6.11. Güzel Sanatlar ve Sahne Sanatlarındaki Gelişmeler
6.11.2. Sahne Sanatlarındaki Gelişmeler
Bu konu; Müzik, Senfoni Orkestraları, Tiyatro ve Opera şeklinde alt başlıklar halinde aşağıda sırayla incelenmiştir.
6.11.2.1. Müzik
Türklerde musiki halk musiki ve klasik musiki olarak iki yönde gelişmiştir. Ses sistemleri aynıdır. Üslup değişiktir. Mahalli, tavır ve eda farklılıkları bulunur. Batı musikisi nasıl saray ve kilisede oluşmuşsa, Türk Musikisinin yüksek eğitim ve öğreniminin yapıldığı yerlerde aynıdır. Saray, cami ve tekkedir. Batı musikisi gibi Türk musikisi de çok öncelerden hemen iki branşa; din dışı ve dini musiki sahalarına ayrılmıştır. İki sahanın farkı batı musikisinde olduğu gibi üslup farkıdır (Atlığ, 1990, 183-184).
Osmanlı devletinde Türk musikisinin öğretildiği en yüksek kurum Enderun-i Hümayun denen akademinin musiki kısmıdır. Asırlarca mükemmel bir konservatuar
olarak işlemiştir. Ancak II. Mahmud’un 1826’da başlayan radikal reform dönemiyle ehemmiyetini kaybetmiş, hatta zamanla kapanmıştır. Aynı yıllarda saraya bağlı Muzıkay-ı Hümayun teşkilatında batı ve Türk musikilerinin öğretildiği iki birim kurulmuş ve İmparatorluk yıkılıncaya kadar devam etmiştir (Atlığ, 1990, 184).
Ulusal olduğu kadar uluslararası değer ve nitelik taşıyan Çağdaş Türk Müzik Sanatının yaratılması asırlar boyu süren çabalarla geliştirilen (Batı Müzikçiliği) kavramına açılım ve bu amaçlara varmada etkin yol oynayacak müzik eğitim kurumlarının kurulması, mevcut kurumların, ulusal-çağdaş-evrensel değerler ölçüsünde yeniden yapılandırılması çabaları, Atatürk Kültür Hareketi ile gerçekleşmiş, bu yoldan kısa zamanda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Cumhuriyet devri öncesinde okullarda okutulan “gına” dersleri yerine, çağdaş müzik eğitim ve öğretiminin yapılmasını sağlamak maksadıyla Musiki Muallim Mektebi’nin açılması; Ankara’da 1936 yılında ilk Devlet Konservatuar’larının kurulması; dönüşlerinde Türk müzik yaşamına eşsiz katkılarda bulunacak ilk kuşak sanatçılarının eğitim maksadıyla Avrupa’ya gönderilmeleri; eski geleneğe bağlı “Melodi-Ezgi Okulu”nun yani “Darül-Elhan”ın çağdaş bir Türkiye’nin yaratılması çabalarına uygun bir yapıya kavuşturulmak üzere “Konservatuar” adıyla yenilenmesi; Osmanlı döneminde yaratılmış bestelerin tespiti ve yayınlanması için Konservatuar bünyesinde bir “İlmi Tasnif Heyeti”nin kurulması, çağdaş Türk müzik sanatının yaratılmasıyla ilgi hamlelerin başında gelmektedir (Onay, 1990, 188–189).
6.11.2.2. Senfoni Orkestraları
En eski senfonik topluluk, “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası”dır. Çekirdeği 1826’da kurulan “Muzikayi Hümayun”dur denir. Ordunun modernizasyonu sebebiyle düşünülmüştür. Bir bandonun ilk üyeleri de, sarayda “Enderun”dan seçilen gençlerdir; batı müziği öğrenecekler ve bando takımını oluşturacaklardı. Tabii dışarıdan da yabancı hocalar getirilmişti. Daha sonra 1846’da sarayda müzisyen yetiştirmek için bir okul açılmış ve buradan yetişenlerle İtalyan müzikçilerin yönetiminde bir Saray Orkestrası meydana getirilmişti. Orkestra, 1918’de Avrupa turnesine çıktı ve Berlin, Dresden, Münih, Budapeşte, Sofya’da konserler verdi. Bu devrin önemli bir olayı da İstanbul’da “Union Francaise”de halka açık konserler vermeye başlamasıdır. 1924’de bu konserler devam ediyordu (Katoğlu, 2002, 460).
Cumhuriyet hükümetinin, musiki alanında da yenileşme isteği sonucu 1924’de orkestra Ankara’ya nakledildi ve orkestra bölümü “Riyaseticumhur Filarmoni Orkestra Heyeti” adıyla Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Bando bölümü ise Milli Savunma Bakanlığı’nda kaldı. Artık batı musikisi eğitimiyle yeni öğretmenlerin yetiştirilmesi için orkestranın üyelerinden yararlanılacaktı. Devamında Musiki Muallim Mektebi kuruldu. 1925’te orkestra Romanya ve bazı Avrupa ülkelerine turneye gitti. 1934’te çıkarılan 2541 sayılı “Musiki ve Temsil Akademisi” kanunuyla, bu akademi içinde yer alan orkestra, konservatuarın kuruluşundan az önce, 3045 sayılı kanunla, 12 Haziran 1936’da tüzel kişilik kazanmıştır. 1938 yılından itibaren orkestra sürekli olarak halka açık konserler vermeye başladı. Türkiye’de halen Ankara, İstanbul ve İzmir’de olmak üzere üç senfonik orkestra bulunmaktadır (Katoğlu, 2002, 461).
6.11.2.3. Tiyatro
Türk tiyatrosunu dört geleneğe ayırabiliriz. Bunlar; Köylü Tiyatrosu Geleneği, Halk Tiyatrosu Geleneği, Saray Tiyatrosu geleneği ve Batı Tiyatrosu Geleneğidir. Köylü Tiyatrosunda oyuncular profesyonel değildir; gösterimler de sürekli olmayıp takvime ya da belirli vesilelere bağlıdır. Bunlar kısa oyuncuklar olup çoğunda söyleşme, maskeler veya hayvan benzetmeleri bulunur. Ayrıca kukla ve dramatik danslara da rastlanır. Halk Tiyatrosu Geleneği daha çok kentlerde, özellikle İstanbul’da gelişmiştir. Metinsiz, sahnesiz bir tiyatro geleneği olup Avrupa’da Halk Tiyatrosunu andıran aydın ve yarı aydın orta sınıfın tiyatrosudur. Oyuncular profesyonel sanatçılardır. En önemli türleri kukla, gölge oyunu ya da Karagöz ve orta oyunudur. Dramatik özellikler gösteren başka türlerde vardır. Saray Tiyatrosu Geleneği kendi başına değişik, özgün bir gelenektir. Ancak Osmanlılardan ayrı, bağımsız bir gelenek olmamıştır. Sarayda Halk Tiyatrosu geleneği, doğrudan sarayın kendi gereksinmesi için alıkonan sanatçılar yoluyla yaşatılmış yada sarayda yetiştirilen sanatçılarla kurulan halk tiyatrosu şeklinde gerçekleştirilmiştir. Batı Tiyatrosu Geleneği kendini 1939’dan sonra kabul ettirmekle birlikte daha önceleri de bir takım etkileri görülmüş olabilir. Batı Tiyatrosunun Türkiye’ye girmesiyle saray bununla ilgilendi: önce Çırağan Sarayı’nda geçici bir tiyatro, sonra Dolmabahçe Sarayı yakınında (1859’da), ardından Yıldız Sarayı’nda (1889) ikinci bir tiyatro yapıldı (And, 1985, 2505–2508).
Tanzimat dönemi, tiyatro geleneği için yeni gelişmeler dönemidir ve aynı zamanda Batı Tiyatro Geleneği için başlangıç kabul edilir. Ancak İstibdat’ın getirdiği sıkı denetim, Tanzimat döneminin getirdiği tüm olumlu çalışmaları durdurur. Bu dönemde dramatik edebiyat çok gelişti. Namık Kemal, Ahmet Mithat, Şemsettin Sami, Recaizade Mahmut Ekrem, Ebbüzziya Tevfik, Abdülhak Hamit v.d. bu dönemin kalburüstü yazarları arasında sayılabilir. Çeviri ve uyarlamaların sayısı kadar, komedya, manzum, dram, melodram, tarihi dram, halk dramları ve müzikli oyun türlerinde oyun yazıldı, bunların çoğu kitap olarak yayınlandı (And, 1985, 2508–2510).
1923 yılında Cumhuriyet’in ilanıyla başlayan yeni dönemde, Türk Tiyatrosu gelişme olanaklarına kavuşmuştur. Tiyatro eğitimi, ödenekli tiyatrolar, seyirci birikimi ve sorunların tartışılıp çözüm yollarının araştırılması Cumhuriyet’le birlikte gündeme gelmiştir. Tiyatronun devletçe korunması, yazarın, sanatçının ve çeşitli dallarda ki sahne teknik kadrosunun yetişmesi, tiyatro seyircisinin oluşması tiyatroyu bir atılıma sokmuştur. 1914 yılında İstanbul Belediye Başkanı Cemil (Topuzlu) Paşanın bir tiyatro ve müzik okulu olarak kurduğu Darülbedayi; 1916 yılından itibaren gösteriler düzenleyen bir tiyatro durumunu almış ama Cumhuriyetin ilanına kadar varlığını çok zor sürdürebilmiştir. 1926 yılında Darülbedayi yeni bir düzene sokulmuştur ve 1927’de yurtdışından dönen Muhsin Ertuğrul, Darülbedayiinin başına geçirilmiştir. Muhsin Ertuğrul’un bu dönemde hazırladığı sahne çalışmalarını kolaylaştırıcı iç tüzük, tiyatro tarihimizde disipline ilişkin belgedir. İlerde bir Devlet Tiyatrosu kurulması düşüncesi de yine 1927’de Ankara’ya turne yapan Darülbedayi sanatçılarının önerisiyle yaşama geçirilmiştir. Darülbedayiinin 1931 ile 1946 yılları arasındaki dönemi deneme ve yenilikleri kapsar. Bunların başında bir çocuk tiyatrosunun kurulması gelir. 1931 yılında tiyatroya bağlı “Tiyatro Meslek Okulu”nun kurulması da bu dönemin önemli olaylarındandır. 1934’de Darülbedayiinin adı “Şehir Tiyatrosu” olmuştur (And, 1985, 2510).
6.11.2.4. Opera
Osmanlı İmparatorluğu’nun opera ile ilişkileri konusundaki bilgilerimiz 18. yüzyılda türlü Avrupa başkentlerine gönderilen elçilerin raporlarından ibaret kalmıştır. 1939 yılında Tanzimat’ın ilanı batıya yaklaşım yolunda önemli bir adım sayılmış ve bu dönemde toplum ve kültür yaşamına “Opera” ve “Tiyatro” gibi
gösteri biçimleri de katılmıştır. Sultan II. Mahmud’un iradesiyle Beyoğlu’nda opera ve tiyatro temsilleri vermek üzere bir opera binası yaptırılmış ve bu binanın sahnesinde iki yıl boyunca opera temsilleri verilmiş, ancak yangın sonucu ağır hasar görmüş ve perdesini üç yıl süren onarım sonucunda açabilmiştir. Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe sarayı yakınında, günümüzdeki stadyumun bulunduğu yerde yaptırdığı “Opera” binası 1859’da perde açmış, dört yıl sonra bir yangın sonucu yok olmuştur. Sultan II. Abdülhamit’in Yıldız Sarayı bahçesinde yaptırdığı opera-tiyatro ise konuk İtalyan şarkıcılar, yerli sanatçılardan oluşan orkestra ve başka teknik kadro ile temsillerini İkinci Meşrutiyete dek sürmüştür (Yener, 1985, 2547– 2548).
Türkiye’de düzenli ve sürekli opera etkinliği yolunda ilk adımlar Cumhuriyet döneminde atılmıştır. İstanbul’da müzikli oyun gereksinmesi önceleri Süreyya Paşa ve Cemal Sahir gibi girişimcilerin kurup yönettikleri opera temsilleriyle yanıtlanmaya başlanmış, bu alandaki çalışmalar Vali Muhittin Üstündağ’ın özendirişiyle Muhsin Ertuğrul tarafından İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndan, Cemal Reşit Rey ve Ekrem Reşit Rey kardeşlerin bu alandaki ilk deneyi “Üç saat”, 1932’de oynanmış, bunu ertesi yıl Lüks Hayat, Deli Dolu Saz Caz, Alabanda ve Hava Civa gibi başka operet ve revüler izlemiştir. Cumhuriyet sonrasında Türk metin yazarı ve bestecisinin eseri ilk opera, 19 Haziran 1934 günü Ankara’da oynanmıştır. İran Şahı Rıza Pehleve’nin Türkiye’ye gelmesi nedeniyle Mustafa Kemal Atatürk, bir “opera” gösterisi hazırlanmasını buyurmuş: Münir Hayri Egeli’nin kısa sürede yazdığı metin Adnan Saygun tarafından gene bir ay gibi kısa bir sürede bestelenmiş ve eser Ankara Halkevi Sahnesinde oynanmıştır (Yener, 1985, 2548–2549).
6.11.3. Güzel Sanatlar ve Sahne Sanatlarındaki Gelişmelerin Etkileri ve