• Sonuç bulunamadı

6.6.1. Tarihsel Süreç İçinde Din

6.6.1.4. Halifelik

Arapça halife sözcüğü (çoğulu hulefa), “babasından sonraya kalan çocuk, birisinin yerine geçen vekil” anlamına gelmektedir. Bu nedenle Hz. Muhammed’in ölümünden sonra onun yerine seçilen ya da geçirilen Ebubekir’e san olarak verilmiştir. Bunun dışında, tarikatların örgütlenmesinde de bu san kullanılmıştır. Şeyhin belirli yetkilerini taşıyan temsilcisine halife denilmiştir. Kuran’da peygamberden sonra İslam toplumunun başına kimin geçeceğine ilişkin hiçbir işaret

yoktur. Kutsal kitapta halife ve imam deyimleri geçmekte ise de bununla bir liderlik, başkanlık değil, toplumun adaletle yönetilmesi belirtilmek istenmiştir. Böylece salt dünyasal görev, yetki ve sanla kurulan halifelik, çok geçmeden büyük görüş ayrılıklarına, siyasal çekişmelere ve iç savaşlara yol açtı. Bir tür seçimle iş başına getirilen ilk dört halifeden üçünün şehit edilmesi, yani kendi dindaşlarının saldırısı sonucu öldürülmeleri, halifelik makamının ve halifenin kutsal olarak tanınmadığının açık kanıtı idi. Suriye Valisi Muaviye ile halifelik saltanatlığa dönüştürüldü (Turan, 1994, 133).

Mısır’ı zapteden Yavuz Selim (1517)’in Mısır Abbasi Halifeleri dizisinde son sırada olan III. Mütevekkil Alallah’dan halifeliği devraldığı ve o tarihten sonra Osmanlı padişahlarının halife sanını kullanmaya başladıkları yolunda yanlış bir kanı doğmuş ve yaygınlaşmış bulunmaktadır. Hemen belirtmeliyiz ki, Yavuz dönemine ilişkin Osmanlı ve Arap belgelerinden hiç birinde ve o yıllarda yazılmış olan kitapların her hangi birisinde böyle bir devir işlemini gösteren ya da ima eden en küçük bir kayıt yoktur. Tarihi belge ve kayıtlardan kesinlikle anlaşılan, Yavuz Sultan Selim’in halifeliği teslim alma gibi bir yola başvurmadığı ve 1517’den önce de Osmanlı padişahlarının, güçlü bir saltanatı niteleyen sıfat diye algıladıkları halife sanını kullandıklarıdır (Turan, 1994, 135-136).

Yavuz Selim, Kahire’ye girdiğinde Mekke Şerifi Ebu Berakât, oğlunu göndererek Osmanlı padişahına bağlılığını bildirmiş ve Harem-i Şerif’in anahtarını sunmuştu. Böylece Hicaz yöresi hiç savaşılmadan Osmanlı topraklarına katılmıştı. Mekke Şerifi, Hz. Muhammed’e ve öteki halifelere ya da İslam ulularına ait oldukları için Kutsal Emanetler (Emanat-ı Mukaddese) diye anılan bazı hatıra eşyayı da oğluyla birlikte padişaha yollamıştı. Yavuz Sultan Selim, başka İslam ülkelerinde bulunan bu tür eşyanın bir araya toplanmasına çalışmıştı. Çeşitli yerlerden derleyip İstanbul’a getirilen bu emanetler, Topkapı Sarayı’nda özel bir bölüme konulmuştu (Turan, 1994, 138).

Şerafettin Turan’ın belirttiği gibi halifelik, İslam aleminin tamamı tarafından kutsal bir makam olarak tanınmamış ve farklı ülkelerde birden fazla hükümdar halifelik sanını kullanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda özellikle dağılma döneminde halifelik makamı ülkeyi ulusçuluk akımına karşı birleştirici ve parçalanmayı önleyici bir işlev olarak kullanılmak istenmiştir. Ancak özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda Arap ülkelerin ve Arap kökenli Osmanlı vatandaşlarının

olumsuz tavrı söz konusu makamın tüm işlevini yitirdiğinin kanıtıdır. Atatürk İslam alemi için herhangi bir anlam ifade etmeyen ve sadece törensel bir makam haline dönüşmüş olan halifeliği 3 Mart 1924 yılında kaldırttı. Bu girişim aynı zamanda çağdaş ve laik bir ülke için, ilk adım niteliğindeydi.

6.6.1.5. Laiklik

Laiklik deyiminin kökeni Grekçe’dir. Grekçe’de laikos sözcüğü “rahip sınıfından olmayan, halktan olan” anlamına gelmektedir. Avrupa’da kilisenin dinsel ibaret ve yorumdan başlayarak, kişinin güncel yaşayışında düşünceden sanata ve eğitime kadar her alanı kapsayan tekelciliği ve baskısına karşı çıkan davranış ve uygulamalar laik diye nitelendirilmiş ve Fransız Devrimi ile de büyük bir önem kazanmıştı (Turan, 1994, 145).

Osmanlı İmparatorluğu’nda, laiklik Tanzimat döneminden itibaren yenilik hareketleriyle kendini hissettirmeye başladı. Ancak bu dönemde laiklik şeklinde nitelendirebileceğimiz ilk gelişme; batı tarzında okulların açılması ve bu okullarda pozitif bilimlerin okutulmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar laik bir ülke, laik bir yönetim Atatürk dışında o dönemin aydınlarının dahi aklından geçmiyordu. Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk önce halifeliği ve Şeriye-Evkaf Bakanlığı’nı kaldırdı, eğitim ve öğretimi (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) birleştirdi, anayasadaki dini ibareleri çıkarttırdı, laikliği altı ilkesinden biri olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin programına aldırttı ve en sonunda, 1937 yılında laikliği anayasa hükümleri arasına koydurttu. Bütün bunlar Atatürk’ün diğer bütün devrimlerinde olduğu gibi laiklik konusunda da uygun koşulları gözlediği ve bu koşulların oluştuğuna kanaat getirdiği an harekete geçtiğini gösteriyor.

Laiklik hayatımıza girdiği günden bu güne dek tartışılan konudur. Çoğunlukla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması şeklinde algılanmıştır. Oysa Turan (1994, 147)’a göre Atatürk laikliği şu içerikle algılamıştır: “Kişinin istediği gibi düşünme, beğendiği felsefi ya da siyasi fikri taşıma, inanma ya da inanmama, kabul ettiği dinin gereklerine yerine getirme ya da getirmeme hak ve özgürlüğüne sahip olması; devlet yönetiminde de yasa, tüzük, yönetmelik gibi bağlayıcı kuralların bilimin ve çağdaş uygarlığın verilerine göre hazırlanıp uygulanması” dır.

Günümüzde ise laiklik bazı çevrelerce “dinsizlik” şeklinde yorumlanmıştır. Oysa laik yönetim; tüm dinlere, fikirlere, hak ve özgürlüklere eşit mesafede durur.

Birini diğerinden daha üstün görmez ve daha fazla değer vermez. Birden fazla ırk, din ve dilden oluşan bir toplumun kültürel varlığını devam ettirebilmesi, din ve vicdan özgürlüğünü hiçbir baskı altında kalmadan davranışa dönüştürebilmesi ve bunu yaparken de diğer kesimleri incitmemesi laik bir yönetimin varlığıyla gerçeklik kazanır. Bu noktadan hareketle laikliğin toplum yaşamı için, özellikle din ve vicdan özgürlüğü için bir güvence olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Laiklik, temelde hümanizme dayanır ve hümanizmin temel felsefesinde birey ve doğa sevgisi vardır. Bireyin kendini gerçekleştirebilmesi, doğa ve çevreyle barışık yaşayabilmesi hümanist bir ortamın varlığını gerektirir. Atatürk, laik yönetimi benimseyerek, böyle bir ortamda yaşamayı Türk toplumuna kazandırmıştır.