• Sonuç bulunamadı

LAMİA HANIM’A MEKTUPLAR

ACILARIM İÇİNDE MESUDUM

Hâlâ mektup yok, ama henüz ümitvarım. Dün seninkilerle beraberdik. Üçü de iyi. V’nin yaptığı iş gözleri için çok yorucu, buna üzüldüm, bir çözüm yolu arayacağım.

Çocukların üçü de dostluğa ve ilgiye layık. Benim için onları yetiştirmek, onlara faydalı olmak bir vazife olmaktan çok gerçek bir zevk, ama daha önce de söylediğim gibi hislerimi tayin edecek olan sana karşı davranışları. Fazla hoşlanmadığım, B.

Dün akşam albaylara davetliydim. Prof. Tanyol’la karısı da vardı, bir edebiyat hocası. Tatsız bir akşam. Sabahleyin 3’de uyandım, seninle uyandım, zaten seninle yatmıştım.

Kendini Meryem’e adayan keşişler gibi korkunç ve yıpratıcı bir çile içindeyim. Pınarın yanında bile susuzdum, ya şimdi! Bu on bir gün on bir gece kendini bütün zerrelerinle, bütün vücudunla esirgemeden verişin aşkımız için tehlikeli olabilirdi, artık benim için bir tecessüs değilsin.

Tırnaklarından saçlarına kadar bütün anatomini biliyorum, hatta ruh dünyan da birçok bölgelerini ezbere çizebileceğim bir harita gibi aşina bir ülke, ama gerçek sevgi bu imtihandan zaferle çıktı. Seni eskisinden çok seviyor, eskisinden çok istiyorum. Bu tek-vücut halinde yaşayışın sendeki akislerini merak ediyorum. İlk ayrılık devrindeki coşkunluğun devam ediyor mu? Ben acılarımın azalmasını dahi istemiyorum. Bu bir nevi ihanetmiş gibi geliyor. Seninle doluyum, sen’im, seninim.

Seni tanıdıktan sonra yazdığım birkaç yazıyı yolluyorum.

Yarına, bahtiyar yarınlara, seni getirecek yarınlara.

Dudaklarını (…).

Jurnalimden bir paragraf, tarih 18 Eylül 1963.

“Olemp’e tırmanan adam yarı yolda kaldı. Cinler çelme taktılar, yılanlar kesti yolunu. Olemp’e giden adam, başını göklere kaldırdı. Sevdikleri oradaydılar. Musa’nın gözlerini kamaştıran ışık onun gözlerini kör etti. Olemp’e yalnız gidilmez. Yoldaş gerek. Senin yoldaşın korkuların, acıların, utançların. Olemp’e yalnız gidilmez, kervanla çıkılır yola.

Bin çıkılır, bir varılır. Bir çıkılıp, bir varılmaz... Olemp’e giden adam burada gömülüdür, bir türbede değil, bir gönülde değil, bir sayfada. Bir sonbahar yaprağında. Olemp’e giden adam... Böyle bir adam yok, olsa tanımaz mıydınız?

Size bütün Asya’yı, bütün Avrupa’yı getirdim. Asya Himalaya’dır, biliyor muydunuz? Veda’lar tanrıların ilk şarkıları. Onları kendilerinden dinledim... Size her hangi bir kitap değil, bir Kitab-ı Mukaddes getirdim... Havarilerini halkedemeyen İsa’nın yeri tımarhanedir, çarmıh değil, oysa ben çarmıhtayım. Ve domuzlar mukaddes kitaplarla beslenmez. Olemp’e giden adam, dinleyin dedi çocuklarına, Valmiki konuşuyor. Çocuklar elleriyle kulaklarını tıkadılar.

Aşağıda çok çok aşağıda, zenciler hora tepiyordu. Avrupa.

Hangi Avrupa? Bu senin Avrupa’n kusmuk ve kazurat kokan bir domuz ahırı. Ahırını Avrupa sanan bedbaht.

Bu Hint belki bir kitabın ilk yaprağı idi. Bir vahyin ilk heceleri. Belki tamamlanırdı, belki tamamlanmazdı. Her kitap yarımdır; kitabı insanlık yazar. Ne mutlu ona bir hece ekleyebilene. Homer bir mısra, Vyasa bir mısra, Firdevsî bir mısra. Çağdan çağa akseden bu ulu, bu layemut ilahiye senden bir nida karışmış, karışabilirmiş ne mutluluk! Ama çağdaşların boğazına sarılıyor, istemiyorlar. Rüyalarını dile

getirmeni, kalbini konuşturmanı, kelimelerden bir fecir yaratmanı, istemiyorlar. Konuşamıyorsun, konuşamayacaksın. Olemp’e giden adam: önünde iki yol var:

cinnet ve ölüm.”

Bir başka paragraf, tarih 7 Şubat 1963. “Uzviyi ulvileştirmek, bakırdan altın imal etmek gibi hayal... Şuurun karanlık bölgelerinden yükselen çığlığı susturamıyoruz...

Saint-Augustin, kendini kırkından sonra Tanrı’ya vakfedebildi. Muhammet, Haticetülkübra ile geçirdiği yılların acısını, torunu yerindeki Ayşe’nin kollarında çıkardı... Belki inananlar uzviyetin çığlıklarını dualaştırabilirler. Ama Pafnüs’ü cinnete kanatlandıran bu gayrı insanı inat oldu...

Tabiat yaratmak için yıkmak zorunda. Fırtınalar, zelzeleler, seller. Yaşamak öldürmektir, ya kendini öldüreceksin, ya başkalarını. Dördüncü kişinin hayatını kurtarabilmek için üç kişiyi öldürebilmek. “This is the question.” Ya kendine kıyacaksın, ya başkalarına. Başkalarına kıymak da kendine kıymak değil mi?.. Her ölenle bir parça ben de ölürüm...”

Yine Jurnal’den, tarih 2 Şubat 1963.

“(...) Önünde bütün kapılar çoktan kapanmıştı. Yaşadığı trajedinin düğümünü ya ölümün elleri kesebilirdi, ya cinnetin.

Heyhat, gözlerini kaybetti. Çok muvakkat, çok yarım bir hal suretiydi bu. Evet, bazı gurur yaralarını unutturacak, bazı hezimetleri meşrulaştıracak, bazı çirkinlikleri gizleyecek, tahrikleri azaltacak bir felaket!..” 6 Şubat 1963.

“Tantal ne kadar bahtiyardı, gözleriyle yiyordu meyveleri, suyu gözleriyle içiyordu. Sisyphe ne kadar

bahtiyardı: şahikalara çıkardığı bir kaya vardı kucağında, saçlarında rüzgâr. (...)

Bir yangından kaçar gibi hatıralara koşuyor. Ama mazinin loş ormanında tutunduğu her dal elinde kalıyor, tozlaşıveriyor birden ağaç. (...) 8 Şubat 1963.

Linda, Emine ve sonrakiler., tutunmak istediği birer daldı.

Düşen tutunacağı dalları seçmez. Ve hepsi de kuru bir dal kadar duygusuzdular...” 1 Mayıs 1964. “Bu kâbus şuurla başladı. Mektep bahçesinde oynayan çocuklar vardı. Ben yalnızdım ve yabancıydım. Yabancı yani düşman. Dilim başkaydı ve gözlüklerim vardı. Kör dediler. Ben bu kelimenin kuduz köpek dişlerine benzeyen temasını ruhumda kırk yıl önce duydum. Ve bağlanmak ihtiyacı, tedavisiz bir sıtma nöbeti gibi benliğimi sardı. Sevmek.. Kimi ve nasıl? Geçti yıllar.. Meyhane masalarında, sokaklarda. Mefisto’ya satar gibi izdivaca sattım kendimi. Bir parça et, ve bir parça şefkat.

Geçti yıllar. Zilleti Dejanire’in gömleği gibi çıkartamadım sırtımdan. Daima kendimden utandım. Yaratmak mümkün değildi. Gürbüz çocukların ana karnında boğulduğu bir ülke.

Sonra Paris. Ve kâbusun ecel terleri döktüren safhaları. Acı hafızayı çatlatıyor. Ve buharlaşıyor hatıralar...”

Saat 11.30

Sen üçüncü yolsun. Üçüncü yol yani saadet. Kâbusdan hemen kurtulunmaz. Zaman zaman şımarık, zaman zaman nankör, zaman zaman bedbin görünüyorsam bu 48 yıllık ıstırapların eseridir. Aradığımı, istediğimi buldum, ama şimdi yine yalnızım. Trajedi burada. 48 yıl ve 15 gün. Beklemek, kaç yıl yaşayacağım daha? Kaç ay yaşayacağım? Mektubunda rezil bir kelime var, kapris olarak başlayan bu sevgi.,

diyorsun. Kapris olarak değil, bütün bir ömrün kaçınılmaz sonucu ve manası olarak. Aşkımızın herhangi bir merhalesi için böyle bir kelime kullanırsan ilk karşılaşmada tokatlarım seni.

Benden çılgın bir neşe bekleme. Acılarım içinde mesudum. Saadet çatık kaşlıdır ve ciddidir. İkimiz de kasırgaya tutulmuşuz, aşk bu. Hele kırkından sonraki aşk.

Yanlış anlama.

Ben kuvvetliyim, metinim ve istikbali hazırlıyorum, hazırlayacağım. Bundan sonra acılarımdan söz ettiğimi duymayacaksın. Çok naz âşık usandırır. Az sonra seninkiler gelecek, İngilizce yapacağız.

İşte karşındayım. Bir aşk heykeli gibi. Alev alev arzu ve hasret. Bahtiyar mektup! Parmaklarına, dudaklarına dokunacak. Ama ben de kâğıda kalbimi koyuyorum ve öpeceğin yerleri öpüyorum.

Canım kadınım.

15 Kasım 1966