• Sonuç bulunamadı

Devrim başında Türkiye’nin durumu; Siyasi Durumu, Sosyal Durumu ve Ekonomik Durumu şeklinde, alt başlıklar halinde aşağıda incelenmiştir.

4.1.2. Siyasi Durum

Ordu’nun daha doğrusu milliyetçi genç subayların ayaklanmasıyla kurulan Anayasa (1908) rejimi, yani ikinci meşrutiyet dönemi son derece elverişsiz şartlar altında başlamıştır. 1907 Rus-İngiliz ittifakı ile, İngiltere, çoktandır izlediği Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama politikasını kesinlikle benimsemiştir. Rusya, Japonya yenilgisinden sonra, gözlerini yeniden İstanbul’a ve Boğazlara çevirmişti. İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ve Rusya), Doğu’ya doğru yayılma eğilimi gösteren Alman emperyalizmini, Balkan devletlerini birleştirerek ve İtalya’yı Üçlü İttifak’tan (Almanya, Avusturya, İtalya) kopararak bir çember içine alma çabasındadır. Avusturya, İtalya ve küçük Balkan devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’da kalan arazisini paylaşma kavgasındadır. Trablusgarp, gerek itilaf ve gerekse İttifak devletleri tarafından çoktan İtalya’ya peşkeş çekilmişti. Girit’in ve Ege adalarının Yunanlılara verilmesi planlanmıştır. Bu şartlar altında, Anayasa’nın kısa bir süre için dahi olsa, İmparatorluğu parçalamaktan kurtaramayacağı açıktır. Bu şartlar altında İttihat ve Terakki üyelerinin büyük çoğunluğu, başlangıçta İngiliz dostluğuna ümit bağlamışlardı. Meşrutiyet yıllarının kudretli kişisi Mahmut Şevket Paşa, Almanlara yakınlığı ile tanınmaktadır. Aynı şekilde Enver Paşa’da Alman taraftarıdır (Avcıoğlu, 1996, 253-254).

Mahmut Şevket o güne dek uygulanmış olan askeri danışman modelinin yürümediğini, ordunun adam alması için fiilen Almanların komutasına verilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunun için 24 Nisan 1913’te Alman büyükelçisine başvurmuştu. Sonuç olarak kasımda General Limon Van Sanders ile beş yıllık bir sözleşme yapıldı. General İstanbul’daki 1. Kolordunun komutanı, Askeri Şura üyesi, her türlü askeri okul ve eğitim yerinin amiri, terfi sınavlarının düzenleyicisi, kurmay

subayların kurumsal eğitimlerinin sorumlusu olacaktı. İstanbul’daki kolordu böylece Almanların eline geçince, Rusya kıyametleri koparttı. Mahmut Şevket, bu tür bir tepkiyi tahmin etmemiş olduğu için ve bunu önlemek için, İngilizlerden yeni Vilayetler Kanunu’nun uygulanmasına yardımcı olmasına yardımcı olmalarını istedi. Bağımsızlık ilkesinde gösterdiği titizlik yüzünden kısa bir süre önce Fransa’dan borç almaktan vazgeçen İttihat ve Terakki, şimdi ordusunu Almanya’ya içişlerini İngiltere’ye teslim etmeye hazırlanıyordu. Ancak orduyu Almanlar eliyle adam etmek için İngiltere’ye verilen sus payı, sadece bu ülkeyi susturabildi. Öbür dört büyük devlet, ne olacaktı? Nitekim onlar da sıraya girdiler. Böylece büyük devletler kendi aralarında anlaşarak ve sonra da anlaşmalarını Osmanlı Devleti’ne onaylatarak, Osmanlı ülkesinin büyük bir bölümünü kapsayan bir nüfuz alanları paylaşımını (çoğu kez demiryolu yapım ve işletme hakları olarak maskelenen) gerçekleştirdiler. Tabi İstanbul ve Boğazlar anlaşmanın dışında kalmıştı (Akşin, 2002b, 51-52).

Genç ve ilerici bir devlet olan Almanya, ekonomik ve siyasal üstünlüğünü pekiştirmek için Doğu’yu etkisi altına almak istiyordu. İttihat ve Terakkiciler, Alman yardımı ile kalkınacağımızı umuyorlardı. Alman yöneticileri de, Osmanlı Devleti’ni kendi emelleri yolunda kullanabileceklerini düşünüyorlardı. Bu hava içinde, Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında girdik. Balkan Savaşları Türk yurdunu her bakımdan ezmişti. Yeni bir savaşa katılmak tam anlamı ile bir intihardı. Nitekim, türlü cephelerde yiğitçe savaşan ordularımız, Almanya’nın durumu kötüye gidince, yenilmeye başladılar. İttihatçıların başı olan Enver Paşa, Orta-Asya Türklerini birleştirip yeni güç kazanma yolunda umutsuz bir deneme yaptı ve bu askeri etkinlik de başarısızlıkla sonuçlandı. Sonuçta 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkesi ile silahları bıraktık ve ağır yenilgiyi kabul ettik. Yenenler adına İngiltere ile imzaladığımız Mondros Ateşkesi, çok ağır koşullarla dolu idi. Bu Ateşkesin en ağır maddesi; “Bağlaşıklar, güvenliklerini tehdit edecek bir durum olduğunda, herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkına sahiptir” şeklinde olan 7. maddedir (Mumcu, 1984, 20). Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yenen devletler, Ateşkesin bu maddesine dayanarak Anadolu’yu işgal etmeye başladılar.

Artık İstanbul’daki padişah ve hükümetin varlıkları, yenenlerin denetimi altında, yalnız sözde kalıyordu. Osmanlı Devleti “devlet olma” niteliğini yitirmişti. Mondros Ateşkesinden sonra vatanın kurtuluşu ve yeni bir devletin kurulması evresi açılacaktır. Yani ihtilal ve devrim (Mumcu, 1984, 21).

4.1.2. Sosyal Durumu

Anadolu köylüsü bitkin, ümitsiz ve güvensizdir. Yüzyıllar boyu, asker diye canını, vergi diye malını vermiştir. Yeni bir savaşa zerrece hazır değildir; en büyük derdi askerlikten kurtulmaktır. Hatta bazı köylüler, askerlikten kurtulmak için, yüzyılların tepkisi ile, ya kendilerini sakatlamakta, ya dağlara kaçmaktadır. Yine Türkiye köylüsünün başında jandarma, yine Türkiye köylüsünün başında bitmez tükenmez vergiler başlamış ve devam etmiştir. Türkiye köylüsü yine Balkan’da, Karadağ’da, Şark Cephesi’nde, yine Yemen’de ölmüştür. Bu sebeple 1918 yılında parlak gösterişlerle ilan ettiğimiz Meşrutiyet idaresinden köylü halk hiçbir şey anlamamıştır. Durumunda bir iyileşme olacağına inanmayan köylü, yüzyılların tevekkülü ile, tefeci, eşraf, derebeyi vb. gibi doğrudan doğruya ilişkileri bulunan sömürücülerine çaresiz sığınmıştır. Onların peşinden gitmekte, onların sözüne kulak vermekte ve vatanı kurtarma çabasındaki milliyetçi subay ve aydınlara karşı güvensizlik duymaktadır. Hatta “İttihatçı gâvur” diye yürütülen yoğun propagandaların etkisi altında, birçok köylü, milliyetçi subay ve aydınlara karşı düşmanlık beslemektedir (Avcıoğlu, 1996, 281–282).

Anadolu eşrafı da büyük devletlerin himayesine razıdır. Anadolu parçalansa ve büyük devletlerin nüfuz bölgelerine ayrılsa, eşraf bir mukavemet göstereceğe benzememektedir. Meselâ, İtalyanların el koyduğu bölgelerde eşrafın bir şikayeti görülmemiş ve İtalyan bölgesinde, eşraf genellikle Milli Kurtuluş Savaşı’na karşı olumsuz bir tutum takınmıştır. Sonradan Fransızlara karşı kahramanca savaşacak olan İngiliz işgali altındaki Urfa, Antep ve Maraş’ta ilk günler bir kıpırdama yoktur. Adana, Antep, Maraş ve Urfa’nın Sivas Kongresi’nde temsil edilmeyişi dikkat çekicidir. Buralarda düşmana karşı direnme, Fransızların yönetiminde Ermenileri Türkleri kitle halinde yok etmesine servetlerine el koyması üzerine başlayacaktır. Ege’de dahi, Rum zulmüne rağmen, direnme tereddütleri içinde gelişecektir. Yunanlıların başta eşraf, Ege Türk nüfuzuna karşı giriştikleri ırz, mal ve can güvenliğini ortadan kaldıran zulümdür ki, eşraf tutumunu değiştirmiş ve eşraftan kişilerin öncülüğünde Kuvay-ı Milliye müfrezeleri kendiliğinden doğmuştur. Önce tereddüt gösteren eşraftan birçok kişi, daha sonra fedakarlık ve kahramanlık örnekleri vereceklerdir. Rum ve Ermeni tehdidi, eşrafı harekete geçiren temel neden olmakla birlikte, eşrafın birlik içinde olduğu sanılmamalıdır. Eşrafın, toplumsal nedenlerini izah edemeyeceğimiz biçimde, ittihatçı ve itilafçı olarak bölünmüş bulunması da,

mücadeleye girişilip girişilmemesinde rol oynamıştır. İttihatçı eşraf, mücadeleye genellikle daha istekli, itilafçılar ise genellikle isteksiz ve hatta mücadele aleyhinde tutum takınmışlardır (Avcıoğlu, 1996, 286–298).

Emperyalizm, Türkiye ile ilişkilerinde aracı olarak Rumları ve Ermenileri kullanmıştır. Yalnız Müslümanlar değil, Museviler dahi ikinci plana düşmüşlerdi. Devlet işlerinin Müslümanlara açık bulunması, Hıristiyan tebaa için yükselme yolu olarak ticari ve mali işleri ön plana geçirmiştir. Ayrıca, Müslüman nüfusun uzun süreli askerlik hizmetinde Müslüman olmayanların muaf tutulması, onlara avantajlı bir durum sağlamıştır. Ticari ve mali işlerle uğraşmanın verdiği uyanıklıkla, bu unsurlar, Avrupa dillerini öğrenmişler sefaretler hizmetine girmişlerdir. Sefaretlere mensup gözükerek, yabancı tüccar gibi kapitülasyonlardan yararlanmanın avantajını bol bol kullanmışlardır. İstanbul ve İzmir’deki bu kompradorlar için bir mesele yoktu. Onların çoğu, İtilaf Devletleri’nin himayesinde, “milli iktisat” diye bir takım tatsızlıklar çıkaran ittihatçılardan kurtuldukları için hoşnutturlar (Avcıoğlu, 1996, 193–284)

4.1.3. Ekonomik Durumu

Birinci Dünya Savaşı’na kadar ki 60 yıllık sürede Osmanlı dış borçlanmasını iki ayrı dönemde incelemek gerekiyor. 1854’te ki ilk borçlanmadan, Osmanlı Devleti’nin borç ödemelerini sürdüremeyeceğini ilan ettiği 1875–76 yıllarına kadar süren birinci dönemin en belirgin özelliği, Osmanlı Devleti’nin çok büyük miktarlarda ve çok ağır koşullarla borçlanmasıdır. 1875’e kadarki dönemde Osmanlı maliyesinin durumu herhangi bir düzelme göstermemiştir. Sağlanan fonların büyük bölümü cari harcamalar için kullanıldı. Avrupa’dan daha sonra Haliç’te çürümeye terk edilecek büyük bir donanma satın alındı. Diğer tüketim harcamalarının yanı sıra, Boğaziçi’nde saraylar yapıldı; yatımlara hemen hiç kaynak ayrılmadı. Daha sonraki yıllarda ise alınan borçların büyük bir kısmı, eski borçların faiz ve anaparalarına harcanmıştır. Yapılan bazı basit hesaplamalar borç ödemelerinin, dış borçlanma dışındaki devlet gelirlerine oranının, 1860’ların başında % 10’dan, 1870’lerin başında % 30’lara, nihayet 1870’lerin ortasında % 50’lere tırmandığını göstermektedir (Yavi, 2001, 184–186).

Daha 1870’lerin ortasında Osmanlı Devleti’nin yeni borç almadan anapara ve faiz ödemelerini karşılayabilmesi için, tüm devlet gelirlerinin yarısından fazlasının

bu alana ayrılması gerekecekti. Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını ödeyemez duruma gelmesi ile Avrupa mali sermayesine borç ödemelerini güvence altına alacak yeni bir yöntem izleme olanağı verdi. Borç ödemeleri durdurulduktan sonra; Osmanlı Hükümeti ile Fransız, İngiliz, Avusturyalı, Alman ve diğer alacaklıların temsilcileri arasında başlayan ve 1877–78 Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle kesintiye uğrayan görüşmeler, 1881 yılının Aralık ya da Hicri takvime göre Muharrem ayında imzalanan bir anlaşmayla sonuçlandı. Muharrem Kararnamesi olarak adlandırılan bu antlaşma ile dış borçların miktarları indiriliyor, ödeme koşulları yeniden düzenleniyordu. Buna karşılık Osmanlı Devleti, İmparatorluk içinde yabancı alacaklıların temsilcisi olarak çalışacak, devletin vergi gelirlerini bir bölümünü yabancı alacaklılar adına toplayarak Avrupa’ya aktaracak yeni bir örgütün kurulmasını kabul ediyordu. Osmanlı maliyesinin gelir kaynakları arasında tuz, tütün tekelleri, damga resmi, balıkçılıktan ve alkollü içkilerden alınan vergiler, ham ipekten toplanan öşür ile Doğu Rumeli vilayetinin ödediği yıllık vergi Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi adı verilen ve yabancı alacaklılar tarafında yönetilen bu yeni kuruluşa teslim ediyordu (Yavi, 2001, 186–188).

Osmanlı dış borçlanmasında ikinci dönemi oluşturan 1882–1914 yıllarının en önemli özelliği, kurulan güç denetim sayesinde net fon akımlarının yönünün değiştirilmesidir. Düyun-u Umumiye İdaresinin kurulmasında sonrada Osmanlı Devleti Avrupa para piyasalarında tahvil satarak borç almayı sürdürdü. Osmanlı İmparatorluğu Hükümetlerinin yapmış oldukları dış borçlanmalar 402 milyon altın Osmanlı lirası tutarında olmakla beraber, devletin eline geçen miktar ancak 243 milyon altın Osmanlı lirası dolayındadır (Yavi, 2001, 189–220).

Çizelge-5: Osmanlı Dış Borçlanma Alacaklılarının Ülkeler Arası Dağılımı (Oransal Olarak) Ülke 1900 % __ _____1914 % Fransa 45 49 İngiltere 11 7 Almanya 12 20 Belçika 18 11 Hollanda 4 3 İtalya 1 1 Avusturya-Macaristan 2 1 Türkiye 7 8 Kaynak: (Yavi, 2001, 221)

1914 yılına gelindiğinde Fransa ve özellikle Almanya’nın Osmanlı Devleti dış borçları içindeki payının arttığını, İngiltere, Belçika ve Hollanda’nın ise paylarının azaldığını (Çizelge-5’e bkz.) görmekteyiz.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürge niteliğinin en açık belirtisi ,dış borçlanmalar- Düyun-u Umumiye- giderek ağırlaşan ve yaygınlaşan kapitülasyonlar zinciri sonunda ülke yönetiminin önce iktisadi, sonra büyük ölçüde askeri ve siyasi alanlarda emperyalizmin denetimine girmiş olması idi. Bu ekonominin yarı-sömürge statüsünün yarattığı, derin bağımlılık ilişkileri, toplumun yapısına, salt siyasi-hukuki operasyonlarla girilemeyecek derecede nüfuz etmiş idi. Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar genellikle milliyetçi ve bağımsızlıkçı kadrolar iktidarda olmakla birlikte, bunlar, uluslararası sermayenin ve büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki kurumsallaşmış ve güvenceler altına alınmış denetim, müdahale ve baskı mekanizmaları karşısında çaresiz kalmışlar; sonunda “büyük güçlerden hangisine yanaşmak ehvendir?” sorusuna sığınmışlardır (Boratav, 2002, 300-301).