• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: TERÖR VE GENEL GÖRÜNÜMÜ

1.3. Terörün Sebepleri ve Etkileri

1.3.1. Politik Sebepler ve Etkileri

Uluslararası rekabet çerçevesinde ülkeler, kendi menfaatleri doğrultusunda hedef aldıkları diğer ülkelerin zaaflarını tahlil ederek istihbarat örgütleri vasıtasıyla bir takım operasyonlar gerçekleştirmiştir. Özellikle Soğuk Savaş Dönemi’nde yapılan operasyonlarda, hedef alınan ülkelerde bulunan sistem dışı gruplara, karşı oldukları siyasi düzeni yıkmak veya bazı siyasi kazanımlar elde etmelerini sağlamak hususları çerçevesinde destek verilmiş, söz konusu gruplar ise metodoloji olarak terörü seçmiştir. Aslında terör, bir devlet ve onun gizli servisinin desteği olmadan yapılamamaktadır. Bir devlet siyasi amaçlarını gerçekleştirmek için, savaş gibi maliyeti yüksek, sonuçları kolay telafi edilemeyen bir yola başvurmadan önce, bir ara kademe olarak, terörü kullanmaktadır. Örneğin bir ülkede sosyalist düşünceler giderek halkın beğenisini kazanıyor ve sorunlarının çözümü için bir umut olarak bakılmaya başlanıyorsa, sosyalizm adına bir terör hareketi başlar. Eylemler acımasızdır ve toplumun bütün kesimlerini hedef alınır. İlkokul çocukları bile eylemlerden zarar görebilir. Hareket adına haraç toplanır. Masum insanlara yönelik vahşi saldırılar düzenlenir. Ayrıca eylemcilerin başarısız kalmalarını garanti altına almak için hareket çeşitli fraksiyonlara bölünür. Sonuç olarak bir umut haline gelen sol düşünce bir kabusa dönüşür. Ya da bir umut haline gelen İslamcı bir hareket adına benzer eylemler düzenlenir. İslamcı olarak tanınan kimselerin, din karşıtı davranışlar içinde oldukları sergilenir. Bu eylemler, zayıflatılmış mikropların vücutta antikor üretmesi gibi, başlangıçta sempatiyle karşılanan düşüncelere karşı mukavemet yaratır. Eylemcinin iddiasıyla ulaşılan sonuç tam ters yöndedir (Kaynak, 2006: 5).

1.3.1.1. Mikro-Etnik Değerlerde Yaşanan Artışlar

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (S.S.C.B)’nin dağılması ile birlikte, çok etnikli toplumsal yapılarda kaos ortamı oluşmuş, farklı etnik gruplar içerisinde milliyetçi cereyanların etkisi ile filizlenen ve kendi adına “özgürlük hareketi” olduklarına inanan yapılanmalar oluşmuştur. Söz konusu yapılanmalardan bazıları, terör organizasyonları kurarak kendi amaçları doğrultusunda hareket etmeye başlamıştır. Bahse konu etnik terör gruplarına, Türkiye’nin bir bölümünü sözde Kürdistan toprağı olarak ilan edip, Kürt milliyetçiliği güderek bölücü hareketlerde bulunan KONGRA-GEL/PKK veya

Bosna-Hersek’deki Müslümanlara karşı kurulan Sırp Çeteleri örnek olarak gösterilebilir.

1.3.1.2. Alt Kimlik-Üst Kimlik Tartışmaları

Geniş bir anlamda kullanılan “kimlik” kelimesi, sosyal grupların siyasi, hukuki ve kültürel boyutlarını içermektedir. Kimlik siyaseti, belli bir grubun genel toplum içindeki yerini toplumun bir parçası olarak değil, o grubun ayırt edici özelliklerini esas alarak tanımlamasını ifade etmektedir. Kadın, göçmen, Kürt, Türk, Ermeni, Alevi, vs. olarak yapılan bu tanımlamalar, grup dayanışmasını öne çıkartırken sosyal adalet taleplerini de dile getirmektedir. Fakat siyasi, hukuki ve kültürel alanlar arasındaki ilişkiyi net bir şekilde tanımlamak sanıldığı kadar kolay değildir. Dini ve kültürel farklılıkları olan gruplar aynı siyasal ideal etrafında birleşebildiği gibi, benzer kültür normlarına sahip gruplar farklı siyasi kamplarda yer alabilmektedir. Her halükarda kimlik siyasetinin belirleyici özelliği, bir sosyal grubun siyasi, hukuki, ekonomik yahut kültürel taleplerini siyasi bir program haline getirmektir. Türkiye'deki Kürt, Alevi, Ermeni kimlikleri hakkında yapılan tartışmalar kimlik siyasetinin somut örneklerini oluşturmaktadır (Kalın, 2006: 13).

Alt kimlik, bireyin içinde doğduğu grubun kimliğidir ve dolayısıyla objektif kimliğine denk düşmektedir. Örneğin Türkiye’de Rum ana babadan doğan çocuğun alt kimliği Rum’dur. Üst kimlik ise, devletin vatandaşa empoze ettiği kimlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda vatandaşlığa denk düşmektedir. Bireyin objektif kimliği, aynı zamanda onun alt kimliği olmakla birlikte, birey objektif kimliğini reddederek devletin kendisine vermek istediği kimliği (üst kimliği) kabul edebilir; bu artık onun sübjektif kimliğidir (Oran, 2004: 18).

Türkiye'de karşımıza çıkan iki farklı kimlik sorunu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Tanzimat sonrasında içine girdiğimiz ve Cumhuriyet ile ivme kazanan kimlik sorunu ki; Batı ile yaşadığımız aşk-nefret ilişkisi de bunun tabii bir neticesidir. Bunun günümüzde aldığı biçim kendini ancak “ötekileştirerek” anlayabilmektir. Karşımıza çıkan ikinci kimlik meselesi ise tıpkı Tanzimat sonrası yaratılan yeni “Osmanlı Kimliği” gibi buna dayanılarak üretilen ve Cumhuriyet sonrasında benimsettirilmeye çalışılan yeni üst kimliğin toplumun bazı kesimlerince içselleştirilmemesi hatta bir Türkleştirme projesi olarak reddedilmesidir. Genellikle varsayıldığının aksine bir üst kimliğin kapsayıcı,

herkese açık olması bunun benimsenmesi için (gerekli olmakla birlikte) yeterli değildir. Zaten Osmanlı son dönem tarihi de bu alandaki mücadele ve başarısızlığın tarihidir. Böylesi bir laboratuara sahip olan bir toplumun bu alanda yeni siyasetler üretmesi zorunludur (Kahraman, 2007: 14).

Türkiye'deki kimlik tartışmaları her gün yeni bir boyut kazanmaktadır. Avrupa Birliği (AB) Süreci, Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmeler, Kürt Sorunu’nun tanındığına dair yapılan açıklamalar, sözde Ermeni soykırım iddiaları ve son olarak Orhan PAMUK ve Hrant DİNK olayları, toplumun değişik kesimlerinde farklı tepkilere yol açmıştır. Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın ”Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı”nı Türkiye'nin üst kimliği olarak tanımlaması ise, tartışmaya yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu kimlik tartışmasını, Türkiye'nin yüzleşmek zorunda olduğu diğer sorunlardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Türkiye'de alt kimlik-üst kimlik sorunlarını tartışmak, aynı zamanda devletin niteliğini, adem-i merkeziyetçiliği, demokratikleşmeyi, siyasi katılımı, iktidarın paylaşımını, sosyal adaleti ve Türkiye'nin bölgede kendine seçtiği yeri tartışmak anlamına gelmektedir. Kimlik konusunda alınan tavırları, bu konulardaki genel yaklaşımlar belirlemektedir. Soruna hangi açıdan bakarsak bakalım tartışmanın merkezinde farklı kimlik siyasetleri yatmaktadır. Her kimlik siyaseti üç temel sorunu da beraberinde getirmektedir. Birincisi grupların kendi toplulukları hakkında birtakım genel-geçer ve homojenize edici ön kabullerde bulunmasıdır. Örneğin Türkiye'de “Kürtler” dediğimizde, hem kimlik siyasetini güden Kürt kanaat önderleri hem de Türkler de dahil olmak üzere bu söylemin muhatabı olan kesimler, Kürtlerin düşünceleri, inançları, talepleri, gelenekleri, vs. hakkında birtakım genellemeler yaparlar. Bunlar, “Kürt sorunu” ifadesindeki Kürt kimliğinin belirleyici unsurları olarak kabul edilir. Oysa sosyal gruplar tek bir tanıma indirgenmeyecek kadar dinamik ve çok yönlü bir yapıya sahiptirler. Kürtler hakkındaki genellemelere karşı çıkanlar bir zaman sonra aynı genellemeleri kendi “stratejik doğruları” olarak telaffuz etmeye başlarlar. Bugün Kürt meselesi konusunda yaşadığımız temsil sorunu, bunu teyit etmektedir. Kürt dediğimizde Hakkari'deki bir öğretmeni mi, Ankara'daki Kürt kökenli bir imamı mı, İstanbul'daki Kürt kökenli bir işadamını mı, Demokratik Toplum Partisi (DTP) mensubu olan bir belediye başkanını mı, yoksa KONGRA-GEL/PKK terör örgütü mensubu militanları mı kastettiğimiz belli değildir. Bu belirsizlik siyasi pragmatizm için önemli bir veri olmakla birlikte, sorunun çözümüne katkıda bulunmamaktadır. İkinci sorun,

kimlik siyasetinin adalet, özgürlük, barış, doğruluk, sorumluluk, dürüstlük gibi evrensel kavramların bizatihi doğru ve önemli olduğu için değil, belli grup kimliklerinin süzgecinden geçirilerek tartışılması ve sahiplenilmesidir. Bu evrensel doğrulara kimlik siyaseti üzerinden yaklaştığımızda, ortak iyinin inşasına katkıda bulunma şansımız ortadan kalkmaktadır. Örneğin insan haklarına içerisinde doğru bir ideal olduğu için değil, kendi grup çıkarlarımıza fayda sağladığı için sarılmaya başlama durumu ortaya çıkar. Bu şekilde üretilen stratejik doğrular, bugün Türkiye'de sıkça gördüğümüz çifte standart uygulamalarının temelinde yatan ana sorundur. Etnisite ve sosyal grup temelli tanımlamalara dayalı kimlik siyasetinin üçüncü temel sorunu, İbn Haldun'un tabiriyle “asabiyetçilik” türlerinin ve daha sofistike milliyetçilik biçimlerinin doğmasına yol açmasıdır. Yalın bir şekilde ifade etmek gerekirse bugün Türkiye'de Kürtlere, yahut gayrimüslim azınlıklara daha fazla özgürlük verilsin demek, bahsettiğimiz sorunu çözmemekte, daha da derinleştirmektedir. Çünkü tek boyutlu ve indirgemeci anlayışa dayanan her etnisite söylemi, başka milliyetçilik söylemlerine çıkartılmış bir davetiyedir (Kalın, 2006: 13).

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve yaşatılması esnasında oluşan mevcut koşullarda ortaya çıkan “ulus-devlet modeli”nde; Türk Kimliği, Türk Milleti ve Türk Devleti kavramlarına vurgu yapılmasına rağmen, temel olarak tek tip bir etnik referansa dayandırılmadığı bir gerçektir. Aslında toplumumuz, “Türkiye Vatandaşlığı” üst kimliği adı altında, etnik farklılıklarını zengin bütünlüğe çevirebilecek tarihi birikime ve olgunluğa sahip bulunmaktadır. Türkiye’de alt kimlik ve üst kimlik birbirini dışlayan olmaktan uzak, aksini birbirini tamamlayan pekiştiren unsurlar olmalıdır. Türkiye’de sosyal barışı sağlayabilmek için öncelikle bahse konu kimliklerin pekiştirilmesi gerekmektedir. Türkiye’de ulusal kimliğin korunması, hatta bunun temel alınması, ancak çok kültürlülüğe ve farklılıklara da saygı gösterilen bir sistemin oluşturulması şarttır.