• Sonuç bulunamadı

LAMİA HANIM’A MEKTUPLAR

SÜKÛTUN CAZİBESİ {24}

Sükûtun garip bir cazibesi var. Bir kaçış, bir zırh, daha doğrusu bir alibi. Kelimelerin çiğ ve yaralayıcı vuzuhundan uzak, musikî gibi müphem. Yılbaşında yazacaktım. Olmadı.

Sohbetine, sohbetinize her zamandan çok muhtacım. 74 yılı sakin, kaygısız ve dost geçti. Küçük sıkıntılar, hayatın tabiî nesci. Cem’le zenginleştik. İki kitap, bir düzine makale ve ismimizi taşıyan bir yeni vatandaş. Daha ne isteyebiliriz?

Tanrı’ya teşekkürlerimizi kemal-i hulusla* eda ettikten sonra ufak tefek şikayetlerimizi de sıralayabiliriz değil mi?

Önce ayrılık. Kasım’da buluşacaktık. Şubat bitiyor.

Aynur’u yıllardır görmedim. Cem ile henüz tanışmıyoruz. Ve yıllar geçiyor. Altmışa merdiven dayayanlar için zamanın manası biraz başka. Bir abesin bizi bu kadar acıya mahkum etmesi hazin değil mi? Doktora önceleri bir kapristi, sonra bir gurur, nihayet bir nevi mazoşizm oldu. Çok iyi bilirsin ki tarihin katrana bulanır gibi yalana bulandığı bir konuda, mükemmel bir eser vermek mümkün değildir. Hazırlığınla üç beş doktora yazılabilir. Aracı, amaç yapmayalım. Önünde daha bütün bir ömür var. Kendini ifade etmek hoşuna giderse istediğin kadar ve istediğin gibi yazabilirsin. Benim değerlendirmemin bir değeri varsa Midhat Paşa dosyası yıllardan beri tamamlanmış olup, birkaç günlük bir himmetinizi beklemektedir. İtiraf etmek zorundayım ki bu bahis beni bir hayli rahatsız etmektedir. Belki sükutumun uzayışı bir parça da bitiş müjdesi bekleyişimden ileri geliyor.

Uzun zaman sustuktan sonra mükalemeye başlamak oldukça zor. Senden ayrı geçen her an bir nevi frustration. Ümit de aynı doktora hastalığını musab. Sizler doktor oluncaya kadar bize bir hal olmazsa ne iyi. Annen her zamanki gibi cazip, sıhhatli ve melek. Başlıca tesellim ve saadetim o. Arif, tiyatroya alındı alınalı ziyaret saatlerini azaltmak zorunda kaldı. Bol bol teşbih çekip, doktorayı icat eden namussuzun hatırasına dualar okuyorum. Geçen günler, beraberlerinde en küçük bir zafer veya fetih getirmiyorlar. Buna da şükür.

75’in 74 kadar dost, 74 kadar acısız ve sakin geçmesini dilemek bana mevud* en aşırı ümit. Mektup biraz fazla bedbin mi oldu? Hasrettendir. Üçünüzü de bütün ruhum, bütün gönlümle kucaklar, en kısa zamanda yolunuzu beklerim, efendim.

9 Ağustos 1975

ENTELEKTÜELLİK

68’lere kadar insanlığın düşünme tarihini tavaf eden bir şakirttim. Düşünmüyordum, başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeğe çalışıyordum. Uzun süren bir çıraklık. Bugün bütün nas’ların peçesini sıyırmış, bütün hakikatleri tenkit süzgecinden geçirmiş, hakikatten başka tecessüsü ve yaşayış sebebi kalmamış insanım. Entellektüel, içtimaî bir sınıfın parçasıdır. Ondan ayrılamaz. Düşman sınıfla dövüşerek gelişir ve olgunlaşır. Türkiye’de içtimaî sınıflar mevcut olmadığından entelektüel de yoktur. O halde ben de entelektüel değilim. Acaba? Sınıfların kaotik bir mahiyet taşıdığı bir ülkenin kendine göre meseleleri yok mudur?

Gerçek entelektüel önce ülkesinin haklarını, düşman bir dünyaya haykırmakla görevlidir. Yani rüşeymî bir mahiyet taşıyan şu veya bu sınıfın ideolog veya demagogu olmamak, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek vazifelerin en büyüğü değil mi? Şüphesiz ki böyle bir tasavvur, şairane bir ütopyadır. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan sıyrılamaz. Sıyrılırsa, okunmaz ve anlaşılmaz.

Hayatının sonuna yaklaşan bir insan olarak zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini bu sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde* buluyorum. Bu itibarla mezarların ötesinden

seslenir gibi seslenebilirim çağıma. Daha doğrusu ülkeme.

Ama okunur muyum? Sesim duyulur mu? Herkes bir an önce sınıf duvarlarını yükseltmek ve kinlerini semirtmekle uğraşırken kimse beni dinler mi? Meşhur bir adam da değilim. Kalabalığın benimsediği edebî bir nevi temsil etmiyorum. Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm, Beşerî ihtiraslardan uzağım. Bütün bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar. Romancı, alışılmış ve bütün zevklere seslenen bir silahla mücehhezdir*. Yüzyıldan beri herkes hikâye okur. Şair ezelden beri aşinası olduğumuz bir dost. Düşünce adamı, mazinin tanımadığı bir mahluk.

Osmanlı için mühim olan, ciddiyet ifade eden, uğraşılmağa değer bilgiler hudutluydu. Tefsir, Hadis, Fıkıh vs.

İslam hayatın bütününü kucaklıyor, düşünceye ihtiyaç bırakmıyordu. Her şey Hindin “Sutra”larında olduğu gibi, Kuran tarafından teferruatıyla tespit edilmişti. Karımızla hangi gün yatacağımız, nasıl taharet edeceğimiz önceden tayin edilmişti. Bu çok girift, çok şümullü programı olduğu gibi tatbik etmek kâfi idi. Osmanlının karşısında kendininkine rakip bir düşünce de yoktu. Snıf-ı ulema neyi yıkmağa çalışacak, kiminle görüşecek, hangi yılanları boğacaktı?

Osmanlı medeniyeti bir iman ve aksiyon medeniyetidir. Sınıf-ı ulemaya ideolog diyemeyiz. İdeolog içtimaî bir sSınıf-ınSınıf-ıfSınıf-ın emrinde, hakikat ile yalanı uzlaştırarak, bağlandığı sınıfı şuurlandıran bir nevi uzmandır.

Osmanlı, Avrupa’ya karşı yalnızdır. Ama kılıç ve adalet ile muzaffer olan bir ülkenin kendini lafla müdafaaya ihtiyacı yoktu. Evet, Osmanlının maşerî vicdana benzeyen bir dünya görüşü vardı, fakat ideolojisi yoktu. Avrupa’nın dünya

görüşleri ise birer ideolojiden ibarettir. Osmanlının dünya görüşü tezatlar içinde gelişmedi. Kaynağı ilahî idi, ancak şerhler ile tefsirler ile zenginleşebilirdi. Ve öyle oldu.

Vurgulayalım: Osmanlıda Avrupa’nın anladığı manada kılı kırka yaran tenkitçi ve dünyaya çevrilmiş bir düşünce de yoktur, bu düşünceyi imal eden bir intelijansiya da.

Entellektüel batılı bir hayvandır.

Aydınla entelektüel aynı kimse midir? Hayır. Entelektüel, ya zamanını doldurmuş değerlerin aktarıcısı, ya yeni bir dünya kurmağa çalışan bir içtimaî sınıfın yol göstericisidir.

Aydın ne mazisini bilir, ne geleceği hakkında aydınlık tasavvurları vardır. Ülkesi ile göbek bağını çoktan koparmıştır. Yaşayıp yaşamadığı halkın umurunda değildir.

Bizde bu kelime sadece okur yazar manasınadır. Kendini küçük görür. En ciddileri ya Marx’in tebaasıdırlar, ya Muhammet’in tekrarlayıcısı. Mustağrip veya mustarip.

Türk’ün düşünebileceğine inanmazlar.

Batının en adi düşünce simsarı mukaddesdir onlar için.

Oysa entelektüelin ilk vasfı tenkitçiliğidir. Entelektüel, dünyayı her gün yeni baştan kurabileceğine inanan adamdır.

Descartes’dan beri aklın ve idrakin cihanşümul olduğunu anlamıştır.

Şimdi, putlarını tekmelediğimiz bu rüşdünü ispat etmemiş çocuklar bizi nasıl okur? Marx’dan veya Seyyit Kutup’tan uzaklaşmaları kabil mi? Biliyorum ki kabiliyetlerimden çok hadiselerin sırtıma yüklediği bu entelektüellik, yani her şeyi kendi gözümle görmek, hakikatleri pervasızca çağımın suratına haykırmak misyonunu başaracak güçte değilim.

18 Kasım 1975

SEKRETERLER{25}

Nur-u didem efendim,

İltifatnamenizi kemal-i muhabbet ve mübahat ile okudum.

Vuslatın yeni bir bahara kalışı kaderin tatsız cilvelerinden biri. Konya’dan “Kubbealtı”na uzun bir yazı göndermiş,

“Hisar”ı ihmal etmemiştim. Telefonda sesinizi duymak zevkine eren kızım, yıllarca lektrisliğimi ve kâtipliğimi yapmış lisan aşina, hal aşina bir duhter*-i vefa-şiar idi. Son zamanlarda doktora çalışmaları beni muavenet*-i cihan kıymetinden mahrum kıldı. Cevdet Paşa’nın devlet ve cemiyet telakkisi üzerine müdellel* ve yepyeni tahliller getiren tezi ile muvaffakiyetli bir imtihan vererek edebiyat doktoru payesini ihraz eyledi. Eyledi ama bendeniz de muavenet-i tahriri*yesinden cüda kaldım. El’an* da cüdayım.

Sosyoloji asistanlığını pederinin refik-i tahrirliğine tercih etti.

Onun yerini tutacak bir sekreter bulamadım. Hazırlamakta olduğum yeni kitap, yılların yorgunluğu, bulunan sekreterlerin ihmal ve ihmallerine, benim malum-u fazılaneleri olan marazı titizliğim de inzimam edince,

“Hisar”a ve aziz dostum Çınarlı’ya karşı vazifelerimi neden yerine getiremediğim açıkça anlaşılır. Bununla beraber kaleme sarılmak için teşvikat-ı biraderanelerine ihtiyaç duyduğum da bir hakikattir. “Şezlongdaki Aydınlar”

serlevhalı bir müsveddem var. Yarın imkân bulur da tebyiz edebilirsem hemen postalarım. Keşke iltifatnamenizi birkaç gün evvel alsaydım.

Sevgilerimin kabulünü dilerim efendim.

1 Ocak 1978 / Saat 12.00