• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: EDEBİYATTA, SİNEMADA VE ÇEVİRİDE KÜLTÜR

2.3. Kültür ve Sinema İlişkisi

2.3.1. Sinema

‘Yedinci sanat’ olarak anılan ve tarihi geçmişi çok eskiye dayanmayan sinema, 1890’lı yıllarda ortaya çıkmış, öncelikle sessiz sinema ile beyaz perdede yerini almış daha sonra sesli sinemanın ortaya çıkışı ile büyük bir ilerleme katetmiştir.

21.yy’ın ikinci yarısı boyunca yoğunlaşan çalışmaların ardından oluşan birikimi iyi değerlendiren Louis ve Auguste Lumere kardeşler, cinemantographe (sinematograf) adını verdikleri ilk sinema makinesini tamamlarlar ve 13 Şubat 1895’de ise Fransa için makinenin patentini alırlar (Cansız,2011: 16). Böylece sinemada büyük bir adım atılarak ilerleme kaydedilir ve sinema sanatında teknik anlamda ilerleme için bir basamak oluşturulur; çünkü sinema sanatında iyi bir filmin ortaya çıkışında yatan ve en önemli esası oluşturan teknolojk ekipmanın donanımlı bir şekilde olmasıdır.

Sinemanın ne olduğu üzerine öne sürülen düşünceler içerisinde sinemanın fotoğraflardan oluştuğu yönünde görüşler de mevcuttur. Sinemanın ortaya çıkışının da fotoğraflara dayandırılması, yine de karmaşık bir yapı olan sinema sanatının sadece fotoğrafların bir araya gelmesi ile oluştuğu düşünülemez. Fotoğrafların belli bir ahenk ve sıra içerisinde bir arada olması sinemaya kuşkusuz anlam katmaktadır; fakat bu durum sinemayı tek başına fotoğraflarla sınırlandırmamayı gerektirmektedir.

Sinemayı fotoğraf yönü ile açıklamaya çalışan Delluc’da sinema sanatını photogenie (fotojeni) sözcüğü ile özetlemeye çalışmıştır. Sinema kuşkusuz ki fotoğraflardan oluşmaktadır. Ancak fotoğrafa ritmik bir birlik kazandırılmıştır (Andrew,2007: 18). Film tarihçisi olan Potonieé ise sinema sanatının kaynağının sanıldığı gibi fotoğrafın icadı sayesinde değil, streoskopun icadı sayesinde olduğunu söylemektedir (Bazin,2007: 26).

79

Sinemayı teknik yapısına dayandırarak açıklamanın dışında tanımlayanlar da vardır. Andrew, sinemayı sıkıcı bir özelliği olmayan bir maddenin heyecan verici, ışıltılı bir duruma dönüştürülmesi olarak tanımlamış, Munsterberg ise “nasıl ki müzik kulağa, resim göze hitap ediyorsa, sinema da zihne seslenen bir sanattır” diyerek sinemanın farklı yönlerine dikkat çekmeye çalışmışlardır (Andrew, 2007: 19, 25).

Bir sinema filminin ortaya çıkması iyi bir grup çalışmasına ve teçhizata dayalı olduğu için sinemanın tanımlanmasında da insanlar daha çok bu yönü üzerinde durmuştur ve sinemanın teknik yapısı çağımız insanını olmasa da yüz yıl önceki insanı büyülemiştir. Bir sanat dalı olarak büyük bir teçhizat ve ekip çalışması gerektirmesi sinemayı ilginç kılan bir yöndür. Gelişen teknoloji ile sinemanın olanakları genişlediği gibi insanlar da bir sinema eserinin nasıl ortaya çıktığını algılayabilecek konuma gelmişlerdir ve bu yüzden de artık sinemanın teknik yapısı üzerinde eskisi kadar durulmamaktadır. Bunun yerine bir sinema filminin uyandırdığı duygular, vermek istediği mesaj, ideolojiler gibi farklı konular üzerinde yoğunlaşmaya başlanmıştır. Ayrıca ilk zamanlar sinema, sessiz sinema olarak ortaya çıkmış, kısa ve uzun metrajlı filmler çekilmiştir. Sonraları sinemada sesin kullanılmasıyla sinema canlanmış ve böylece gerçeklik, duygular, verilen mesaj önemsenmeye başlanmıştır.

Rudolf Arnheim, filmin soyut olması nedeniyle insana tatma, dokunma ve koklama gibi duyumları tattıramadığını dile getirir. Film, mekanik olarak retinanın alabildiği duyumları kaydeder, fakat bunu öyle bilinçsizce yapar ki, bu gerçeği temsil edemez. Film sanatı insanlara ilişkin görüntü değil, teknik anlamda görüntünün kullanılması üzerinde kurulmuştur (Andrew,2007: 37).

Film sanatını mekanik duygusuz bir sanatmış gibi değerlendiren Arnheim, filmlerin baş aktörü olan insan faktörünü göz ardı etmiş bulunmaktadır. İnsanın olduğu bir yerde tam bir mekanikleşmeden bahsetmek pek mümkün görünmemektedir. Film sanatçılarının da canlı kanlı sosyal bireyler olduğu düşünüldüğünde hisleri, duyguları, düşünceleri olduğu gerçeği yok sayılamaz. Çünkü ancak karakterlerin özümsenmesi, her filmde ayrı bir karakterin şekline girilmesi ve bilhassa bunun başarılabilmesi sinema sanatının insan faktörünün devreye girmesi ile mekanikleşmeden kurtulduğunun göstergesidir. Alıcının ve vericinin de insan olması bu durumu algılamayı çok daha kolaylaştırmaktadır. Filmi tam anlamıyla soyut olmaktan çıkarıp somut bir hale sokmak mümkün gözükmese de filmin, duyguları harekete geçirdiği ve kişiyi film boyunca etkilediği bir gerçektir.

80

Eisenstein, sinemayı bir bildiri sunma aracı olarak algıladığını bildirmektedir. Niçin sorusunu tam olarak ortaya koymadıkça kişi, bir film üzerinde çalışmaya başlayamaz. Hangi gizli duygular ve tutkular üzerinde spekülasyon yapılması gerektiğini saptamadıkça bir şey yaratmak ona göre olanaksızdır (Eisenstein,1993: 16).

Film oluşturulmaya başlanmadan önce ya da oluşturulduğu esnada yönetmenin ve senaristin neyi vermek istediklerini bilmeleri filmin çekiminin kolaylaştırılmasını sağlayacağı gibi filmin odak noktasını da oluşturur. Böylece film, belli bir amaç doğrultusunda kaydedilir.

Konulu filmlerde öykü izleyiciye hangi çekimden etkilenmesi gerektiğini söyler. Örneğin polisiye bir filmde izleyicinin dikkati bir perdenin arkasında saklanmış olan katilin üzerinde yoğunlaştırılır. Çekimin diğer atraksiyonları (perdenin rüzgâr nedeniyle hareket etmesi; benekli ay ışığı ve odadaki gölgeler ) figürün merkez çekimi etrafında bulunmaktadır (Andrew,2007: 67).

Bu durumda vericinin vermek istediği ile alıcının algıladığı aynı noktada kesişebilir. En azından ana tema değiştirilmeden, yönetmenin ya da senaristin aklında olan, ekrana yansıtılabilir. Bu da amaca ulaşılmasını sağlar.

Sinema bir anlamda meramını dile getirme sanatıdır. İşçi sınıfını anlatan, köylüyü-

şehirliyi-zengini-fakiri mukayese eden filmler yapılmıştır ve yapılmaktadır. Böylece

tepkiler de takdirler de sinema ile ortaya koyulabilmektedir.

Sinemanın amacı, salt eğlence olmamalı, genelde kültürel ve toplumsal ereklere yönelik olmalıdır. Bu amaçlar özel çıkar ve kazanç öğeleri olmaksızın yerine getirilmelidir. Sinema bir yönden işleyimsel girişim, bir yönden de sanattır (Eisenstein,1993: 24). Çoğu sanat dalında olduğu gibi sinemanın da insan ve toplum merkezli çalışması, sinemanın uzun ömürlü olmasını sağladığı gibi toplumsal içerikli mesajların topluma ulaştırılmasını da sağlar. Bunun yanı sıra sinemanın ya da sinema vasıtasıyla yapılan filmlerin topluma uygun düşmesi ve ancak böyle önem kazanması mümkün gözükmektedir. Sinema sanatsal niteliği sayesinde toplumda yer edinebildiği gibi izler de bırakabilmekte, grupları ve bireyleri yönlendirebilecek güce de sahip olabilmektedir. Sinemanın özellikle görselliğe hitap etmesi zihni de harekete geçirmektedir. Böylece kişi ya da kişiler üzerinde daha derin izler bırakabilmeyi başarmaktadır. Çünkü kişinin

81

dillendiremediği duyguları, düşünceleri, düşleri sinema, kullandığı yöntemler sayesinde beyaz perdeye aktarabilmektedir.

Sinema doğal dil ile karşılaştırılamaz. Çünkü sinema dili evrenseldir. Görüntüyü anlamak çok az değişebilir olmakla beraber tüm dünyada aynıdır. Çeşitli ve farklı doğal dilleri konuşanlar birbirlerini anlamazlar fakat sinema ortak evrensel bir dil olduğu için anlaşılmaması söz konusu değildir (Küçükcan,2005: 18).

Sinemayı anlaşılır kılan en büyük nedenlerden birisi olarak görselliğe hitap etmesi gösterilebilir. Örneğin yabancı bir dilde çekilen bir filmin diyalogları, konuşmaları anlaşılmasa dahi temel amacı, özü anlaşılabilir. Çünkü sinema bütün insanlara ve bilhassa insanların duygularına hitap eden evrensel bir sanat olma özelliğini taşımaktadır.

2.3.1.1. Sinemada Gerçeklik

Tarihi gelişimine ‘sessiz’ başlayan sinema, ikinci dünya savaşı öncesinde konuşmaların, diyalogların kullanılmasıyla sese kavuşmuştur. Sinemanın sese kavuşmasıyla sinemaya olan ilgi artmış ve sinema ayrı bir popülarite kazanmıştır. Sinemada gerçekliğe giden yolu kuvvetlendiren ses öğesinin yanı sıra kurgu, görüntü, montaj da sinemada gerçeklik algısının oluşmasını sağlamıştır.

Kracaur’e göre film yapımcısının gerçekliği yazarın, ressamın ve müzisyenin gerçekliğinden farklı değildir. Kracaur, sinemayı geleneksel sanatlardan ayırmaktadır. Sinemanın ayırım noktası onun hammaddesinin gerçekçi olmasıdır (Andrew,2007: 147).

Temelinin gerçekliğe dayandığı esası sinemada gerçeklik algısının merkeze alınmasına neden olmaktadır. Bu durum da sinemanın tam bir gerçekliği yansıttığı duygusuna kapılmaya sebebiyet vermektedir.

Bir göstergeler dizgesi olarak sinema incelendiğinde yazılı ya da sözlü dilin tersine sinemanın simgesel bir dili olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü sinema gerçeği simgelerle değil, gerçeği kendisi ile anlatan bir sanattır. Örneğin yönetmen evi göstermek istiyorsa evin kendisini gösterir. Bu yüzden denilebilir ki sinema, gerçeği gerçekle anlatan bir sanattır (Küçükcan,2005: 17).

82

Sinemada gerçeği yakalama çabaları mevcuttur. Görüntü temelli olan sinema, bu yüzden de gerçeğe en çok yaklaşan sanatlar arasındadır. Çünkü sinema dili, gerçeğe ya da gerçekliğe giden yolun kapılarını aralamaktadır. Öncelikle sinemanın insani bir eylem sonucu gerçekleşmesi, doğal ortamda ya da doğal ortama yakın bir ortamda çekilmesi, sinemayı gerçekliğe yaklaştıran unsurlar arasındadır.

Yukarıdaki örnekte belirtildiği gibi yönetmenin evi anlatmak istediğinde evi göstermesi, sevgiyi, nefreti yansıtabilmesi, bireyleri konuşturarak, düşündürterek bizleri gerçekliğin içine çekmesi oldukça mümkündür. Gerçekliğin kamera ile gözler önüne serildiği, anın yakalanmaya çalışıldığı sinemada kişi, gerçeklik duygusuna, örneğin aynı olayı ya da duyguyu yaşamış olma hissiyatına genellikle kapılabilir. Oysaki sinemada aktarılmaya çalışılan gerçekliğin de göreceli olduğu düşünüldüğünde aktarılan gerçekliğin ne kadar gerçek kaldığı sorusu da akıllara gelmektedir. Bu yüzden de sinema görselliğe ya da görüntüye dayanıyor olsa bile sinemada tam bir gerçeklikten bahsetmek bütün sanatlar için olduğu gibi sinema sanatı için de pek mümkün gözükmemektedir.

Andre Bazin de sinemanın gerçeği bütünüyle yakalayamadığını, gerçeğin ister istemez bir kıyıdan kaçtığını belirtir. Kuşkusuz teknik bir ilerleme iyi kullanıldığı zaman ağın ilmiklerini sıkıştırabilir, fakat yine de şu ya da bu gerçek arasında iyi kötü bir seçim yapmak gerekir (Bazin,2007: 208).

Gerçekliğin söz konusu olması onun aktarılmasının ne kadar mümkün olduğu yönünde farklı görüş ve düşüncelerin oluşmasına da neden olmaktadır. Bazin’in de belirttiği gibi gerçekliğe çok yaklaşmak mümkün gözükmekte ama tam bir gerçekliği yakalamak mümkün gözükmemektedir.

Sinema sanatı gerçekliğe bu kadar çok yaklaşmasını da tabi ki gelişen teknoloji ve donanıma borçludur. Ancak donanımlı bir teknik yapı ile sinemada hedeflenen düzeye varılabilir ve hayatın gerçekliği kısmen de olsa ekrana yansıtılabilir.