• Sonuç bulunamadı

Empedokles

Plüralist dönemin ilk düşünürü olarak kabul edilen Empedokles (MÖ 495 – 435), evrenin temelinde dört unsurun mevcut olduğu kanaa-tindedir. Ona göre, hava, ateş, toprak ve su gör-düğümüz bütün nesnel gerçekliği ortaya çıkaran aslî unsurlardır. Onun gündeme getirdiği bu dört unsur teorisi kendisinden sonra da uzun bir süre benimsenmiştir. Örneğin Aristoteles’in kalitatif fi-ziği açısından da eşyanın mevcudiyeti açıklanmaya çalışılırken başvurulması gereken unsurlar bunlar-dır. Sonraki dönemlerde İbn Sina gibi bazı İslam filozofları da Aristoteles üzerinden Empedokles’in bu düşüncesini benimsemişlerdir.

Empedokles’in Dört Unsur Teorisi Empedokles kendisinden önce yaşamış fi-lozofların, örneğin Pythagoras, Herakleitos ve Parmenides’in çeşitli fikirlerini kendi sistemine uyarlamıştır. Bu bakımdan onun eklektik bir dü-şünceye sahip olduğu söylenebilir. Böyle olmakla birlikte, Empedokles, önceki düşünürlerin belli başlı fikirlerine dayanarak daha ziyade bir sentez yaratma yoluna gitmiştir. Onun Herakleitosçu değişim ve Parmenidesçi sabitlik fikirleri arasında gerçekleştirmeye çalıştığı uzlaşı tam da böyle bir sentezi ortaya koymaktadır.

Bir yandan Antik Yunan düşünürlerinin ta-mamının kabul ettiği hiçten ancak hiçin çıkacağı fikrini benimseyen Empedokles, diğer yandan ise nesnelerde meydana gelen değişimi gözlemlemek-tedir. Dolayısıyla, o hem Parmenides ve Zenon ta-rafından teorileştirildiği biçimiyle değişimin, hare-ketin ve çokluğun olmadığı bir varlık tasavvurunu benimsemekte hem de gözlemlediği değişimle bu tasavvur arasında bir uzlaşı inşa etmeye çalışmak-tadır.

Empedokles’e göre, insanların varlık dedikleri şey dört temel unsurun birbiriyle belirli bir oran dâhilinde karışması, yokluk dedikleri şey ise bu karışımın ortadan kalkmasıdır. Mutlak anlamda ne meydana gelişten ne de yok oluştan bahsedi-lebilir. Zira olmayan bir şey var olamaz, var olan bir şey de yokluğa karışıp sonsuza dek ortadan kalkamaz. Başka bir deyişle, dört unsur ezelî ve ebedîdir. Onlar belirli bir oran dâhilinde bir ara-Arkhe kavramı ilkçağ doğa felsefesinin en

temel kavramlarından biridir. Bu kavram

“ilk ilke”, “ilk neden”, “başlangıç” gibi an-lamlara gelmektedir. Doğa filozofları bu kavramla eşyanın ortaya çıkmasını müm-kün kılan unsuru kastederler.

Arkhenin doğal bir unsur olduğu hatırda tu-tulmalıdır. Arkhe olarak kabul edilen su, ateş, toprak, hava gibi unsurların tamamı doğada mevcuttur. Sonsuzluk gibi bazı arkheler de mevcut olmakla birlikte bunların da doğaya geri götürülmesi mümkündür. Doğa filozof-larına göre evren sonsuz olduğuna göre son-suzluk kavramının da doğadan türetildiği söy-lenebilir.

dikkat

ya geldiğinde bize şeyler var olmaya başlıyormuş, ayrıldıklarında ise yok oluyormuş gibi görünmek-tedir. Oysaki, diye düşünmektedir Empedokles, Parmenides’in işaret ettiği üzere varlık vardır, var olmayan ise yoktur.

Empedokles dört unsuru tanrısal varlıklar ola-rak görmektedir. Ona göre hava Hades, ateş Zeus, toprak Hera, su ise Nestis ile özdeştir (Kranz, 2014, s. 133). Bu açıdan bakıldığında, onun, yaşadığı dö-nemdeki dinî düşünceden etkilendiği anlaşılmak-tadır. Şüphesiz bu Empedokles düşüncesindeki tek dinî öğe değildir. Pythagorasçı gelenekten aldığı ve ünite kapsamında yeri geldikçe temas edilecek olan başka bazı dinî düşünceleri de mevcuttur.

İlk doğa filozofları, örneğin Thales ve Anaxime-nes hylozoisttirler. Onlara göre, Anaxime-nesnelerin ortaya çıkışını canlı maddenin, arkhenin bizzat kendisine dayalı olarak açıklamak gerekmektedir. Örneğin Thales, tüm cisimlerin sudaki değişimlerden mey-dana geldiğini ve mevcudiyetlerini sürdürebilmek bakımından ihtiyaç duydukları şeyleri sudan aldık-ları iddiasındadır (Weber, 2014, s. 21). Empedok-les ise dört unsuru evrenin temeline yerleştirmekle birlikte, onların kendiliğinden harekete geçtiğini düşünmez. Bu bakımdan, o, hylozoist düşüncenin dışına çıkar (Guthrie, 1999, s. 57).

Dört unsur kendiliğinden hareket etmiyor ise, başka bir deyişle onların bir araya gelmesi bizzat ürettikleri bir hareketin sonucu değil ise, evrende gözlemlediğimiz oluş ve bozuluşu nasıl açıklama-mız gerekir?

Empedokles’e göre bu sorunun cevabını vere-bilmek için evrendeki maddî gerçekliği mümkün hale getiren iki etkin nedene müracaat etmek ge-rekmektedir: Sevgi (ya da Sempati) ve Nefret (ya da Antipati) (Kranz, 2014, s. 120). Oluş dediğimiz şey, dört unsurun Sevgi tarafından bir araya getiril-mesi, bozuluş ise bu unsurların Nefret tarafından

gereken bir nokta vardır ki o da mutlak bir oluş ve bozuluşun değil, arızî bir oluş ve bozuluşun ol-duğunu düşünmek gerektiğidir. Zira, antik Yunan düşüncesinde, mutlak bir varlık ve yokluktan bah-sedilemez. Hava, ateş, toprak ve suyun evrendeki miktarı asla artmaz ve eksilmez. Mutlak bir oluş ve bozuluştan bahsedilebilseydi o zaman bu dört un-surun miktarında da bir artış ve eksilme meydana gelirdi. Bu ise mümkün değildir.

Empedokles’e göre, dört unsur maddî niteliğe sahiptirler ve aynı zamanda ezelî ve ebedîdirler.

Buna karşın Sevgi ve Nefret ise maddî olmadıkları gibi ezelî ve ebedî de değildirler. Onların mevcu-diyetleri birbirini takip eden dönemlerle sınırlı-dır. Ayrıca, dört unsur bileşik nesne ya da tözle-rin oluşumunu sağlayan temel bileşenler olmaları anlamında basit birer cevherdir. Bileşik maddeler bu basit öğelere ayrıştırılabilir. Fakat basit cevher-ler başka herhangi bir şeye bölünemez ve indirge-nemez. Böylece, basit cevherlerle bileşik nesneler arasında ayırım yapan Empedokles dört unsurun, en azından evrendeki her şeyin kendilerinden mey-dana gelmesi anlamında basit oldukları sonucuna ulaşmaktadır (Cevizci, 2000, s. 53).

Sevgi tarafından bir araya getirilen dört unsur-dan türeyen varlıklar belirli bir hiyerarşi dâhilinde ortaya çıkmaktadır. Önce ilkel, sonra gelişmiş can-lılar; önce bitkiler ve hayvanlar, sonra insanlar;

önce hem erkek hem dişi olan canlılar, sonra ise erkek ve dişi diye ayrılan canlılar (Störig, 2015, s.

189) meydana gelmektedir.

Empedokles canlı varlıkların bedensel oluşu-munu da son derece ilginç bir şekilde açıklamak-tadır. Ona göre, ilk önce canlı varlıkların kafa, el, ayak gibi organları ortaya çıkmıştır. Sonra bunlar tamamen tesadüf neticesinde bir araya gelmiştir.

Böylece, hayatta kalmalarını sağlayacak şekilde birbiriyle birleşenler canlı varlıklara dönüşmüş-lerdir. Bunların hayatta kalması birbirlerinin ih-tiyacını karşılamalarıyla mümkün olmuştur. Ör-neğin dişler yiyeceği kesmiş ve parçalamış, mide onu hazmetmiş, karaciğer kana dönüştürmüştür.

İnsan kafası insan vücuduyla buluştuğu zaman vücudun tamamı hayatta kalmayı başarmış, fakat örneğin bir sığırın vücuduyla buluştuğu zaman ise onunla uyum sağlayamamış ve ortadan kalkmıştır (Kranz, 2014, s. 130).

İnsanın bedensel oluşumu da dört unsurun çe-Hylozoizm, Yunanca hyle (madde) ve

zoon (canlı) kavramlarından türemekte olup “canlı-maddecilik” anlamına gel-mektedir. Hylozoist filozoflar hareket ve değişimi maddenin bizzat kendisinden kaynaklanan bir husus olarak değerlendi-rirler.

katı yönünü teşkil eden et ve kemik topraktan oluş-maktadır. İnsanın sıvı yönü ise kandır. Bu nedenle insanın bedensel teşekkülünde suyun önemli bir yeri vardır. Solunum yoluyla insanın oluşumuna hava da katılır. Ayrıca bedenimizdeki sıcaklık, olu-şumumuzda ateşin de bulunduğunu gösterir. Sevgi bu unsurları oranlı bir şekilde bir araya getirmekte-dir. Sağlık dediğimiz şey aslında bunlar arasındaki uyumdur. Hastalık ise bedensel oluşumumuzu teş-kil eden unsurlar arasındaki uyumsuzluğun bir so-nucu olarak görülmelidir (Von Aster, 2015, s. 75).

Empedokles’e göre, Sevgi ve Nefret evrende dönüşümlü olarak hüküm sürmektedir. O, birbi-rini sonsuza dek takip eden dört dönemin var ol-duğunu düşünmektedir. İlk dönemde Sevgi evrene bütünüyle hâkimdir. Sevgi, unsurları bir araya ge-tirdiği için oluşu da mümkün kılmaktadır. İkinci dönemde Nefret evrende kendisine yer açmak için harekete geçmektedir. Bu dönemi Nefretin evren üzerinde mutlak bir egemenlik kurduğu dönem ta-kip eder. Dördüncü dönemde ise Sevgi evrene tek-rar girmeye çalışmaktadır (Gökberk, 2016, s. 33).

Sevginin hakim olduğu dönem kozmos, Nefretin hakim olduğu dönem ise kaos halidir.

Empedokles’in Bilgi Anlayışı

Empedokles’in bilgi anlayışı da, Herakleitos ve Parmenides’in fikirlerine dayanarak oluşturmaya çalıştığı bir sentezin ifadesidir.

Herakleitos’un evrende daimi bir değişimin mev-cut olduğu yönündeki iddiasına karşılık Parmenides hiçbir şeyin değişmediği düşüncesindedir. Herakleitos (2016, B. 55, s. 163) eşya hakkındaki bilgileri, ancak duyulardan devşirebileceğimizi söylerken Parmeni-des açısından bilginin kaynağı ancak akıl olabilir. Bu bakımdan, iki filozof birbirine zıt iki epistemolojik düşüncenin takipçisi olarak görülebilir ki birincisi çağdaş düşüncedeki empirizmi (Barnes, 2005, s. 115) diğeri ise rasyonalizmi hatırlatmaktadır.

Empedokles Herakleitos’un değişim konusun-daki fikrine katılmaktadır. Duyularımız bize evren-de sürekli bir evren-değişim ve hareketin olduğunu söy-ler. Bunu duyuların eksikliğine atfetmek mümkün olmakla birlikte akıl da duyular gibi bilgiye ulaşma hususunda eksiktir (Kranz, 2014, s. 116-17). Öte yandan Parmenides de haklıdır. Evrenin özünü teş-kil eden dört unsur, bizzat değişmezdirler. Bunlar ezelî ve ebedî, basit cevherler olmaları hasebiyle daima kendi kendileriyle aynı kalırlar. Değişimin ve aynılığın birlikte tasdik edildiği Empedokles düşüncesinde bilgiye ulaşmak için bir yolun da bulunması gerekmektedir. O, evren hakkında-ki hahakkında-kikate, bilgiye ulaşmanın en makul yolunun duyuları ve aklı bir arada kullanmaktan geçtiğini düşünür (Waterfield, 2000, s. 134). Herakleitos ve Parmenides’in birbirini nakzeden düşünceleri ara-sında oluşturulan bu uzlaşı Empedokles’in sentez-ciliğinin bir diğer örneğini teşkil etmektedir.

Cisimlerin nasıl olup da birbirini etkilediği so-rusu Empedokles’in cevaplamaya çalıştığı başlıca sorulardan biridir. Bu soru esasen hareketin nasıl mümkün olduğunu da açıklamak bakımından işlevseldir. Onun verdiği cevap, yukarıda işaret edilen sentezi daha anlamlı hale getirecektir. Zira hareket Elea Okulu tarafından reddedilmektedir.

Nitekim Elealı Zenon’un meşhur paradoksları bu düşünceyi reddetmek üzere üretilmiştir.

Empedokles’e göre cisimlerin birbirini etkile-mesi şu şekilde açıklanabilir: Nasıl ki güneşten ışık yayılıyorsa, cisimlerden de ışınlar yayılmaktadır.

Ancak, cisimlerin ışın yayabilmesi, insan bedenin-de olduğu gibi, bazı gözeneklerin mevcudiyetini gerektirir. Bir cismin başka bir cismi etkileyebilme-si, bu iki cismin gözeneklerinin birbiriyle uyumlu olmasına bağlıdır. Başka bir deyişle, bir cisimden çıkan ışınlar diğer cismin gözeneklerine girebilecek konumda bulunmalıdır (Von Aster, 2015, s. 78).

Örneğin görmek için, cisimlerden çıkan ışınların gözde yer alan gözeneklerden içeri girmesi, aynı şe-kilde gözden çıkan ışınların da cisimlere girebilme-si gerekir (Gökberk, 2016, s. 33).

Duyu algısının gerçekleşebilmesi ışın-gözenek uyumuna, başka bir deyişle, kaynak ile hedefin aynı özden geliyor olmasına bağlıdır. Eğer kaynak ile hedef aynı özden ise algı gerçekleşir ve biz bil-giye ulaşabiliriz. Son kertede, evren hakkında bilgi sahibi olabilmemiz tamamen evrenle aynı özden geliyor oluşumuzun bir sonucudur (Kranz, 2014, s. 127-28). Biz de tıpkı evrendeki diğer cisimler Empirizm bilginin kaynağının duyu

ve-rileri olduğu düşüncesine verilen isimdir.

Rasyonalizm ise bilgiyi akıldan türetmek ya da akla dayandırmak gerektiğini iddia eder. Bu iki akım felsefe tarihinin en eski rakip teorileri arasında yer almaktadır.

gibi dört unsurdan teşekkül etmiş bulunuyoruz.

Bilgiyi mümkün kılan şey bu vakıadır.

O, düşünme gücünün kana ait olduğunu söyle-yerek ilginç bir fikir ortaya atmaktadır. Kan, insani varoluşun esas taşıyıcısı ve düşüncenin merkezidir.

İnsanın bütün yetenekleri dört unsurun kandaki karışımının olgunluğuna göre artmakta veya azal-maktadır. Kanda bütün unsurlar yer aldığı için, her şeyi bilebiliriz (Gökberk, 2016, s. 33). İnsanın düşüncesi, yüreği dolaşan kanda temerküz etmek-tedir (Kranz, 2014, s. 128). Düşünce gücünü be-yin dışında farklı bir organa veya bedenin farklı bir kısmına atfetmek yalnızca Epmedokles’in yaptığı bir şey değildir. Bunun başka örnekleri de vardır.

Örneğin Epiküros düşünme gücünün göğüste bu-lunduğunu, buraya yerleştiğini iddia etmektedir.

Empedokles’in Doğa Üzerine ve Arınmalar adlı iki kitap yazdığı bilinmektedir. Doğa filozofları-nın çoğunda rastladığımız bir durum Empedokles açısından da geçerlidir. Yazdığı eserler günümüze bütünlüklü bir şekilde aktarılamamıştır. Bununla birlikte, eserlerinden geniş bir bölümün fragmanlar halinde mevcut olması önemlidir. Empedokles’in felsefî düşüncesi bağlamında yazılanların hemen tamamı bu fragmanlara dayanmaktadır.

Empedokles’in Düşüncesinde Din ve Reenkarnasyon

Empedokles’in iki kitabı da sahip olduğu dinî inancın ifadeleri ile doludur. Arınmalar adlı ese-rinden günümüze kalan kısımlar onun Orphik ve Pythagorasçı düşüncelerin, bilhassa dinî/mistik bir mahiyete sahip reenkarnasyon (yeniden-doğuş) te-orisinin etkisinde kaldığını göstermektedir. Aynı eser, Pythagoras’a yönelik övücü ifadeleri de

içer-Reenkarnasyon teorisine göre, maddî dünyanın üzerinde ikinci ve daha yüksek bir ruhlar dünyası vardır. Ruhlar ölümsüzdür. Ruhların bir kısmı işle-dikleri günah nedeniyle kirlenmiş kabul edilmekte ve dünyaya sürgüne gönderilmektedir. Bunlar, bir bedene girerek, Empedokles’in deyişiyle etten ya-bancı gömleklere bürünerek, yaşamak zorundadır.

Sürgün boyunca çeşitli biçimlere giren ruhlar kimi zaman bitki, kimi zaman balık, kimi zaman hay-van, kimi zaman ise insan olmaktadır. Empedokles bitkiler arasında

Reenkarnasyonun ne kadar devam edeceği, yani bir ruhun kaç bedene girmesi gerektiği konusunda herhangi bir sınır çizilemez. Bu bütünüyle ruhun arınmadaki başarısına bağlıdır. Daha da önemlisi, ruhlar önceki yaşamlarında hangi bedenlere girdik-lerini ve başlarından neler geçtiğini, ne tür hayat-lar yaşadıkhayat-larını hatırlayamazhayat-lar. Fakat bunun iki istisnası vardır. Empedokles, büyük saygı duyduğu anlaşılan Pythagoras’ın ve bizzat kendisinin önceki yaşamlarını hatırladığını iddia etmektedir (Kranz, 2014, s. 111, 113).

Reenkarnasyon inancına sahip olan diğer gele-neklerde de gözlendiği üzere, Empedokles takipçi-lerinin bazı şeyleri yemesini yasaklamıştır. Örneğin fasulye, defne dalları ve hayvanlar yenilmesi yasak olan şeyler arasında yer almaktadır. Bunun gerek-çesi, yenilen şeyin reenkarnasyon sürecindeki baş-ka biri olma ihtimalidir. “Oğullarını yiyen baba-lar, annelerini yiyen çocuklar” (Kranz, 2014, 115) onun yeme alışkanlığındaki sınırsızlığı eleştirmek amacıyla verdiği örneklerdir. Kişi bilmeden kendi babasını, annesini, çocuğunu vs. yemek istemiyor-sa bu kısıtlamaya riayet etmelidir.

Ruhun sürgünü otuz bin yıl devam eder (Kranz, 2014, s. 110) ve ruhun kendini arındırması netice-sinde sona erer. Arınan ruhlar, Empedokles’e göre, tanrısallığa yükselirler. Diğer ölümsüzlerin sofra ar-kadaşı olan bu ruhlar artık acıdan ve kederden kur-Platon ve Aristoteles gibi filozoflar hariç

olmak üzere ilkçağ düşünürlerinin eserle-ri günümüze aktarılamamıştır. Kiminden birer ikişer cümle kiminden ise çok sayıda paragraf günümüzde mevcudiyetini ko-rumaktadır. İlkçağ filozoflarından kalan bu metinlere “fragman” adı verilmektedir.

Söz konusu filozofların genel düşüncesi hakkında fikir edinebilmek için fevkalade önemli olan bu parçalar Walther Kranz’ın Antik Felsefe adlı eserinde yer almaktadır.

Reenkarnasyon inancına pek çok kültürde rastlamak müm-kündür. Örneğin antik Mısır, Hint ve Çin medeniyetlerinde de reenkarnasyon inancı vardır.

dikkat

Empedokles’in baştan sona kötümser bir yaşam anlayışına sahip olmadığı, bir kurtuluş inancını da benimsediği anlaşılmaktadır.

Pythagorasçılığın Empedokles üzerinde yarat-tığı etki yalnızca reenkarnasyon ile sınırlı değildir.

Empedokles tıpkı Pythagoras gibi öğretilerini öğ-rencilerine bir gizlilik yemini dâhilinde aktarmak-tadır. Öğrencilerinden, susmalarını ve kendisinden öğrendiklerini yüreklerinde saklamalarını istemek-tedir (Kranz, 2014, s. 117).

Empedokles’in dinî düşünceleri bağlamında işaret edilebilecek bir diğer husus, onun Ksenop-hanes’inkine benzer bir Tanrı anlayışını benimsiyor gözüktüğüdür. Buna göre, Empedokles, tıpkı Kse-nophanes gibi antropomorfizme karşı çıkmaktadır.

Ksenophanes, insanların tanrıları kendilerine ben-zettiğini söylemekte ve bunu eleştirmektedir. Bu eleştirinin aslında monoteizme doğru atılmış önemli bir adım (Gökberk, 2016, s. 26) olduğu iddia edil-mektedir. Empedokles Tanrı’nın başının, ayakla-rının veya dizlerinin olmadığını, yalnızca kutlu ve anlatılmaz bir zekâsının bulunduğunu ve hızlı dü-şünceleriyle evreni dolaştığını söylemektedir (Kranz, 2014, s. 114). Bu bakımdan, onun da antropomor-fizme karşı olduğu pekâlâ iddia edilebilir.

Anaksagoras

Anaksagoras (MÖ 500 – 428) plüralist döne-min bir diğer temsilcisidir. O da kendisinden önce-ki doğa filozofları gibi arkhe sorunu üzerinde kafa yormuştur.

Anaksagoras evreni meydana getiren temel un-surun maddî niteliğe sahip olduğu hususunda diğer doğa filozoflarıyla fikir birliği içerisindedir. Fakat söz konusu unsurun temel niteliği ve bu nitelikler ile evrenin oluşumu arasında nasıl bir ilişki bulun-duğu mevzuunda benimsediği açıklama onlardan büyük oranda farklıdır.

Anaksagoras’ın Arkhe Anlayışı

Plüralist bir filozof olması itibariyle Anaksagoras’ın monist doğa konsepsiyonundan uzak durması anlaşılır bir durumdur. Bununla bir-likte, o, Empedokles’in arkhe hakkındaki kanaat-lerine de katılmamaktadır. Anaksagoras, evrenin, Empedokles’in iddia ettiği üzere, dört unsur (hava, ateş, toprak ve su) tarafından çeşitli oranlarda ka-rışmak suretiyle meydana getirildiğini düşünmez.

Ona göre, evreni oluşturan unsurların sayısı son-suzdur.

Anaksagoras evrenin maddî yapısını açıklamak üzere müracaat ettiği bu unsurlara sperma (tohum) adını vermektedir (Preus, 2015, s. 363). Sperma (çoğulu spermata) yaratılmamıştır, yok edilemez ve sahip olduğu temel nitelikler bakımından sonsuza dek aynı kalır (Weber, 2014, s. 41).

Hylozoist monizm anlayışına sahip filozoflar arkheye, dolayısıyla da maddeye, canlılık atfettik-leri için hareketi bizzat arkhenin kendisinden tü-retmekteydiler. Empedokles ise arkheyi teşkil eden Antropomorfizm “insanbiçimcilik” demektir.

İnsanî nitelikleri diğer canlılara atfetmek üzere kullanılan antropomorfizmin felsefe tarihinde-ki özel kullanımı Tanrı ya da tanrılara özgüdür.

Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, antro-pomorfizm Tanrı’yı veya tanrıları insan biçiminde düşünmek anlamına gelmektedir. Antik Yunan dinî düşüncesi antropomorfik öğeler ile doludur.

Örneğin tanrıların tıpkı insanlar gibi yalan söy-lediğine, hırsızlık yaptığına, birbirini aldattığına inanılmaktadır. Bu inanca göre, tanrıların da birer bedeni ve cinsiyeti vardır. O dönemden günümü-ze kalan tanrı/tanrıça heykelleri bu inancın en so-mut yansımasını teşkil etmektedir. İlkçağ filozof-larının, içinde yaşadıkları toplumun dinî inancını tamamen olmasa bile büyük oranda benimsedik-leri söylenebilir. Fakat antropomorfik düşünce-yi benimsemeyen ve bunu eleştiren filozoflar da vardır. Ksenophanes ve Empedokles bu filozoflar arasında yer almaktadır.

dikkat

Plüralist filozoflardan Empedokles’e göre, ark-henin sayısı belirlidir. Toprak, hava, ateş ve su sonlu/sınırlı arkheler olarak Empedokles’in varlık tasavvurunu şekillendirir. Anaxagoras ise sonsuz sayıdaki bir arkhe çokluğundan bahsetmektedir. Şu halde, monist filozoflar arkhenin birden fazla olduğu kanaatini pay-laşmakla birlikte sayısı konusunda ayrılmak-tadırlar.

dikkat

dört unsurun kendiliğinden hareket edemeyeceğini düşündüğü için monistlerden ayrılmaktaydı. Ona göre, evrendeki hareketi açıklamak için başvurul-ması gereken iki kuvvet vardı: Sevgi ve Nefret.

Anaksagoras arkhenin cansız olduğunu düşünmek-te ve onun kendi kendine harekedüşünmek-te geçemeyece-ğini kabul etmektedir. Arkhe cansız ise hareketin ve evrendeki değişimin kaynağı olamaz demektir.

Bu durumda, hareketi ve değişimi açıklamak için kuvvet ve zekâ sahibi bir unsura ihtiyaç duyulacak-tır. Anaksagoras cansız maddeyi harekete geçiren, kaosu kozmosa dönüştüren bu unsura Nous (Akıl) adını vermektedir.

Kozmosun Rasyonel İlkesi Olarak Nous

Anaksagoras Doğa Üzerine adlı eserinde, evrenin oluşumunu ayrıntılı bir şekilde tasvir etmektedir.

Buna göre, başlangıçta unsurların birbirine geçmiş halde bulunması dolayısıyla evren kaos durumun-dadır. Sonra bu unsurların bir araya gelmesiyle kaotik durumdan çıkıp kozmosa dönüşmüştür.

Anaksagoras evrenin kaostan kozmosa doğru gös-terdiği gelişimi kör ve kendiliğinden hareket eden güçlere atfetmenin imkânsız olduğu kanaatindedir (Von Aster, 2015, s. 82). Bir çamur parçasının ken-diliğinden heykele dönüşmesi, bir kaya parçasının kendiliğinden bir ev halini alması nasıl mümkün değilse, birbirine bütünüyle karışmış spermaların

Anaksagoras evrenin kaostan kozmosa doğru gös-terdiği gelişimi kör ve kendiliğinden hareket eden güçlere atfetmenin imkânsız olduğu kanaatindedir (Von Aster, 2015, s. 82). Bir çamur parçasının ken-diliğinden heykele dönüşmesi, bir kaya parçasının kendiliğinden bir ev halini alması nasıl mümkün değilse, birbirine bütünüyle karışmış spermaların