• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: TERÖR VE GENEL GÖRÜNÜMÜ

1.3. Terörün Sebepleri ve Etkileri

1.3.3. Sosyokültürel Sebepler ve Etkileri

1.3.3.4. Kültürel Kimlik Kaybı

Kimlik kelimesinin anlamı, Osmanlıca sözlüklerde “asıl, kök” veya “aranılan ya da olunmak iddiasında bulunulan kimse” şeklinde verilse de, söz konusu Arapça sözcük Türkçe’de salt “nüfus cüzdanı” anlamında kullanılmıştır. Latince “idem” kökünden türetilmiş özdeşlik anlamındaki “identity (identit´e, identität)” sözcüğüne kimlik anlamının yüklenmesi ve “kimlik” kavramına günümüzdeki anlamlarının verilmesi, Batı dünyasında ilk kez Sigmund FREUD tarafından 1930 yılında yayımlanan “Das Unbehagen in der Kultur” adlı kitabında “cinsel kimlik” şeklinde kullanmasıyla

başlamıştır. İngiliz tarihçi Eric HOBSBAWM; “Kimlik türü kavramların siyasal yazın alanına 1960'ların ikinci yarısından sonra girdiğini, bu nedenle 1968 yılında İngiltere'de yayımlanan Toplumsal Bilimler Ansiklopedisi'nde kimlik maddesi bulunmadığı gibi kimliğin sadece ruhsal toplumsal (psychosocial) bir kavram olarak açıklandığını” belirtmektedir. Gene HOBSBAWM’ın verdiği bilgilere göre, 1970'lerde yayımlanan Oxford İngilizce sözlükte de “etnisite” sözcüğü için az (nadiren) kullanılan bir kavram denilmektedir. Kimlik kavramının siyasal bir mana kazanması, 1950’li yılların ortalarına, Soğuk Savaş yıllarına rastlamaktadır. Kimlik' bilinci tıpkı kişilik gibi insanın toplumsal bir nitelik kazandığı günden beri var olduğu için, bugün kimliksiz ve kişiliksiz insandan söz edebilmek olanaksızdır. Ancak, kişiliğin salt kişiye özgü olmasına ve erginleşmeyle oluşmasına karşılık, kimlikler hem doğuştan kazanılmakta olup, hem de toplumsaldır. Yani, kimlikler kesinlikle kişiye özgü değildir. Örneğin, Türk, Müslüman ve gelir seviyesi alt grupta olan bir kişi, etnik kimliğini Türklerle, dinsel kimliğini Müslümanlarla, sınıfsal kimliğini alt gelir seviyesine haiz bulunan dilim ile paylaşmakta, öte yandan doğuştan kazandığı veya toplumun kendisine verdiği cinsel, etnik, ulusal, ailesel, dinsel, sınıfsal, ekonomik, eğitsel vb. bütün kimliklerini diğer bireyler ile bölüşmektedir (Ceyhun, 2006: 13).

Bireylerin kültürel kimlikleri, onlar üzerinde bağlayıcı olduğu oranda bireysel özgürlükleri sınırlamakta, ama aynı ölçüde bir kimlik kartı işlevini de yerine getirmektedir. Kültürel kimlik ile bireysel özgürlük arasında, bireyin tutum ve davranışlarının farklılıklarına izin verilen “manevra alanının” genişliği açısından tersine bir korelatif ilişki söz konusudur. Bir başka deyişle, sert bir kültürel kimlik, bireyin, ait olduğu kültürel kimlik açısından yapması beklenen tutum ve davranışları büyük ölçüde kendisine empoze etmekte ve böylece “bireysel özgürlükler alanı” önemli ölçüde sınırlanmış olmaktadır. Buna karşılık, yumuşak bir kültürel kimlik, bireyin tutum ve davranışlarına daha az müdahale ettiği için, onun “bireysel özgürlükler alanını” daha geniş bir çerçeveye taşımaktadır. Burada, bir kültürel kimliğin militanı kimliğine bürünen birey, kendisini öteki kültürel kimlik sahiplerinden ayırmak için kendisinden farklı tutum ve davranışları önemli ölçüde olumsuzlama çabası içine de girmekte ve böylece toplumsal etkileşimi önemli ölçüde zedeleyici bir oluşum ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık, yumuşak bir kültürel kimliği savunan birey, aynı toplum içinde yaşadığı öteki kimlik sahiplerine de hoşgörü ile bakma eğilimindedir. Böylece, yumuşak kültürel

kimlik hem o kimlik sahibi olan bireyin özgürlük alanını daraltmamakta, hem de öteki kimlik sahipleriyle bir arada yaşama dürtüsünü kısıtlamadığı için, toplumsal etkileşim miktarı kısıtlayamadığından toplumun işleyişi bozulmamaktadır (Kongar, 2007: 2). KONGRA-GEL/PKK terör örgütü, hukuk devletinin ve demokrasinin sağladığı özgürlükleri kullanarak zora, şiddete, teröre başvurmakta, bu yolla ayrılıkçılık ve bölücülük olan amaçlarına ulaşmak istemektedir. Bölücü terör ve ayrılıkçı hareketin temelinde Kürtçülük olarak adlandırılan etnik milliyetçilik bulunmaktadır. Türkiye’deki etnik farklılığa milliyetçilik hakim olursa, etnik milliyetçilik ortaya çıkacaktır. Etnik milliyetçiliğin kullanılması ulus devleti ve devamında üniter devleti yok edecektir. Terör örgütünün hedefi önce ulus devlet, bunu takiben üniter devlet yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Daha sonraki hedefi, ülkenin bölünmesine yöneliktir. Bugün için öncelikli hedefi ulus devlettir. Etnik kimliklerin tanınması ve anayasal güvenceye alınması, etnik kimlikleri öne sürerek ayrı bir ulus olduklarını iddia edilmesi, ulusal kültürün zayıflatmasına yönelik çalışmalar, ulus devlete zarar vermeye yöneliktir (Kuloğlu, 2007: 14).

Türkiye’de kültürel kimliklere saygı duyulan, ancak kültürel kimliklerin “etnik bölücülük” çerçevesinde hareketine engel olabilecek nitelikte bir “üst kimlik anlayışı”nın geliştirilmesi şarttır.

Türkiye’nin karşı karşıya bulunulan mesele, üst kimliğe yeni bir ad bulmaktan ziyade onun içinin nasıl doldurulacağıdır. Ancak, üst kimliğin ne ölçüde hakim kimliğin değer ve sembolleriyle doldurulacağı, onun alt kimliklerle ilişkisinin hangi zeminde gerçekleşeceği benzeri hususlarda atılacak yeni adımlar mevcut durumda değişiklik yaratabilecektir. Buradaki temel amaç toplumdaki tüm bireylerin bu üst kimlik içinde kendine ait unsurlar bulabilmesinin teminidir. Bu şekilde toplumca dışlandıklarını düşünen kesimlerce de benimsenip, içselleştirilecek bir üst kimlik, bunun da ötesinde kimlikler çatışmasının önüne geçebilecektir. Hiç şüphesiz kimlikler, yaratılan aidiyetlerdir. Bu nedenle kimlik yaratılması, bilhassa üst kimlik, ve benimsettirilmeye çalışılması tekelci biçimde ifa edilen bir işlev olmayıp, bunu kabule yanaşmayanlarla, bilhassa milliyetçi ideolojilerle, rekabet ederek gerçekleştirilen bir faaliyettir. Milliyetçi ideolojiler, toplumsallaştırma vasıtaları üzerinde tekel sahibi merkezlere karşı dahi çatışan kimlikler yaratmaktan geri kalmamışlardır. Bu ideolojilerle üst kimlik uzlaşması

sağlamak neredeyse imkansız olup, bu gayret söz konusu ideolojilere rağmen yapılmaktadır. Mesele üst kimliğin milliyetçi ideolojilerin yarattığı çatışmacı kimliklerden daha cazip hale getirilmesi, farklılıklarla beraber olma yollarının bulunmasıdır (Hanioğlu, 2005: 13).