• Sonuç bulunamadı

1.3. Sinema Ve İmaj Oluşumunda Sinemanın Rolü

1.3.1. Sinemanın Doğuşu

İnsanoğlunun ilk çağlardan itibaren gerçekliği olabildiğince aslına sadık kalarak başkalarına ve kendinden sonraki nesillere aktarabilme gayreti içerisine girmesi, farklı zamanlarda farklı gelişmelerin yaşanmasına neden olmuş, bu çabaların ilk sonucu olarak da mağara duvarlarına değişik olayları anlatan resimler çizilmiştir. Uzun yıllar resim, heykel ve diğer sanatsal faaliyetler ile gerçekliği aktarma çabaları devam etse de bunu tam manasıyla gerçekleştirebilen fotoğraf makinesi olmuştur. Ancak fotoğraf da sadece bir anlık gerçekliği yansıtabilmiştir. Bu nedenle ilk dönemlerinde büyük bir devrim olarak görülen fotoğraf, zaman ilerledikçe gerçekliği aktarma konusunda insanları tatmin etmemeye başlamış ve bu tatminsizlik de insanların yeni arayışlar içerisine girmesine neden olmuştur. Bu arayışlar zamanla

64

sonuç vermeye başlamış, başta fotoğraf makinesinin ve filmin icadı olmak üzere birçok teknolojik gelişme ve icat, sinemanın keşfini sağlamıştır. Bu yüzden sinemanın icadını tek bir kişiye veya ülkeye mal etmek, bu iş de emeği geçen birçok insana haksızlık etmek demektir. Zira bir kişinin yaptığı bir icadı bir diğeri geliştirmiş, bir başkası buna yeni şeyler eklemiş ve bu şekilde sinema zamanla gelişip son halini almıştır. Ayrıca ilk zamanlarında sadece eğlence aracı olarak görülse de, ticari kapasitesi ve kitle iletişim aracı olarak insanlardaki etkisi anlaşıldıkça sinema daha da önemsenmiş ve bugünkü şekliyle büyük bir endüstri halini almıştır.

Yunanca devinim anlamına gelen ‘kinema’ ile yazmak anlamındaki ‘graphein’ sözcüklerinden türetilen ve sinematografi kelimesinin kısaltılmış hali olan sinemanın icadını (Özön, 2008: 3), tek bir kişiye atfetmek veya icat edildiği zamanı kesin bir tarihle belirtmek mümkün değildir (Onaran, 1994: 8). Dolayısıyla sinema, icadını tek bir kişiye veya ülkeye borçlu değildir. Buna rağmen birçok kişi ya da millet sinemanın icadında kendisini ön plana çıkarmak istemekte ancak teknolojik gelişmelerin birçoğunda olduğu gibi sinemanın da keşfedilmesinde net bir tarih bulunamamaktadır (Pearson, 2003: 30). Her ne kadar sinemanın icadı Fransa, Almanya, Amerika ve İngiltere gibi ülkelere atfedilse de, İngilizlerin veya Almanların yapmış olduğu çalışmalar sinema tarihi açısından az bir öneme sahiptir. Çünkü ilk dönemlerinden itibaren sinemanın en güçlü ihracatçıları önce Fransa ardından Amerika olmuştur. Benzer şekilde sinemanın sanatsal gelişimine öncülük edenler de yine Fransa ve Amerika iken, ilerleyen yıllar sonucunda sinemanın belirleyici gücü tek başına Amerika olmuştur (Nowell-Smith, 2003: 19).

Hareket etmeyen görüntülerden hareket yanılsamasına imkan sağlayan yani sinemanın icadına kaynaklık eden en önemli gelişme, görsel tecrübelerden elde edilen bilgilerin anlaşılarak çözümlenmesidir ve bu olay optik alanda yaşanan ilerlemelerle sıkı bir etkileşim halindedir. Öyle ki Newton’ın, bir yüzey hızlıca çevrildiğinde üzerindeki renklerin görünmeyerek yüzeyin sadece beyaz göründüğünü kanıtlaması, ilerleyen yıllarda görmenin gözde başlayıp beyinde sonlandığının anlaşılması sinemanın icadına giden yolda ilk önemli adımlar olmuşlardır (Abisel, 2003: 14-15). Yine benzer şekilde 1825 yılında İngiliz P. Roget, belirli dar bir noktadan bakıldığında hareket halinde olan nesnelerin gözün ağtabakasında bir takım izler bıraktığını ispatlamış; N. Niepce, J.L. Daguerre ve H. Bayard’ın çalışmaları 1839 yılında

65

fotoğrafın icadına neden olmuştur. Bu şekilde sinemanın keşfine giden yolda daha birçok icat ortaya çıkarken en önemli gelişme 1889 yılında G. Eastman ve H. Reichenbach tarafından yanda delikleri bulunan selüloit esaslı fotoğraf filminin keşfi olmuştur. Bu gelişmenin ardından T. Edison, Eastman’dan aldığı filmleri kullanarak 1893 yılında ‘Black Mary’ isimli film stüdyosunu kurmuş ve böylelikle sinemanın tarih öncesi noktalanarak tarihi başlamıştır (Scognamillo, 1997: 14-15). Bahsedilen çok sayıdaki bilimsel gelişmenin sonrasında sinemanın icat edilmesi ile ilgili olarak Bazin, sinemanın bilimsel ruha çok şey borçlu olduğunu belirtmiş ve sinemanın icadına neden olan çalışmaları yapan kişileri ‘bilginler’ olarak nitelendirmiştir (Bazin, 2000: 23).

Çalışma mantığını insan gözünün bir özelliğinden daha doğrusu kusurundan alan (Onaran, 1994: 8) ve bir kişinin gözünün önüne sessiz filmlerde saniyede 16, sesli filmlerde 24 resim getirilmesi prensibiyle çalışan sinemanın keşfi için üç aşamanın geçilmesi gerekmiştir. Bunlardan ilki görüntünün tespiti, ikincisi bu görüntünün hareketli hale getirilmesi ve son aşamada birden fazla kişinin aynı anda bunu seyredebilmesidir. Bu aşamalardan ilkini 1827 yılında Fransız N. Niepce başarmış ve adına fotoğraf denilmiştir. İkinci aşamayı Amerikalı T. Edison 1891 yılında gerçekleştirmiş ve bu yeni icadına Kinetoskop adı verilmiştir. Üçüncü aşamayı ise Fransız Lumiere kardeşler başararak (Gökmen, 1989: 12), icat ettikleri bu alete sinematograf ismini vermişlerdir (Özön, 2008: 3). Bahse konu farklı dönemlerdeki değişik gelişmelere rağmen 28 Aralık 1895’i sinema tarihinin başlangıç günü olarak kabul etmek hata olmayacaktır. Çünkü bu tarihte Lumiere Kardeşler, sinematografın ilk gösterisini Paris’teki Grand Cafe isimli yerde yaparak hareketli fotoğrafların perdeye yansıtıldığı yeni bir sanatın yani sinemanın, hem ekonomik hem de endüstriyel ilk hamlesini gerçekleştirmişlerdir (Odabaş, 2013: 7).

Sinema ortaya çıkışıyla birlikte büyük bir gelişme göstermiş, ilk filmler tekli çekimlerden oluşup bir dakika sürmekte iken, 1905 yılında filmler beş ile on dakikalık uzunluklara ulaşmış, 1910’lu yılların henüz başlarında ilk uzun metrajlı filmler piyasaya sunulmuştur. Dolayısıyla sinema 1895 yılında sadece bir yenilik olarak görülürken, 1915 yılına gelinde önemli bir endüstriye dönüşmüştür (Pearson, 2003: 30). Özellikle 1911 ila 1914 yılları arasında, sinema endüstrisi çok hızlı bir gelişme göstermiş, o zamana kadar bin feet olan sinema filmleri, zamanla çok daha uzun

66

olmaya başlamıştır. Ancak film endüstrisindeki bu önemli gelişmeler ilk dönemlerinde sadece Avrupa sinemasında yaşanıyorken, ilerleyen süreçte Amerikalı yapımcıları da ciddi şekilde etkilemiştir (Rotha, 2000: 38).

Avrupa’da sinema sektörü ilk dönemlerinden itibaren hızlı bir ilerleme göstermiş, 1914 yılına gelindiğinde sadece Avrupa’nın değil tüm dünyanın en önde gelen film şirketi uluslararası dağıtım ağıyla Fransız Pathe firması olmuştur. Öyle ki o dönemde Amerikan sinemasında bile üretimin yarısını tek başına Fransız Pathe şirketi karşılamıştır (Ünal, 2011: 12). Ancak Birinci Dünya Savaşı her şeyi değiştirmiş, savaşın etkisiyle İngiliz ve İtalyan sinemaları ile birlikte Fransız sineması da büyük bir çöküş yaşamıştır. Hatta savaşın başlaması Avrupa ülkelerindeki film sektörünü bitme noktasına getirmiştir.Avrupa sinemasının söz konusu bitişi, Amerikan sinemasının da elinde tutmaya başladığı ticari kontrolü garantiye alması için uygun zemini sağlamış, dönemin şartları Amerikan sinemasının lehine doğru bir değişim içerisine girerken Amerikalı yapımcılarda bu olanakları en iyi şekilde değerlendirmişlerdir (Rotha, 1996: 41). Ancak savaştan önce Avrupa sinemasının başta Fransız ve İtalyan sinemaları olmak üzere epey gelişmiş bir seviyede iken, savaş sonrası çöküş nedeni savaşın galibi veya mağlubu olmaları değil savaşın getirdiği hammadde ihtiyacını karşılayamamalarıdır. Çünkü film üretiminde temel hammadde olan selüloit savaş esnasında Avrupa ülkelerince barut yapımında kullanılmış, bu durumda Avrupa ülkelerinin film üretimi için gerekli selüloiti sağlayamamalarına neden olmuştur. Ancak bu dönemde Avrupa ülkelerinin aksine Amerika’nın savaşa girmemesi, ülkedeki teknik imkânlar, sinemaya ciddi yaklaşımların başlaması ve bunların paralelinde yaşanan gelişmeler Amerikan sinemasının, Birinci Dünya Savaşı esnasında çok ciddi şekilde ilerlemesini sağlamıştır (Çevirir ve Yakışan, 1994: 133). Berdeche ve Brasillach’ın ifadesiyle, “Amerikan Sineması, Birinci Dünya Savaşı’ndan gençleşme banyosundan çıkar gibi çıkmış” ve savaşın etkilerinden o kadar uzak kalmıştır ki, bunun doğal bir sonucu olarak Avrupa ülkeleri savaşın zorlukları ile uğraşıp, endüstriyel ve ticari manada sinemadan uzaklaşırken, Amerikan sineması uluslararası film piyasasını ele geçirmiştir (Onaran, 1994:169). Rotha’nın da belirttiği gibi (1996: 42); sinemanın başlangıç evresinin ardından Amerikalı film şirketleri göz alıcı gelişme göstermişler ve bu gelişim Birinci Dünya Savaşı boyunca devam etmiştir. Savaşın ardından Amerikan sineması bütün dünya piyasasını hakimiyeti altına almış,

67

dağıtım ağlarını kullanarak sadece İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkelerinin değil, Uzakdoğu ülkelerinin bile sinema sektörlerinde ciddi öncelikler kazanmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın ülkelerin birçok alanında olduğu gibi sinema sektöründe de yarattığı yıkımın ardından Avrupa’da sadece Alman sineması tekrar kendine gelebilmiş, Japonya ve Sovyetler Birliği gibi ülkeler de ekonomik yalnızlık içerisinde kendi sinemalarını geliştirmeye çalışmışlardır (Nowell-Smith, 2003: 19).

Sinemanın doğuşuna ev sahipliği yapmış olmasına rağmen Avrupa sineması, Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği zorlukların altından kalkamamış ve sinemadaki öncüllüğünü kaybetmiştir. Savaştan günümüze gelinceye kadar ki süreçte ise Avrupa ülkeleri de dâhil birçok dünya ülkesi, kendi sinemasını geliştirmek ve daha üretken hale getirebilmek amacıyla önemli atılımlar yapmışlar hatta nitelikli eserler de ortaya koyabilmişlerdir. Ancak yapılan tüm çabalara rağmen hiçbir ülke, Amerikan sinemasının yani Hollywood’un dünya genelindeki tekelini kırmayı başaramamış, daha çok ülkesel veya bölgesel çapta etkinliklerini sürdürmüşlerdir.