşasında yer alan kültür temsillerinin içerisine girmektedir. Bu husus çok önemlidir zira bireyler dünyayı temsiller vasıtasıyla algılayıp anlamlandırmaktadır (Topçu, 2010: 155). Dolayısıyla özenle hazırlanıp kurgulanmış görüntüler insanların düşüncelerini ve tavırlarını ciddi manada etkileyebilecektir. Hatta kişi veya kurumlar ile ilgili oluşturulmak istenen imajlar, insanlar eğlendikleri esnada farkında bile olmadan görüntüleri hazırlayanların istekleri doğrultusunda şekillenebilmektedir. Özellikle Hollywood bunu yaparken para kazanmak için eğlence üretiyor gibi gözükmekte, sinema olarak hazırlanan eğlence biçimlerini satarak sermaye birikimini de sağlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında Amerikan sineması hem çok büyük sermayeleri bünyesinde barındıran bir endüstri hem de ideolojilerin üretildiği önemli bir merkez durumundadır. Yani Hollywood, bir yandan izleyicinin cebindeki parayı alırken, bir yandan da onun dünyayı algılama biçimlerini şekillendirmektedir (Yaylagül, 2010: 9).

95

Sinema izleyicisinin perdede görmüş olduğu bütün görüntüler, belirli bir bakış açısının üretmiş olduğu yapay kurgulardır. Konusu, tarzı, bu tarzı meydana getiren kamera çekimleri, ışıklandırma, seslerin kullanılması, olayların metaforik anlatımları ve diğer özellikler ne şekilde olursa olsun en nihayetinde sinemacının seçimidir. Dolayısıyla sinemacının dünyayı ve olayları nasıl yorumladığı ile bağlantılıdır, bu nedenle de ideolojiktir (Güçhan, 1999: 226). Ayrıca bütün filmler, iktisadi işleyişin birer unsuru olarak ideolojik sistemin parçasıdırlar. Bu nedenle sinema, diğer sanatlar gibi ideolojik sistemde bir branştır (Büker ve Topçu, 2010: 100). Comolli ve Narboni de, bütün sinema filmlerinin politik olduğunu ileri sürmüşler, buna neden olarak da ideolojiyle hareket eden sistemlerde üretilmelerini göstermişlerdir. Burada ideolojiden kasıt, her filmin siyasi bir söylem içermesi değildir. Bir film politikayla ilgili olabileceği gibi, günlük, sıradan davranışlara dair fikirleri de barındırabilmektedir. Örneğin bir sinema filmi, kişinin önemine vurgu yapıp onun dünyayı değiştirebileceğine, büyük başarılar kazanacağına, yaptıklarının ödüllendirileceğine, maddi rahatlığa veya güzel bir evliliğe sahip olacağına yönelik inançları da destekleyebilmektedir. Hatta çoğu Hollywood filminde bu görüşlerden en az birinin desteklendiği varsayılmaktadır (Butler, 2011: 56).

Biçimleri, türleri, konuları veya kaynakları farklı olsa da her bir sinema filmi, izleyicisinin kendisini ve dünyayı yeniden anlamlandırmasına yardımcı olmakta, bununla beraber her film, kişinin narsist duyguları içerisinde sınırsız bir yolculuğa çıkmasını da sağlamaktadır (Clarke, 2012: 13). Hayallerine ulaşamamış, yapmak istediklerini gerçekleştirememiş veya ulaşmak istediği hedeflere yakınlaşmayı bile becerememiş insanlar, bu kaybetmişlik duygularını filmlerle tatmin etmekte, izledikleri filmlerdeki kahramanların yerine kendilerini koyarak, birkaç saatliğine de olsa kurmaca dünyalarında istediklerine ulaşmaktadırlar.

Taylor, grup halinde olan insan topluluklarına hitap edebilecek en iyi kitle iletişim aracının sinema olduğunu belirtmiştir. Ona göre diğer kitle iletişim araçları belirli kişilere veya küçük gruplara hitap ederken, sinema grup halindeki izleyici kitlelerine hitap etmektedir. Sinemanın grup halindeki bir kitleye hitap etmesi ve kitle psikolojisinde gösterilen davranış kalıpları birlikte değerlendirildiğinde, sinema izleyicisinin kendi duygularıyla birlikte içinde bulunduğu grubun yani çevresindeki kişilerin duygularına da duyarlı hale gelmesi mümkündür. Eğer böyle bir etki meydana

96

gelmiş ve sinema bir kişinin duygu veya coşkularını değiştirmeye başlamışsa da, o kişi artık sinema yapımcısının oyuncağı haline gelmiştir (Taylor, 1998: 16). Bu nedenle algı yönetiminde ve kişileri manipüle etmede sinemanın yadsınamayacak bir güç olduğunu, kitle halindeki insan gruplarında ciddi etkilere neden olabileceğini göz ardı etmemek gerekir.

Sinema sosyolojisi alanında yapılan çalışmalarda en fazla vurgulanan husus, sinemanın toplum ile katı bir paralellik gösterdiğidir. Hatta araştırmacılar, Mevlana’nın “küp içinde ne varsa dışına onu sızdırır” sözünde işaret ettiği gibi, sinemanın da içinden çıktığı toplumun aynası olduğunu ve bir film incelendiğinde çekildiği dönemin toplum yapısının ayrıntılarıyla o filmde görülebileceğini belirtmektedirler (Kutay, 2011: 15). Clarke (2012: 17), filmlerin yaşanılan zamanı etkilediğini, toplumdaki mevcut kültür içerisinde rekabet halinde olan fikirleri ve düşünceleri beyaz perdeye taşıdığını, bunu yaparken kendisinin de çevreyle ve zamanla etkileşime girerek evrimleştiğini ifade etmiştir. Scognamillo da (1997: 182), dünyanın yansıması, tanımlayıcısı ve yorumlayıcısı olan sinemanın, bilinçlenerek ve kendine özgü olanaklardan yararlanarak, insanların hislerini yansıtırken fikirleri ve düşünceleri de aktarmaya başladığını belirtmiştir. Güçhan’a göre ise (1999: 210); günümüz filmleri çekildiği döneme ait genel özellikleri yansıtmada artık yetersiz kalmaktadır. Çünkü sinemanın kültürleri biçimlendirip yansıttığı düşüncesinden hareket eden yansıtma kuramından uzaklaşılmaya başlanmış, bunun yerine ‘temsili inşalar’ sistemine geçilerek yansımaların yerini temsiller almıştır.

Sinemanın toplumla olduğu gibi siyaset ile de iç içe geçmiş bir ilişkisi vardır. Bu nedenle sinemanın siyasetten bağımsız olması pek mümkün değildir. Çünkü en geniş manada toplumu ve dünyayı değiştirme çabası olan politika, diğer bütün sanat dalları gibi sinemayı da bu değişime katkı sağlaması için kullanmaktadır. Bu nedenle her sinema filmi, potansiyel bir siyasi tüketim maddesi olmak durumundadır (Dorsay, 1998: 28). Bununla birlikte sinema propaganda aracı olarak da kullanılabilmektedir. Hatta görüntü ve sesin çok farklı şekillerde kullanılabilmesinin getirdiği inandırma, ikna etme ve etkileme nedeniyle sinema, propaganda araçlarının en güçlüsü haline gelmiştir (Özön, 2008: 8). Dolayısıyla güçlü bir ikna etme ve inandırma yeteneğine sahip olan sinemanın bilinçli bir şekilde kullanılması; toplumdaki algıların, kanaatlerin ve düşüncelerin değiştirilebilmesinde hatta insanların zihinlerindeki imajların da

97

yeniden yaratılmasında önemli rol oynayabilmektedir. Örneğin Hollywood çekmiş olduğu filmlerde ordu ve polis gibi güçlü devlet sembollerinin imajlarını güçlendirerek, ülke gündeminin toplumca daha olumlu yorumlanmasını sağlamıştır (Valantin, 2006: 11).

Jowett’e göre sinema, Ortaçağ’ın Katolik kilise anlayışından bu yana milyonlarca insanın hayal dünyasını etkileyen sosyo-kültürel kurumlardan birisidir. Bu bakış açısı, sinemanın çok sayıda kişinin hayal dünyasını etkilediği gibi inançlarını ve değer algılarını da değiştirebildiğine dikkat çekmektedir (Akt. Kırel, 2012: 27). Bunun bir yansıması olarak devletler, ideoloji grupları, kurum veya bireyler, sahip oldukları fikirleri topluma benimsetebilmek için sinemayı bir silah haline dönüştürmüşlerdir.Dolayısıyla bir sinema filmini sadece film olarak düşünmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Çünkü sinema filmleri insanları eğlendirmek, dikkatlerini dağıtarak günlük sıkıntılarından veya toplumsal sorunlarından uzaklaştırmak için hazırlanmış sıradan bir montaj sanatı değildir (Zizek, 2010: 15). Filmler, sanatsal bir eğlendirme aracı olmakla birlikte egemen sınıfın fikirlerini insanlara benimsetmek amacıyla kullandıkları ideolojik aygıtlardan da birisi durumundadır.

Bazı ülke liderlerinin sinema aracılığıyla toplumu etkileyebileceklerini, istedikleri tarzda imajlar yaratabileceklerini veya ideolojilerini yayabileceklerini fark ettikleri bilinmektedir. Lenin, tüm sanatsal faaliyetlerin kendileri için çok önemli olduğunu ancak bunlardan en önemlisinin sinema olduğunu söylemiştir. Stalin, sinemayı kitleleri galeyana getiren en güçlü araç olarak nitelendirmiştir. Troçki de propagandaya en uygun aracın sinema olduğunu belirtmiştir. Hitler Almanya’sının önemli isimlerinden Goebbels ise, sinemayı kitleleri etkileyen ve çok uzak insan topluluklarına dahi ulaşabilen en modern kitle iletişim araçlarından birisi olarak tasvir etmiştir (Taylor, 1998: 15-16). Sinema ile ilgili söyledikleri sözlerinin yanı sıra söz konusu liderler, gücünü fark ettikleri sinemadan en etkili şekilde yararlanmayı da ihmal etmemişler ve bu amaçla iktidarlarını güçlendiren, ideolojilerini yayan ya da düşmanlarını veya rakiplerini karalayıcı propaganda yapan sinema filmlerini de hayata geçirmişlerdir. Böylece toplumun zihnini şekillendirerek, herhangi bir kişi, millet, ülke veya ideoloji ile ilgili algıları ve imajları kendi istekleri doğrultusunda oluşturmayı amaçlamışlardır. Avrupalı siyasetçilerin benzer uygulamalarını Latin Amerika ülkelerinde de görmek mümkündür. Örneğin Küba Devrimi sonrası 1959 yılında

98

iktidarı ele geçiren Fidel Castro, yönetime gelmesinin ardından devrimi halka anlatıp komünizmi yayan belgesel veya filmler çekilmesi için Küba Sinema Endüstrisi ve Sanat Enstitüsü’nü kurmuştur. Buna benzer örnekler Arjantin, Brezilya ve Şili’de de uygulanmaya çalışılmıştır (Clark, 2011: 168).

Sinemanın insanları etkilemede gücünün farkında olan liderler veya devletler, bugünde sinemadan olabildiğince yararlanmaktadırlar. Günümüzde bunun en güzel örneği Amerikan siyasi dünyası ve onun paralelinde hareket eden Hollywood’dur. Valantin (2006: 10), Amerika’nın ulusal güvenliğinden sorumlu seçkinler açısından, komünizmden bilişim suçlarına, emekli bir polisten herhangi bir terör örgütü mensubuna, geri kalmış bir ülke vatandaşı fanatikten Uzakdoğulu bir intikamcıya kadar her bir birey ve oluşumun, Amerika açısından olası bir tehdit unsuru olduğunu belirtmektedir. Bu saplantılı tehdit algısı, devletin şiddet uygulamadaki tekelini meşrulaştırmada ana mazerettir ve sinema da bu hususta üzerine düşen vazifeyi yaparak sözü edilen tehditleri ve onu yok edecek yegane güç olan Amerika’yı beyaz perdeye yansıtmaktadır. Böylece Amerika’nın uyguladığı şiddet, sinemanın yardımıyla meşrulaştırılmış olmaktadır.

Sinemayı propaganda aracı olarak kullanan ülkelerin başında Amerika gelmektedir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş dönemlerinde Amerika, sinemayı adeta propaganda silahına dönüştürmüştür. Bu dönemlerde çekilen filmlerde bütün Amerikalılar beyaz tenli, şık giyimli, iyi birer ebeveyn olarak gösterilirken, Amerika da dünyanın kurtarıcısıdır. Kötüler ise kendileri gibi olmayan siyahiler, Latin Amerika, Rus ve az gelişmiş ülke vatandaşlarıdır. Fakat 1970’li yıllarda yaşanan Watergate Skandalı, Hollywood’un kendisini ve Amerika’yı sorgulamasına neden olmuş, ardından eskiye nazaran kısmen de olsa Hollywood tarafsızlaşmıştır.22 Ancak yine de Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nce verilen ve dünyanın sinema alanındaki en prestijli ödülü kabul edilen Akademi Ödüllerinde (Oscar) sadece, gizli veya açık fark etmeksizin politik bir önerme içeren filmler ödül alabilmiştir (Kutay, 2011: 65). Ayrıca sinemanın, Amerikan propagandasını en iyi yapabilecek kitle iletişim araçlarından olduğunun anlaşılması üzerine Amerikalı siyasetçiler, diğer ülkelerdeki propagandalarını kesintisiz sürdürebilmek için dönem dönem sinema

99

ihracatını kolaylaştıracak düzenlemeler yapmışlar, hatta filmlerin pazarlamasını yapmak üzere özel ajanslar kurmuşlardır. Günümüzde Hollywood’un elde ettiği hasılatın % 70’ini dış pazarlardan kazandığı (Yüksel, 2018: 336) düşünüldüğünde, gösterilen çabaların boşa gitmediği, Amerikalı yapımcıların bir yandan Amerikan propagandası yaparken bir yandan da büyük kazançlar elde ettikleri anlaşılmaktadır

Son söz olarak bazı insanlar sadece eğlence aracı olarak görseler de sinema, insanların dünyayı algılamasında, yorumlamasında, kişi ya da kurumlara yönelik değerlendirmeler yapıp kendi zihinlerinde imajlar oluşturmalarında oldukça önemli bir araçtır. Bunun bilincinde olan bazı çevreler de sinemadan oldukça faydalanmaktadır. Bir yandan insanların bazı durumlara karşı olumlu düşünceler geliştirmeleri sağlanırken, bir yandan da istenmeyen kişi, kurum hatta ülkeler ile ilgili olumsuz algılar oluşturulmaya ve imajlar yaratılmaya çalışılmaktadır. Bu nedenle sinemanın önemli bir sanatsal faaliyet olmasıyla birlikte, perdeye yansıtılanın insanları günlük rutinlerinden kurtaran kurmaca bir dünya ya da anlık bir eğlence malzemesinden ibaret olmadığını da unutmamak gerekir.

100

İKİNCİ BÖLÜM

2000 YILI SONRASI TÜRK VE AMERİKAN FİLMLERİNDEKİ POLİS İMAJININ KARŞILAŞTIRILMASI