• Sonuç bulunamadı

1.2. Avrupa’da ve Osmanlı’da Milliyetçilik

1.2.2. Osmanlı’da Milliyetçilik

Avrupa imparatorluklarının milli devlete dönüşme yönelimlerinden çok sonra, 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin, hem içeride hem de dışarıda çok çetin

mücadeleler verdiği bilinmektedir19. Devletin hemen hemen her bölgesinden seslerin

yükseldiği ve gün geçtikçe sorunun büyüdüğü bir siyasal ortamda (Bora, 2003: 15) Osmanlı’da düşünce akımlarının ortak hedefi; devletin içinde bulunduğu duruma çözüm önerileri sunmak ve devletin dağılmasını engellemektir.

Osmanlı tarihi içinde çok kısa bir dönem olan İkinci Meşrutiyet (1908-1918), Abdülhamid’in uzun istibdat yönetiminin ardından (32 yıl) sosyal, siyasal ve kültürel yaşamı yeniden düzenleyen reformların gerçekleştirildiği bir dönüm noktası olarak bilinmektedir (Kayalı, 1998: 1-2). İkinci Meşrutiyet ve sonrası dönemde siyasal yaşamda etkin rol oynayan başlıca düşünce akımları; Osmanlıcılık, İslâmcılık ve

Türkçülük olarak sıralanabilir. Osmanlı’da görülen milliyetçilik akımlarının,

Avrupa’daki milliyetçi akımlardan farklı olduğunu düşünen Güvenç (1996: 32), bu milliyetçi akımların doğal gelişmediğini, Batı’nın ‘Doğu Sorunu’nu çözmeye, yani Osmanlı Devleti’ni yıkıp mirasını paylaşmaya yönelik sömürgecilik politikasının bir sonucu olarak değerlendirmektedir. Devletin dağılmasını önlemek için aydınlarının gösterdiği tüm çabalar, imparatorluğun sınırlarının hızla küçülmesine engel olamamıştır.

19. yüzyılın ilk yarısından itibaren Avrupa’da başlayan milliyetçilik akımıyla birlikte Osmanlı topraklarında da ayrılıkçı hareketler güçlenmeye başlamıştır. Osmanlıcılık siyaseti, halkta devlet yurtseverliği yaratarak, ayrılıkçı eğilimleri kontrol altına

19 Temmuz 1908 olayları, Avrupa’da Bulgaristan’ın bağımsızlık ilan etmesine, Girit’in Yunanistan’la

birleşmesine, Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak etmesine yol açmıştır. Dört yıl içinde Osmanlı hükümeti Trablusgarp’ı ve Ege Denizi’ndeki On İki Ada’yı İtalya’ya bırakmış, İstanbul’un Rumeli hinterlandı hariç Avrupa’daki tüm egemenlik alanlarını da Balkan devletlerine terk etmiştir. Suriye, Arnavutluk ve Arabistan’da isyanlarla karşı karşıya kalmıştır (Şahin, 2010: 155).

almayı hedeflemektedir20

(Kayalı, 1998: 232). Karpat (2009: 66), Osmanlıcılık siyasetini; Islahat Fermanı (1856) ile hayata geçen, tüm Osmanlı vatandaşlarının din, dil, mezhep ayrılıklarında kaybolmalarına izin vermeden bütün farklılıkları tek bir kimlik altında toplamayı hedefleyen bir siyaset olarak tanımlamaktadır. 1864 tarihinde Vatandaşlık Kanunu (Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi); bireyi; Sultan’a karşı sorumluluktan, vatandaşlık temelinde devlete karşı sorumlu ilan etmektedir (Erdoğdu, 2008: 31). Sultan İkinci Mahmut’un: “Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim…” (Akçura 2007: 222; Karpat, 2009: 22–23) sözü; Osmanlıcılık siyasetinin, devletin en üst düzeyinde de benimsendiğinin göstergesidir. Osmanlılık düşüncesi, farklı milletleri -özellikle Amerika örnek alınarak- yeni bir milliyet bilinci ile bir arada tutmayı hedeflemektedir. Akçura’ya (2007: 221-222) göre; Osmanlıcılık siyasetindeki tek amaç, zayıflayan ve toprak kaybeden Devlet’in (Devlet-i Aliye-i Osmaniye), sınırlarını muhafaza etmektir.

Çıkarılan kanunlarla21, vatandaşı hukuk, devleti de vatandaş nezdinde eşitlemeyi

amaç edinen Osmanlıcılık siyaseti, uzun vadede sürdürülebilir bir politika olmamıştır. Söz konusu eşitliğin ne gayri-müslim ne de Müslüman halk nezdinde bir karşılığının olmadığını söyleyen Kayalı (1998: 232), her iki grubun da Osmanlıcılık siyasetiyle sorunlar yaşadığını söylemektedir. Gayri-müslimler Osmanlıcılık siyasetini, kendilerini devlete daha çok bağlayacak bir politika olarak görürken; Müslüman tebaa, siyasal arenadaki psikolojik üstünlüklerinin tehlikeye gireceğine inanmaktadır. Hem gayri-müslim hem de Müslüman halkların Osmanlıcılık politikasını benimsememeleri sebebiyle çember biraz daha daraltılmıştır. Soy farkına bakmaksızın dindeki ortaklıktan faydalanmak ve padişahın halifeliği avantajından

20

Osmanlı Devleti, Hristiyan toplulukların ayrılıkçı hareketlerine son vermek için, bütün devlet kurumlarında Avrupa’yı model alan yeni düzenlemeler yapmaya karar verir. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı bu düşüncenin ürünüdür. Kişisel haklar ve vatandaşlık hukuku açısından eşitlik getirmeyi amaçlayan bu ferman, Müslüman halk tarafından tepkiyle karşılanır. Batılı devletler ise Hristiyanlara tanınan hakları yetersiz bulup, bu hakları genişletmek için Osmanlı Devleti üzerindeki baskılarını artırırlarar. 1856’daki Islahat Fermanı ile gayrimüslimlere yeni haklar verilip devletin her kademesinde görev almaları sağlanmıştır (Şahin, 2010: 150).

21 1869 yılında çıkarılan Tabiiyet Kanunu ile Osmanlı tebaası, artık Osmanlı yurttaşları olarak kabul

yararlanmak suretiyle Osmanlı’da birliğin sağlanması düşüncesi çalışmaları başlamıştır.

Osmanlı coğrafyasında bulunan onlarca farklı milletin, sadece Osmanlıcılık siyasetiyle bir arada tutulamayacağını düşünen, Osmanlı şairleri ve siyasetçilerinden oluşan bir grup aydın, Osmanlı Devleti’ni bir blok halinde muhafaza etmek ve devletin bütünlüğünü sürdürmek için dinin birleştirici gücünden faydalanmak istemişler ve İslamcılık fikrini ortaya atmışlardır. Akçura (2007: 223-224), bu aydınların, Avrupa’da din reformu yaparak büyük bir yankı uyandıran Martin Luther’i örnek aldıklarını söylemektedir.

Tunaya (2007: 1), İslamcılık siyasetinin, İkinci Meşrutiyet döneminde sıkça tartışılan siyasal ve ideolojik akımlar (Garpçılık, Türkçülük, Adem-i merkeziyetçilik, sosyalizm vd.) arasında, dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olan Osmanlı’yı

toparlayacak en güçlü formül olduğunu yazmaktadır22. Kayalı (1998: 34)

Abdülhamid’in İslamcılık anlayışının aslında İslam’ın ideolojik kavramlarıyla donatılmış tam bir Osmanlıcılık olduğunu, gerçekte İslamcılık siyaseti adı altında Osmanlıcılık yapılmaya devam edildiğini söylemektedir. Ziya Gökalp bu durumu eleştirmektedir. Gökalp (1976: 95), devletin geniş coğrafyaya yayılmış olması ve onlarca milleti bir çatı altında barındırmasının, Osmanlı’ya sağlayacağı yararların aydınlar tarafından anlaşılamadığını, İslamcılık siyasetinin Osmanlı’ya sağladığı gücün gerçek anlamda fark edilemediğini ve Osmanlı açısından büyük bir fırsatın kaçırıldığını söylemektedir.

Avrupa’da yükselen milliyetçilik dalgası da halkları İslamcılık siyasetiyle bir arada tutmaya yetmemiş, gün geçtikçe gücü zayıflayan devlet, İslamcılık siyasetiyle de beklenen toparlanmayı sağlayamamıştır. Belge, İslamcılık siyasetinin Osmanlı açısından bir çare olmadığını şöyle açıklamaktadır:

Çünkü İslam dağılan devleti tutamadı, tutamadığı kanıtlandı. Önce başta Arnavutlar olmak üzere Balkan Savaşı’nda görüldü bu. Ortodoks ve Katolik, yani Hristiyan olan Arnavutlarla birlikte, ‘biz Müslüman olsak da Osmanlı değiliz, Arnavut’uz’ dediler. Aynı şekilde

22 Tunaya (2007: 1) İslamcılık siyasetinin köklü bir İslam geleneğine dayandığını, Kur’an esasları

üzerine yükselmiş olan bu medeniyetin, yüzyıllar boyunca kıtalara hükmetmiş, derin bir felsefi alt yapıya sahip olduğunun altını çizmektedir.

Boşnaklar da Müslümandı, ama Avusturya idaresine sessiz sedasız girdiler, bir dertleri olmadı, ama şimdi, Bosna kepazeliğinden sonra, daha çok üzüntü duymuş olabilirler. Sırplar onlardan daha çok tepki gösterdiler. Yani orada da İslamiyet bir ağırlık koymadı. Panislamizm’in güçlü bir cereyan olması mümkün değildi… (Belge, 2006: 46).

İslam’ın menfaati yani İslamcılık siyasetinin Osmanlı Devleti’nin menfaatine tamamen uymadığını söyleyen Akçura (2007: 230), İslamcılık düşüncesinin, Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimlerin varlığını ‘tehdit’ olarak gördüğünü hatırlatmaktadır. Akçura, bunun sonucu olarak da farklı millet ve dinden milyonlarca

insanı aynı çatı altında bir araya getirmeyi başaran Osmanlı’da başka türden23

çatlakların görülmeye başlanacağını konusunda uyarıda bulunmaktadır.

Tunaya (2007: 62), İslamcılık siyasetini savunan aydınların, özellikle Balkan savaşları ve Rumeli’nin kaybı üzerine, Hristiyan Avrupa’ya karşı daha keskin tavır aldıklarını; bu aydınlar arasındaki Hristiyan düşmanlığının İslamcılık siyasetini, Türkçülük siyasetine yaklaştırdığını söyler24. İslamcılık siyasetini savunan aydınlar daha sonra özellikle Gökalp’in etkisiyle Türkçülük siyasetine daha da yaklaşacaklardır.

Güçlü Osmanlıcılık ve hatları netleşmemiş olan İslamcılık siyasetinden sonra, Osmanlı aydınları, Türkçülük fikri etrafında toplanmışlardır. Georgeon’a (1935: 42) göre, Osmanlı idarecilerinin, bütün halkları bir arada tutarak çözülme buhranının önünün alınabileceğine olan inançları, Türkçülük siyasetinin gecikmesine sebep

olmuştur25. İslamcılık siyasetinin sonuç vermemesi üzerine, Osmanlı Devleti’nin

sınırları içindeki Arnavut, Arap, Kürt, vd. alt kimliklerinin seslerinin duyulmaya başlamasıyla beraber Türkleri bir arada tutmanın önemine inanan aydınların Türkçülük görüşü ağırlık kazanmıştır (Ünal, 2008: 69). Bu çerçevede Georgeon

23 Gayrimüslimlerin ayaklanmaları buna örnek olarak gösterilebilir.

24

İslamcılık siyasetinde kavmiyetçiliğin yeri olmadığını, her ne şartla olursa olsun İslamcılık ile milliyetçiliğin yan yana gelemeyeceğini savunanlar ve Türkçülük siyasetini benimseyemeyenler de olmuştur (Tunaya, 2007: 69-76).

25 Yusuf Akçura’nın 1904 tarihinde Üç Tarz-ı Siyaset’ makalesinde ortaya koyduğu Türkçülük

siyaseti, gerçekte birçok çevreyi rahatsız etmiştir. Buna ilk karşı çıkanlar, siyasal hâkimiyetlerinin hukuken ve fiilen bitecek olmasından rahatsız olan siyasi elitler olmuştur. Osmanlı topraklarında yaşayan Müslümanlar da, Türkçülük siyasetinden memnun değillerdir. Çünkü bu yeni siyaset, vatandaşlar arasında din üzerinde bir ayrımcılığı öngörmemekte, Müslüman ve gayrimüslimlerin hukuk önünde eşit olduğunu ilan etmektedir (Akçura, 2007: 232).

(1935: 113), Türkçülük siyasetini ‘Osmanlı toplumunun temellerinin yıkılmakta olduğu bir sırada Türklerin umudunu canlandıran’ ve böylece toplumun kendisine olan güvenini ayakta tutan yeni bir siyasi hareket olarak değerlendirmektedir.

Türkçülük düşüncesinin gelişmesinde Akçura26

ve Gökalp’in hem siyasi hem de edebi çalışmaları oldukça önem arz etmektedir. Akçura, Mısır’da yayımlanan Türk gazetesine yolladığı Üç Tarz-ı Siyaset denemesinde, bilinen Osmanlıcılık ve

İslamcılık düşüncesine ek olarak yeni bir siyaseti, ‘Türkçülük’ siyasetini öneriyordu

(Güvenç, 1996: 31). Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset’te Türk milliyetçiliğinin İslamiyet’ten

çok daha üstün bir ilke haline geldiğini ortaya koyarken27

; Gökalp (1996: 12-14, 60- 68), ‘Millet mefkûresi, devlet mefkûresi ve ümmet mefkûresi’ kavramlarıyla, Türkçülük siyasetinin, Osmanlılığın ve İslâmiyet’in karşıtı değil, bilakis en büyük destekçisi olduğunu söyleyerek, Müslüman Osmanlı halkına, Türkçülük siyasetini anlatmaktadır.

Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın yazıları çerçevesinde şekillenen Türkçülük düşüncesi, Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Türkleri milli değerler etrafında bir araya getirerek dağılmayı önlemeyi amaç edinmiştir. Türkçülük düşüncesi, diğer akımlara oranla daha geç ortaya çıkmasına karşılık Milli Mücadelenin başarıya ulaştırılması ve Cumhuriyetin örgütlenmesinde etkin rol oynamıştır. Osmanlı topraklarındaki bütün Türkleri tek bayrak altında birleştirmeyi amaç edinen bu düşünce, Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik yapısının oluşmasında etkili olmuştur.