• Sonuç bulunamadı

BU ÜLKEDE TEFEKKÜR HÂLÂ MÜMKÜN {13}

LAMİA HANIM’A MEKTUPLAR

BU ÜLKEDE TEFEKKÜR HÂLÂ MÜMKÜN {13}

Muhterem efendim,

Dürüst, aydınlık ve yiğit kitabınızı büyük bir zevkle okudum. Marksomanların (tabir galiba bendenizindir) panayır hokkabazlığına çıktığı bir ülkede, sağ cenahın esrarkeş uykusuna daldığı bir ülkede tefekkürün hâlâ mümkün olduğunu ispat ediyorsunuz. “Germinal”in bitişini hatırlıyorum: karanlık, kasvetli, rezil bir gök. Ama mütevazi bir güneş ışığı, bir pırıltı, ışıklı sabahları müjdelemektedir.

Celal Nuri, “Tarih-i Te-denniyat-ı Osmaniye”nin ikinci baskısını Süleyman Nazif’in, Cenap Şahabettin’in mübalağalı takrizleriyle düşünce dünyasına sunmuştu. Intelijansiyamız yamyamlaşmamıştı henüz. Heine’nin Yahudilik için söylediğini, “Yahudilik bir din değil, bir felakettir”, tefekkür için söylemek lazım. Baudelaire’in beddualar içinde doğan şairi, yasak bölgelerin fethine veya keşfine çıkan düşünce adamı. Kitabınız bana yaşamak sevinci verdi. Çoktandır duymadığım bir sesi duyar gibi oldum: bir vicdanın sesini.

Teşekkür ederim.

Anglo-Saxon edebiyatını teferruatı ile tanımışsınız. Bir aflame tecessüsü. Dürüst ve “exhaustif”. Fransızlar biraz

ihmale uğramış. Rodinson’un “Kapitalizm ve İslam”ı iltifatınıza layıktı. Bilhassa Yves Lacoste’un “İbn Haldun”unu görmüş olmanızı isterdim. Bunlar temenniler. Üzülerek itiraf edeyim ki, kitabınızın dilini hiç beğenmedim. Zaman zaman Gargantua gibi gülmek mi ağlamak mı lazım diye sordum kendi kendime. Bir parça Saint-Simon ve Comte gibisiniz:

birincisi üslupla uğraşmaya tenezzül etmeyecek kadar aristokrattı, sosyolojinin “ben bu haletle tenezzül mü ederim şiire” diyen Nefisi. Comte iliklerine kadar politeknikti. “Bu Auguste Comte hayvanını okudukça midem bulanıyor” diyen Proudhon’a hak vermesek bile, “Pozitif Felsefe Dersleri”nin çok sıkıcı bir dille yazıldığını kabul etmek zorundayız. Siz Türkçenin buhran çağında yaşıyorsunuz. Zavallı dilimiz grafomanların elinde, argoların en sevimsizi haline geldi. Onu korumakla vazifeli olanların başında zat-ı aliniz varsınız.

Sosyolog ve dilci Meillet her mektebin ve her kitabın ilk görevi, insana kendi dilini öğretmesidir diyor. Takılacağım bir başka nokta da dipnotlarının kalabalığı. Bir nevi “deformation professionelle”.

Bu mektubu bir sevinç çığlığı olarak kabul buyurunuz.

Nerede sizinle beraber olduğumu, nerelerde ayrıldığımı ilerde belki yazarım. Şimdi sadece bahtiyarım. Bir dost bulmanın bahtiyarlığı. Hürmet ve hayranlıklarımın kabulünü dilerim, efendim.

5 Haziran 1970

ALACAKARANLIK{14}

Aziz şairim,

“Alacakaranlık”, terennümlerinizi bir bahar rüzgârı gibi odama ve gönlüme doldurdu. Kitabınızın adı Corneille’in meşhur bir mısraını hatırlattı bana: “Yıldızlardan dökülen o karanlık aydınlık”. Hisar’da damla damla tattığım büyülü iksiri doyasıya içmekten mest ve bahtiyarım. Teşekkür ederim.

... Ekim 1970

TÜRKÇENİN HAYSİYETİ Aziz dostum Çınarlı,

M. Nazım’ın karalamasını okudum. Karanlık bir kaynaktan fışkırıyor: kıskançlık. Tek orijinal tarafı cümle yanlışları. Haset öylesine köpürtmüş ki hazreti, Yakub’un, Refik Halit’in, Peyami Safa’nın nesirlerini “ilkel” buluyor.

Üstelik “Türkçe” de değilmiş bu zatların yazdıkları. Hezeyan bu mertebeye varınca diyalog imkânsızlaşır. İngiltere, Norman istilasından önceki eciş bücüş, yabani ve daha sonraki İngilizceyle en küçük ilgisi bulunmayan Anglo-Saksoncayı İngilizce diye benimsiyor. Fransa, Strasbourg And’ından (842) bu yana Galya’da konuşulan, yazılan ne varsa Fransızca sayıyor. Milletler, mazilerini zenginleştirmek için efsanelerden medet umuyorlar. Almanya irfanının kaynaklarını Ganj kıyılarında arıyor. Biz Yakub’u, Peyami’yi yabancı sayıyoruz. Celal Nuri olsa: “Fa’tebiru, yâ ûlil ebsâr”

diye haykırırdı. Biz düşmana kılıç sallıyoruz, karşımıza dost çıkıyor. Bu ne şaşkınlıktır Yarabbi! Ne dasitani şaşkınlıktır!

Efsane mahlûkları gibi kendi kendimizi yemeye başladık.

Güzel mektubunuzun bir cümlesine takılacağım: “iyi nesir yazan bazı dostlarımız” arasında bu muhterem de mi var?

Kendilerini hakkımdaki iltifatlarından tanıdım. Ve

“dostlarımız” gibi bir iltifatınızın sınırları içine girmek bahtiyarlığına -hasb-el kader- erişmeseydi evet, diye cevap verecektim müşarün-aleyhe, o bed, o cıvık, o sarsak düzyazının en şahane örneklerinden birini de siz veriyorsunuz işte.

İyi nesir yazan dostların yazımdan alınmasına imkân yok.

Yazım, çölde dolaşan bir adamın acılarını ve bir vahaya kavuştuğu zaman duyduğu sevinci haykırıyor. Elbette ki çölde sizden başka vahalar da var. Bu açık mektubun içine bütün hayranlıklarımı, bütün sevgilerimi sıkıştıramazdım. Ama hayatını bir kavgaya adayan adamın düşman kalesine hamle etmek için her fırsatı ganimet bilmesi tabiî değil mi? Bu kavga Türkçenin haysiyetini koruma kavgasıdır. Hayatımın manası bu.

Parmak veznine gelince. Fransızlardan başka bütün milletler -Doğu’da ve Batı’da- aruza benzer vezinler kullanırlar. Hece vezni Fransızcanın büyük talihsizliğidir.

Bizim hececiler ise (bilhassa Yedi Meşale’cileri kastediyorum) hece veznini halktan değil frenklerden aldılar.

Bir Sabri Esat’ın, bir Yaşar Nabi’nin, bir Yusuf Ziya’nın..

Türk halkıyla ne ilgisi vardı. Rıza Tevfik için bir egzotizmdi hece vezni. Demek istiyorum ki, a) veznin millisi olmaz.

Fuzuli’nin, Nedim’in, Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in kullandığı vezin en az Karacaoğlan’ın, Dadaloğlu’nun, Yunus Emre’nin kullandığı vezin kadar bizimdir, b) bizim alafranga hececiler aruzu millî olduğu için sevmezler. Kullandıkları vezin frenklerin aleksandrenidir (6+6).

M. Nazım’a “Fildişi Kulem’den” seslenemem. Bu fazla tevazu olur. Goethe, ancak hükümdarlarla dilenciler mütevazı olabilirler, diyor. Yazı, Tercüman’ın, berber dükkânları, dişçi

muayenehaneleri ve benzeri yerlerde okunsun diye hazırlanan

“inci”sinde yayımlanmış. Cevabı da ancak “Gazeteler-Dergiler” sütununa misafir edilebilir. Fildişi Kule’yi ayın on beşine kadar yollarım. Sevgi ve hayranlık insanoğluna ilk defa olarak düşman kazandırmıyor. Fuzuli’nin beyitleri geliyor aklıma:

“Yâr için ağyara minnet ettiğim tân eylemen Bağıban, bir gül için bin here hizmetkâr olur” vs. Gözlerinizden öperim.

12 Kasım 1970