• Sonuç bulunamadı

Aşk, sözlükte, ‘sevgi’ dir, aslı ‘ışk’ tır; ‘aşk-ı cismani’, maddi aşk, cinsel arzulara dayanan sevgi; ‘aşk-ı deruni’, derinde, içte olan aşk, içten gelen arzu, istek, olarak verilir.369 Nefsi galebe çalmak için en kestirme yol, aşk yoludur. Bununla birlikte ancak yaşayanın ve tadanın onu bilebileceği, ama asla tarif edemeyeceği bir manevi zevk ve haz halidir. Mutasavvuflar aşkı, mecazi ve hakiki olmak üzere ikiye ayırırlar. Mecazi aşk, geçici suretlerden birini sevmektir; şehvetsiz olmak kaydıyla, ilahi ve hakiki aşka götüren bir köprü olarak hoş karşılanmıştır. Hakiki aşk, Mutlak Varlığı, yani Allah’ı sevmektir; Hakk’tan başka her şeyden geçmektir.370

Muhabbet (aşk) konusunun Kur’ân’da dayandırıldığı ayetlerden birisi şöyledir: Allah, “...Allah onları sever ve onlar Allah’ı sever.” (Mâide, 5/54)371

buyurmuştur. Yine Allah, kendisini sevmenin yolunu “habibim” dediği Hz. Peygamber’e uymak ve O’na tabi olmak koşuluna bağlamış ve buyurmuştur: “De

ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin...” (Âlu İmrân, 3/31)372

Hz. Peygamber bu konuda, “Allah Tealâ’yı ve Resûlü’nü her şeyden çok

sevmeyenin imanı sağlam değildir.”373

ve “Kıyamette herkes sevdiği ile beraber

olur.”374 buyurmuştur.

Aşk hususunda sufiler önemle dururlar. Bunlardan Cüneyd Bağdadi’ye (v. 297/909) aşk (muhabbet) konusu sorulunca, “Aşıkın kendi sıfatlarını terketmesi ve yerine sevgilisinin sıfatlarının girmesidir.” 375 diye cevap vermiştir.

Ebu Bekir Şibli’de (v. 334/945) aşıklık hakkında şöyle demiştir: “Aşık susunca, arif konuşunca mahv olur.” (Aşık daima sevgilisini zikreder, arif

368

İbn Münevver, a. g. e., 198

369 Devellioğlu, a. g. e., 47

370 Yılmaz, a. g.e., 210

371 Yazır, Kur’an-ı Kerim Meali, 116

372

Konrapa, a. g. e., 371

373 Ebu Hâmid Muhammed Gazali, Kimyâ-yı Saâdet (İslâm Terbiyesi), İstanbul 1989, içinde 671

374 A. y., içinde 672

sevgilisine ait müşahedeleri zikre kadir olmadığı için susar, sadece onu temaşa eder.)376

İmam Gazali (v. 505/1111) aşk konusunda, Allah Tealâ’yı sevmek, makamların en yükseğidir; belki bütün makamlardan maksadın, bu sevgi olduğudur, demiştir.377

Yine o aşkı, “Bu sevgi öyle zordur ki, bazıları Allah Tealâ sevilemez dediler.”378

ve “Aslında sevilmeye Allah Tealâ’dan başka layık olan yoktur. O’ndan başkasını seven cahildir.”379

sözleriyle ifade etmiştir.

Tasavvufta, aşk denince ilk akla gelen isimlerden Mevlâna’ya göre aşıklar, Allah’tan başka ne varsa gönüllerinden çıkarırlar; ne cennet vardır onların gönüllerinde, ne cehennem; hatta ne can vardır, ne beden vardır. Yalnızca Hakk’ı dilemekten bıkmazlar.380

Yine ona göre aşıklar, hiçbir şeyi önemsemeden, Tanrı’ya doğru yol alırlar, canla-gönülle giderler; binekleri de yoktur, azıkları da; güvenç, dayanç adımına binmişlerdir; dünyalık hiçbir saltanat onları etkilemez.381

Mevlâna, Hakk aşıklarının en büyüğü olarak Hz. Peygamber’i göstermiştir ve Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.), Mirac’da, yedi kat göğün görülmemiş şeylerini görmüş, ona arş ve kürsi arz edilmesine rağmen onun, hiçbirine bakmamış ve “Gözü ne kaydı, ne

haddini aştı.” (Necm/17) ayetince, gözünü Tanrı’nın Cemâl’inden ayırmamış

olduğundan bahsetmiştir.382

Aynı hükmü Ebu Said’e atfedilen bir menkıbede de görmekteyiz: İmran adındaki hizmetkarın Hakk’ı samimi bir şekilde talep ederken karşılaştığı probleme cevap olarak söylediği sözler şöyledir: “ Ey derviş, manevi hallerin hepsi aynı nitelikte değildir. Sen ya O’nu talep edersin veya O’ndan talepte bulunursun. 120 000 den fazla peygamber O’ndan talepte bulunmuştur. Hz. Muhammed dünyaya gelmeden önce hiçkimse O’nu talep etmemiştir; O’nun ilk talibi Muhammed (s. a. v. ) olmuştur. Allah Tealâ, ona bu hususta teşekkür için, “Onun gözü ne kaydı, ne de şaştı!” ٭ (Necm, 53/17) buyurmuştur.”383Bu görüşleri kısaca

376 A. y., 410 377 Gazali, a. g. e., 671 378 A. y., 673 379 A. y., 676

380 Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Mecâlis-i Seb’a (Yedi Meclis), trc. ve haz. Abdulbaki Gölpınarlı,

İstanbul 1994, 75

381

Mevlâna. a. g. e., 14

382 A. y., 71

٭ “ ...göz ne şaştı, ne aştı. Vallahi gördü,..” (Yazır, Kur’an-ı Kerim ve Meali, 525)

şu şekilde toparlamak mümkündür: Allah’ın Hz. Peygamber’e “Habibim” diye hitap etmesi, onun en büyük aşk eri olduğunu göstermektedir. Evliyaullahın da Hz. Peygamber’in temsilcileri olduğu düşünülürse, tasavvufta böylesine şiddetli aşk halinin yaşanmasına şaşırmamak gerekir.

İbn Münevver’in anlattığına göre, Ebu Said’in tasavvufi yaşamında da aşk ve coşku en önemli yeri tutar. Bunu pek çok dizelerinde ifade etmiştir:

“Toprağın altına girdiğimde beni çağırsan, Sesine cevap veririm, kemiklerim çürümüşken. Ey sevgili seni andığımda parçalanır,

Bu yüzden ciğerim yanar, sana olan hasretim artar.” demiş arkasından aşkını ifade eden başka dizelere geçmiştir:

“Ölsem ve üzerimden geçse yıllar, Sanma ki, kabrimin içinde aşk olmaz.

Koysan elini toprağa ve desen: ‘Kim var burada?’ Ses gelir sana: ‘Sevgilinin hali nice?’ ”384

Ebu Said, Tevhîd ehlinin aşık olduğu sevgilinin, temiz bir ‘sır’ olduğunu, bu sırrın hakikat olduğunu, Hakk’ın nazarıyla Hak için olduğunu, temiz insanların bundan nasipleneceğini, bunun bedende emanet olduğunu, kimde bu sır mevcutsa onun ‘hay’ olduğunu, kimde de yoksa onun ‘hayvan’ olduğunu söylemiştir.385

O, “aşk nedir?” sorusuna, ‘Hakk’ın sevdiği kullarını avladığı bir av’ olarak açıklamıştır.386

Bu ilmi (tasavvuf ilminin derinliklerini) öğrenmenin yolunun ‘aşk’ olduğunu, dinin temenni ve tecelli ile değil de, kalpte yerleşen şeyle yaşanabileceğini ve: “Ey yanmaktan ve yakılmaktan habersiz! Aşk öğrenilmez, o, ilahi bir vergidir.” diyen dizelerle ifade etmiştir.387

Bu konuda Esrâru’t-Tevhîd’de anlatılan bir menkıbede, Ebu Said bir gün kan aldırmıştır; müridi Hasan Müeddib’e kanının nasıl olduğunu sormuştur, o da: “Herkes kan aldırınca kan akar, sen kan aldırınca içinden aşk fışkırıyor!”

384 İbn Münevver, a. g. e., 292 385 A. y., 292 386 A. y., 317 387 A. y., 75

beyitlerini söylemiştir.388

Ebu Said, o kadar aşkla yaşamıştır ki, mezar taşına şu dörtlüğün yazılmasını istemiştir:

“Size yalvarıyorum, hatta, vasiyet ediyorum, dünyadan ayrıldığımda, “Bu aşka tutulmuştu.”, Yazın mezar taşıma

Oradan geçen garip bir arif, içi yanarak ah eder Ve selam verir belki de bana.” 389٭

“Mezarıma defsiz gelme kardeş! Hakk meclisinde gamlı olmak, yakışık alır bir şey değil.” diyen ve ölüm gününü “Sevgili” ile buluşacağı gece, “şeb-i arûz” yani "düğün gecesi" olarak değerlendiren Mevlâna ile Ebu Said’in farklı olduğunu sanmıyoruz; Mevlâna’nın aşağıdaki dizelerine bakmak yeterli olacak:

Ölüm günümde tabutum gitmeye başladı mı,... Benim için ağlama, “yazık yazık” deme;... Kavuşup buluşmam o zamandır benim... Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret;...390

Ebu Said Ebu'l-Hayr da ölüme tıpkı Hz. Mevlâna'nın şeb-i arûz'u gibi yaklaşmış, naaşı mezara götürülürken şu dizelerin okunmasını vasiyet etmiştir:

Dünyada şundan daha hoş hangi iş var? Dost dosta gidiyor, yar yar'a.391

Nicholson, aşk konusunda kutsal İncil’deki en kuvvetli emrin “Bütün kuvvet ve kudretinle Yaradan’ı sev.”, “Love thy Creator with all thy power and might.”

olduğunu ve ilahi aşka delil sayıldığını belirtmiştir.392

Nicholson, tasavvufi terimleri ele aldığı Mystics of Islam’da, aşk konusunda sufilerin sembolik uslubu kullanmalarının, onların vakıf oldukları sırları saklamak için olduğunu belirtmiştir. Bu ‘aşk’ konusundaki sembolizmin yalnızca tasavvufi İslâm şiirine özgü olmadığını söylemiş, fakat ilahi aşkın bu zenginlikte hiçbir yerde görülmediğini kabul etmiştir. Sufilerin ilahi aşk için kullandıkları sembollerin Avrupalı eleştirmenler tarafından

388

İbn Münevver, a. g. e., 193

389

A. y., 350

٭ “I beg, nay, charge thee: Write on my gravestone

this was love’s bondsman,” that when I am gone, Some wretch well-versed in passion’s ways may sigh

And give me greeting, as he passes by.” (Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 45 )

390 Mevlâna Celâleddin Rûmi, Divan-ı Kebir’den Seçmeler, haz. Yakup Şafak, Konya 2000, 48

391 İbn Münevver, a. g. e., 350

yanlış anlaşıldığını, onların cezbe halini şaraptan biraz etkilenmiş, keyifle renklendirilmiş olarak görülebileceğini vurgulamıştır.393

O, tarafsız bakan birinin her zümrede kötü ve riyakar kişilerin olabileceğini, sufilerin tamamının ele alınması halinde, olumsuz ve yanlı hüküm vermenin haksızlık olduğunu ifade etmiştir.394

Sufilerin bu derin aşk halinin neticesinde fenâ, cem ve fenâ fillah halleri görülür. Bu durumda insan artık Allah’tan başka hiçbir şey göremez olur; bu ilahi sarhoşluk içinde ağızlarından şathiyeler dökülebilir.

Nicholson, sufilerin fenâ derecesine ulaşmak için geçmişteki her şeylerini bırakıp, mest olmuş bir şekilde her hücreleriyle ‘Allah’ kelimesi üzerine yoğunlaşmalarının gerekliliği üzerinde durmuştur ve Ebu Said’in uzun ve ciddi Teoloji çalışması olduğundan onun manevi ilerleyişinin kısmen bilinçli olduğu fikrindedir. O, Ebu Said’in pek çok kitab okumasına, çok riyazet yapmasına rağmen keşfinin açılmaması üzerine, “...Bana öyle bir şey bahşet ki, onunla seni bulayım ve bu gibi şeylere ihtiyacım kalmasın.” ifadelerine yer vererek, sufilerin ‘fenâ ’ derecesini bulmak için “Allah” ismini sürekli yinelemesinin uygulanan bir yöntem olduğunu belirtmiştir. Kendinden geçme olarak değerlendirdiği ‘fenâya’ Pascal’ın “Tanrı dışında dünya ve her şeyi unutmak (oubli du monde et de tout hormis Dieu)”395

terimini örnek vermiştir.

Fenâ, lûgatta, yok olma, yokluk, geçip gitme; tasavvufta maddi varlıktan sıyrılıp Hakk’a ulaşma olarak ifade edilmiştir.396

Dünya tutkusu ve kötü huylar fenâ bulunca fütüvvet ve doğruluk baki kalır. Kulun fiilini görmemesi diye ifade edebileceğimiz bu halde, kul yerine Allah kaim olur.397

“Ben kulumu sevince, onun

gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”398٭

Hadis-i Kudsi’si gerçekleşir. Kul Allah ile o kadar meşgul olur ki nihayet “benlik” şuurunun yerine Allah geçer.

393

A. y., 104

394

A. y., 105

395 Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 9

396 Devellioğlu, a. g. e., 256

397 Yılmaz, a. g. e., 217

398

Hadis için bkz. Yılmaz, a. g. e., 217; Sühreverdi, a. g. e., içinde Hadis, Buhari, Rikkat, 38; İbn Mâce, Fiten, 16

٭ “Ben kulumu sevince, onun kulağı, gözü ve dili olurum. Artık o, Ben’imle işitir, Ben’imle görür,

Cem, fenâ halinin ilerisidir; herşeyi Allah’tan bilip, Allah’ı var görme, halkı yok sayma halidir.399

‘Fenâ fillah’ halinin meydana gelmesinden meydana gelen ve bir ilmi şuhudi olan Vahdet-i Vücud ilminin kaynağı Allah’tır.400 Fenâ-fi-llah, lûgatta, Allah’ın varlığı içinde yok olmak diye anlamlandırılmıştır.401

Vahdet-i Vücud’un ilk kıvılcımlarını “Sübhani” diyen Bayezid Bestami, “Ene’l-Hakk” diyen Hallac, kendisini dışarı Allah’ın sanatını seyretmesi için çağıran cariyeye, “Sen de içeri gel de Allah’a bak!” diyen Rabia el-Adeviyye’nin atmış olduğunu söyleyebiliriz.402

Bu sufilerin ortak özellikleri, aşkın en taşkın halini yaşamalarıdır; kendinden geçmiş, coşkulu bir haldeyken şatahlı söz söyleyen sufilerin içinde bulundukları halleri anlaşılamamış, onların sarfettikleri sözlere göre değerlendirilmişlerdir.

İtidallı bir yaklaşımla bu konuyu Ebu Said Harraz (v. 277/841), “Fenâ , dünyanın fani olduğunu bilmen, beka, ahiretin baki olduğunu bilmen.” diye ifade etmiştir.403

Feridüddin Attar bu konuda, “Sen onda yok ol...olgunluk buluşma ancak budur! Sen onda yok ol... hulûl dediğin budur işte. Yok olmayanın bahse girişmesi saçmadır, boş boğazlıktan ibarettir. Birlikte yol al, ikilikten geç...”404

Mevlâna’nın da aşkı anlattığı dizelerde de, çoğu zaman fenâ fillah düşüncesini görürüz: ‘İyice bil ki sen, O, olamazsın ama sen ortada olmayınca O’sun sen.’ diyerek, onun bu halini anlatan dizeler söylemiştir:

“Ay yüzlüm geldi mi, ben kim olabilirim ki, kim olabilirim ki? Zati ben kendimden geçtiğim zaman var olurum.

Ben de bir kâr, bir varlık görürsen, bil ki o kâr, o varlık O’dur.”405

Şiddetli aşk, fenâ ve fenâ fillah hali konusunda Ebu Said de bu görüşlere yakın görüşler serdetmiştir. O, “İkilik üzere hareket etmek ve sen-O şeklindeki ikiliği sürdürmek şirktir. Öyleyse, sen nefsinden fani ol ve aradan çık.”406

sözleriyle “yok olmayı” anlatmıştır. O, “Hem e ost.” “Her şey O’dur.” (kendisine atfedilir.),

399 Yılmaz, a. g. e., 219 400 Küçük, a. g. e., 92 401 Devellioğlu, a. g. e., 256 402 Küçük, a. g. e., 88 403 A. y., 81

404 Attar, Mantık al-Tayr; 9 (127,128,129. beyitler)

405 Mevlana, Mecâlis-i Seb’a, 16

“Her şey O’nunladır.”, “Her şey O’ndadır.” diyerek her şeyi Allah’dan bilinmesi gerektiğini söylemiştir. Kul, hiçbir şey değildir artık.407

Sonra da bilgi gelir. Bu bilgiyi, Hakk kime ihsan ederse, o bilir. Bu bilgi, insanın hiçbir şey olmadığı, hiçbir şey bilmediği bilgisidir. Ebu Said, bu bilgiye delil olarak şu ayetleri vermiştir: Allah, “Bu Rabb’imin öğrettiklerindendir.” (Yusuf 12/37), “Rahman Ku’rân’ı

öğretti.” (Rahman 55/1-2)408

buyurmuştur. Ebu Said, bilgi konusunu “Bilmiyorsun, bilmediğini de bilmiyorsun, bilmediğini bilmek de istemiyorsun.”409

sözleriyle ifade etmiştir. Hiçkimsenin bir şey bilmediği düşüncesi Harakâni’de de görülmüştür, “Herkes, hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar hep bildiğiyle övünür, durur. Nihayet hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır ve işte o zaman marifet kemale erer. Çünkü gerçek bilgi bilmediğini bilmektir.” 410

demiştir. Attar, “Hiçbir şey bilmemize imkan yok..artık yum dudağını...”(beyit, 155)411

demiştir. Bu bilgiyi Sokrat’ın savunmasında da görebiliriz. O da özetle, “Tek bir şey var bildiğim, o da hiçbir şey bilmediğim ve kimsenin hiçbir şey bilmediğidir.”412

demiştir.

Esrâru’t-Tevhîd’de Ebu Said’in fenâ halini anlatan bir menkıbe de şöyledir: bir hücrede fenâ derecesine ulaşmak için tüm gücüyle çabalarken, bir nur zuhur etmiş ve varlığının karanlığını yok etmiştir. Allah Tealâ’nın, ne onun, ne de bunun, Ebu Said olmadığını kendisine gösterdiğini; “O benim tevfikim, o benim lûtfumdur,

bütün himaye, nazar ve inayet Biz’dendir.” buyurduğunu söylemiştir.413

O, çoğu dizesinde ilahi aşkı ve Vahdet-i Vücud’u anlatır:

“Hep senin güzelliklerini görürüm gözümü açınca, Bütün bedenim kalbe dönüşür sırrımı sana açınca. Başkalarıyla konuşmayı haram sayarım,

Sözü uzatır dururum, sözün bahis konusu olunca.” 414٭

407 İbn Münevver, a. g. e., 285; Nicholson, a. g. e., 52

408 İbn Münevver, a. g. e., 285

409

İbn Münevver, a. g. e., 317

410 http://www.mollacami.net/forum/index.php/topic,1432.5/wap2.html 10. 07. 2011 da erişildi. 411

Attar, Mantık al-Tayr, 10

412 Frank Thilly, A History of Philosophy, (Felsefe Tarihi), trc. İbrahim Şener, İstanbul 1995, 254-

255

413 İbn Münevver, a. g. e., 65

414

Nicholson, a. g. e., 16 "

٭ When I mine eyes have opened, all Thy beauty I behold,

When I tell Thee my secret, all my body is ensouled. Methinks, unlawful ‘tis for me to talk with other men,

Beşeri sıfatlarından arınmış, nefsinden birşey kalmamış olan Ebu Said için şeyhi Ebu’l-Hasan Harakâni şöyle demiştir: “Burada ne beşeriyet var, ne de nefs! Burada herşey Hakk’tır.”415

Beşeri sıfatlarından küçük bir kırıntı dahi olmayan mürid, televvûn (kararsızlık) haliden kurtulmuştur; maksadına ulaşmıştır ve her şeyin soyut bir birliğe ulaşmış demek olduğu vurgulanmıştır. Bu durumda, meşayihten “Cübbemin içindeki Allah’tan başkası değildir.”416

gibi şaşırtıcı sözler duyulabilmiştir. Bayezıd Bestami’ye atfedilen bu sözler,٭ Esrâru’t-Tevhîd’de Ebu Said’in sözü olarak verilmiştir.İbn Münevver’in aktardığına göre, Bayezid Bestami gibi, Ebu Said de, bir gün mecliste sohbet ederken cezbelenmiş, “Cübbede Allah’tan başkası yok!” demiş ve elini cübbesinin altına, göğsünün üstüne koyup çıkarmıştır. Bu olaya Ebu’l-Kasım Kuşeyri, Üstat İsmail Sabuni ve başkaca da şeyhlerin de şahit oldukları iddia edilmiştir.417

Böylesi durumlar, sufilerin daha öncekilerin etkisinde kaldığını, ya da aynı eğitimi aldığını akla getirir, ki bu durum sık meydana gelmektedir.

Nicholson’ın yer vermediği, Vahdet-i Vücud ve hiçlik konularında Esrâru’t- Tevhîd’de anlatılan bazı menkıbelere kısaca bakalım: Ebu Said, uzun süre çöllerde, dağlarda Hakk’ı arayıp durduğunu, bazen bulduğunu bazen bulamadığını; sonra kendini bile bulamadığını, çünkü tamamıyla O’nda baki olduğunu, bu durumun ise O’nun sıfatı olduğunu, kendisinin zaten yok olduğunu, O’nun hep olacağını kendisinin yine olmayacağını söylemiş ve artık kendi benliğinden bir an bile söz edemez hale geldiğini, müşahede, tasavvuf ve zühd gibi şeyleri iddia edemediğini ifade etmiştir ve “Bir kimse ki, hiçtir, onun ismi de olmaz. Ona nasıl isim verilebilir? Bu mümkün değildir, imkansızdır.”418 sözlerini eklemiştir.

Ebu Said’in şu sözleri aşkı ve fenâyı anlatmaktadır: “Hüküm vaktin, ferman gaybın.” demiş ve şu beyti söylemiştir:

“Siyah zülfün miskin kaynağı olmuş. Araya araya aradığın şey olmuşsun.”419

But when with Thee I am talking, ah! the tale is never told.” ( Nicholson, a. g. e., 16)

415 İbn Münevver, a. g. e., 74 416 İbn Münevver, a. g. e., 76 ٭ bkz. Küçük, a. g. e., 78 417 İbn Münevver, a. g. e., 201 418 A. y., 300 419 A. y., 298

Ebu Said, “Nasıl oluyor da Hakk görülüyor da dervişi görmek mümkün olmuyor?” sorusuna: “Hakk Teâlâ vardır ve var olan görülebilir. Derviş yoktur, hiçtir, yok olan görülemez.”420

diye cevap vermiştir. O, buna benzer başka bir ifadesinde şöyle demiştir: “Halk yoktur. Öyle birini sev ki, sen fani olunca, O, fani olmasın. O, baki olsun. Böylece sen de hiç fani olmayan bir varlık kazanmış olursun.”421

Nicholson, Ebu Said’in ‘fenâ ’ (kendinden, nefsinden geçme) doktrininde iki pozitif elementin rol oynadığını, bunların, kendi varlığının olmadığını ve Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığını farketmek olarak açıklamıştır ve bunu da ‘Tevhîd’ diye tanımlamıştır. Nicholson, “Kendini bilen Rabb’ini bilir.” Hadis’ini bu duruma işaret olarak göstermiştir. Kendini bilenin ise, var olmadığını, ki bunu da ‘Adem’ olarak açıklamıştır. Gerçek Varlığın (Vücûd), Allah olduğunun bilinmesi olarak belirtmiştir.422

Tasavvufta, kendi nefsi kalmayan insanın ruhu saflaşır, kalbi berraklaşıp parlar, o zaman Allah’ın Esma ve Sıfatlarına ayna olma imkanına erişebilir. Bu durumu Attar’ın “Hak işinde tam bir er olunca sen kalmazsın, Tanrı kalır vesselam!”423

sözleri özetlemiştir.

Sufilerin “fenâ ” halinde ‘hiç’likten bahsetmelerini, günümüz alimlerinden S. Uludağ “Sufi nihilizmi” diye değerlendirmektedir.424

Nihilizm, “hiççilik” olarak bilinen, şüpheli temellere dayalı bir felsefe anlayışıdır. Nihilizm, yalnızca bilimsel doğruları temel almış, bütün toplumsal bilimleri, insanın beden ve ruhtan oluşmuş dualist yapısını reddetmiş, devlet, kilise, aile otoritesine karşı çıkmış bir görüştür.425

Buraya kadar bahsettiğimiz sufilerin ilahi aşkı, fenâ hali, fenâ fillah derecesi ve Vahdet-i Vücud görüşü, nihilizm ile benzerlik göstermese gerektir. Günümüz alimlerinden H. Kamil Yılmaz ise, Ebu Said Ebu’l-Hayr’ı, Vahdet-i Vücud anlayışını yaymaya çalışan tekke ve adabını ilk uygulayan kişi olarak değerlendirmiş,426

İbnü’l-Farıd’ı, Mevlâna’yı, Konevi’yi (v. 673/1274) ve Yunus

420 A. y., 301

421 İbn Münevver, a. g. e., 279

422 Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 50

423

Attar, Mantık al-Tayr, 45

424 Uludağ, “giriş”, Kuşeyri Risalesi, 11-75; 28

425 AnaBritanica Genel Kültür Ansiklopedisi, “Nihilizm”, XVI, İst. 1989, 513-514

Emre’yi (v. 720/1320) Vahdet-i Vücud temsilcileri olarak değerlendirmiştir.427

İbn Arabi ve Abdülkerim el-Cili’nin Vahdet-i Vücud temsilcisi olduğuna herkes hemfikirdir.

Bu konuyu Feridüddin Attar ile aynı٭ düşünceyi paylaşan Mevlâna’nın rubaisiyle ile bitirmek istiyoruz:

“Kul, kendisinden tamamıyla fani olmadıkça, Birlik onda tahakkuk etmez.

Birlik hulûl değildir, senin yok olmandır. Yoksa kuru lafla batıl, hak olmaz.” 428