• Sonuç bulunamadı

LAMİA HANIM’A MEKTUPLAR

HAYRANLIK, ÜMİT VE ŞÜPHE

Karanlıktan gelen bir ses. Telaşlı ve korkak: “Nasılsınız?

Kısa konuşalım. Misafirlerim var..” Sonra başka sesler.

Tırmalayan, yaralayan bir sürü ses. 24 saat bekledikten sonra üç dakika konuşamamak. Zaten ne konuşuyorduk ki?

Telefonda bile başbaşa kakmamak, kozasını yırtamamak.

Gönlünü susturmak.

Stendhal aşkı dörde ayırıyor: Birincisi gerçek aşk. Yani amour-passion. Sana Abelard ile Heloise’den bahsetmiştim.

Abelard Ortaçağın en büyük fikir adamlarından biri. Ve tabii rahip. Talebesi Heloise’e tutulur. Genç kızın dayısı Abelard’ı adamlarına yakalatıp korkunç bir ameliyata tâbi tutar. Ama Heloise’in Abelard’a karşı sevgisi ölünceye kadar devam eder. Amour-passion bu. Bütün şartları yenen, fiziğe aldırış etmeyen bir nevi communion.

İkinci aşk bir övünme vesilesi: Amour-goût. Başkaları için sevişilir, gösteriş için sevişilir. Erkek genç ve güzel metresiyle fiyaka satacaktır. Kadın meşhur bir hergeleye sahip olmanın gururu içindedir. Yanlış anlattım, bu amour-vanite, yani aşka en az benzeyen aşk. Hatta çok defa fizik bir zevkle de halelenmeyen garip bir fuhuş.

Amour-goût: XVIII. asır Fransa’sındaki aşk. Bu tabloda gölgeler bile gül rengi. Nezaket, zerafet, kibarlık. Hırçınlık yok, fırtına yok, öfke yasak. Yapılacak her şey önceden bilinir. Soğuk ve cici bir minyatür. Amour-Passion başımıza belalar açar, bizi tehlikelere sürükler, rüsva eder. Amour-goût menfaatlerimizle çok iyi uyuşur. Bu zavallı aşkın da başlıca desteği gurur. Koltuk değneklerine dayanarak yürüyen tuhaf bir aşk.

Fizik aşk, malum. Etin ete hasreti. Başladığı yerde biter.

Bütün aşklar aynı kanunlara uyar.

Aşkın başlangıcı hayranlık. Kimbilir ne büyük haz onunla sevişmek, deriz. Sonra ümit. Sevgilinin kemalatına* dikkat kesilinir. Ümit, en çekingen kadının bile gözlerinden okunur.

Aşk belli eder kendini, ilk kristalizasyon başlar. Aşkından emin olduğumuz bir kadını dünyanın bütün güzellikleri ile

süsleriz. Saadetimizi ballandırdıkça ballandırırız.

Beklemediğimiz anda harikulade bir armağana konmuşuzdur.

Bizimdir veya mutlaka bizim olacaktır. Onu yücelttikçe yüceltiriz. Ve kırık dal, Salzbourg tuzlalarındaki gibi, bir kristal hevengi olur. Artık tabiat yalnız onunla güzeldir. Bir yolcu yaz günleri portakal bahçelerinin serinliğinden bahseder. Hemen ah, dersiniz böyle bir bahçede onunla beraber olabilsek. Arkadaşlarınızdan biri, avda kolunu kırar.

İçinizden geçen şudur: ne olurdu benim kolum kırılsaydı, gelir, şefkatle tedavi ederdi. Onunla beraber olduktan sonra her acı mukaddestir. Yabaninin düşünceye vakti yok. Onun için, aşkı tanımaz. Çiftleşir ve geçer. Dişisi bir dişi hayvandır.

Hassas bir kadın bütünü ile sever ve ancak bütünü ile sevdiği zaman fiziki haz duyar.

Sonra? Sonra şüphe doğar. Âşık hayranlıktan usanır.

Sahip olmak ister, emin olmak ister. İlgisizlik görür, soğuklukla karşılaşır. Aşık, ümitlerinin hemen gerçekleşmediğini görerek, kuşkulanmaya başlar. Kendini başka zevklere verir, içer, gezer, okur. Ama görür ki, “o neşe kalmamış peymanelerde*.” Büyük bir felaket korkusu içindedir, ikinci kristalizasyon başlar; beni seviyor. Evet, seviyor. Ve kristalizasyon sevgilide yeni cazibeler keşfetmeye yönelir. Sonra yine şüphe canına okur, boğazına sarılır. Nefesi kesilir; ve dehşet içinde kekeler: acaba seviyor mu? Onsuz yaşayamam diye tutturur, zavallı âşık, başka hiçbir kadın onun kollarında tadacağım saadeti veremez bana, der. Bundan emindir. Bu emniyet, korkunç bir uçurumun kenarındaki bu yol, yani saadetle bedbahtlık arasındaki bu gidiş-geliş, ikinci kristalizasyonun önemini arttırır. Âşık şu üç düşünce arasında yalpa vurur:

1. Dünyanın bütün cazibeleri onda, 2. Beni seviyor,

3. Aşkından nasıl emin olabilirim?

Bir vehme kurban gittiğini düşünmek, yani kristalizasyonun kısmen de olsa bozulması âşık için acıların en büyüğü, insan kristalizasyonun bütününden şüpheye düşer.

Aşkın doğması için minnacık bir ümit yeter, iki üç gün sonra sönebilir ümit, ama aşk bir kere doğmuştur. Âşık felaketlerin acısını tatmışsa, hassas ve hayalperestse, başka kadınlardan ümidi kesmişse, sevdiğine karşı derin bir hayranlık duyuyorsa hiçbir bayağı haz, hiçbir gündelik eğlence onu ikinci kristalizasyondan alıkoyamaz. Günün birinde sevgilisinin hoşuna gideceğini tahayyül etmek herhangi bir kadınla vuslattan daha çok hoşuna gider. Kadın bu devrede açıktan açığa hakaret etmedikçe, ümitlerini kırmadıkça kristalizasyon devam eder. Yaşlıların kristalizasyona gitmesi için kuvvetle ümit etmeleri şarttır.

Aşkın devamını sağlayan, ikinci kristalizasyon. Her an sevmek veya ölmek heyecanı. Bu heyecan insanın içine kök salar. Kanına karışır. Karakter ne kadar kuvvetli ise, vefasızlığa o kadar az kabiliyetlidir. Çabucak teslim olan kadınlar için böyle bir kristalizasyon pek nadiren bahis konusudur. İkinci kristalizasyondan sonra, yabancılar tuzlaya düşen dalı tanıyamazlar artık. Dal, göremedikleri kristallerle süslenmiştir. Yahut onların meziyet saymadığı meziyetlerle halelidir. Yalnız sevenin gönlü, sevilende sonsuz meziyetler bulur ve görür. Demek yedi merhale var aşkta:

1. Hayranlık.

2. Onunla olmak ne büyük haz.

3. Ümit.

4. Aşk doğmuştur.

5. İlk kristalizasyon.

6. Şüphenin belirişi.

7. İkinci kristalizasyon.

Birinci merhale ile ikincisi arasında bir yıl geçebilir.

İkiyle üç arasında bir ay. Ümit belirmezse yavaş yavaş ikinci merhale sönüp gider. Üçle dört arasındaki zaman bir göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Dörtle beş arasında fasıla yok.

Altıyla yedi arasında da öyle. Aşk fievre’e* benzer, iradenin dışında doğar ve ölür. Aşkın yaşı olmaz. Madam dü Deffant ile Horace Walpole’un aşkı.

Denize gireceğim. Haydi eyvallah.

10 Ekim 1966/Saat 9.35