• Sonuç bulunamadı

3. NAMIK KEMAL’İN DEVLET FELSEFESİ VE ROUSSEAU ETKİSİ

3.1. Namık Kemal’in İnsan Tasavvuru

Namık Kemal’in devlet teorisinde toplumun oluşumu hakkındaki düşüncelerine geçmeden önce insanı toplumsallaşma sürecinde nasıl konumlandırdığına yer vermek gerekmektedir. Ancak düşünürün sözleşme kuramı etrafındaki fikirlerini oluştururken Rousseau’nun felsefesinde olduğu gibi ayrıntılı bir doğa durumu tasavvuru bulunmadığını ifade etmeliyiz. İnsanın hür ve iradeli varlık olduğunu teorisinin temel noktalarından birisi halinde ifade eden düşünürümüz hürriyet kavramıyla bağlantılı olarak insanı toplum durumu öncesinde tanımlamaya çalışır.

Namık Kemal’e göre insan varlığı yalnızca tek bir cemiyetten teşekkül olsaydı, o cemiyetin fertleri arasında hukuk keyfi olabilirdi. Ancak insanlar sosyal ve siyasal bir düzen içinde bulunması sebebiyle her insanın hukuku diğeriyle sınırlı (mahdut) olmak zorundadır.277 Ancak insanın cemiyet öncesi eğilimlerini bakarsak, insan bir diğer insanın özgürlüğünü her zaman yok sayma eğilimindedir. İnsan saldırma eğilimini daha çok ön plana çıkarır: “İşte âlemde muahitlerin ve onların ahkâmına riayet ettirmekle mükellef olan asbab-ı satvetin (ezici, sindirici sebebler) vücudunu icap eyleyen madde dahi insanda münferiden hükmünü icra eyleyen meyelan-i tecâvüzün bu mecmularda müçtemian gösterdiği istidadıdır.”278 İnsanın bir başkasının hürriyetini görmezden gelerek “saldırma düşkünlüğünde” olmasının zararlarından sakınma isteği aslında siyasal organizasyona meşruluk kazandıran şeydir: “Dünyada kanunların ve onların ahkâmına riayet etmekle mükellef bulunan hükümetlerin zuhuruna hak veren sebep efrâdın o hadd-i hürriyetten tecavüze gösterdiği inhimâktır (düşkünlük).” Görüldüğü üzere Namık Kemal’in devlet felsefesinde Rousseau’nun teorisinde olduğu gibi toplum öncesi insanlığın durumuna ayrıntılı olarak yer verilmemiştir. Sadece insanın barışçıl olmayıp, saldırı eğiliminin daha çok ön plana çıktığına değinilmiştir. Namık Kemal, insanların birbirlerine zarar

277 N. Kemal, Hukuk-ı Umumiye, Namık Kemal ve İbret Gazetesi, M. Nihat Özön, Yapı Kredi Yay. İstanbul 1997 s.

102.

verme eğiliminde olduklarını, onları hemcinslerinin saldırılarından koruyacak gücün, sadece insanların meydana getirdikleri bir birliktelikte sağlanabileceği fikrinden hareket eder.279

Politik bir düzen oluşturmanın gerekliliği amacıyla Namık Kemal devlet teorisini kurgularken toplumun en önemli parçası sayılan bireyin nasıl bir varlık olarak görmektedir? Öncelikli olarak insanın nasıl bir varlık olduğunu tanımlarken, onun yaratılmış ve tabiatın insanın ihtiyaçları için düzenlenmiş olduğunu söylemektedir:

“İnsan, şu küre-i zemin dediğimiz vücûd-i mütehârrikin ruhudur denilebilir. Zira ki kîşrın haricinde her ne hareket görülüyorsa hep onun sayesinde zuhûr ediyor, tabiatın fevkinde ne eser müşâhede olunuyorsa hep onun himmetiyle hâsıl oluyor. Kudretin kemaliyle iman ile secdeber-i hayret ubûdiyet olan odur; meşîyetin adil ve ihsanını idrak ile kanun-i ezelîyi hariçte izhar etmeye çalışan odur; nefsinin maddiyât ile süfliyâttan itilâsını keşif ile ef’âlinde deniyât- i alâikten teberrî ile zevahirine kıyas kabul etmeyecek surette ruhani ve tecridi bir azâmet göstermeye –velev nadiren olsun- muvaffakiyet hâsıl eden odur.”280 Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta düşünürümüzün Rousseau’nun teorisinde doğa durumunda anlattığı insan varlığından farklı biçimde algıladığıdır. Rousseau’nun doğa durumunda toplumsal düzene geçmeden önce bahsolunan içgüdüsel, yalıtılmış, doğayla uyum içinde yaşayan insan tasavvurundan oldukça farklıdır. Namık Kemal insanın tabiatını, klasik İslami düşüncesi çerçevesinde algılamıştır diyebiliriz.

İnsanın sahip olduğu bir diğer özelliğiyle kendini her zaman müspet bir konumda tutabilir. Bu özelliği akledebilir bir varlık oluşudur: “Dikkatle bakılırsa bu kâr-gâh-ı kudretin her zerresi bir cihan-i hikmet, her lahzası bir devri ibrettir. Akıl her gördüğünden müstefîd olabilir, her işittiğinde bir hisse-i marifet bulabilir; hatta allâme-i riyazi meşhur Newton mahsûlât-ı maârifin en mû’cizlerinden olan kuvve-i cazibe kanunlarını bir elmanın sukûtundan ibretbin olarak keşfeylemiştir. Her hissemend-i ibret olmaya çalışanlardır ki zor-i bâzu-yi irfan ile tabiatın ebvâb-ı serâirini sökerek saadet seray-i medeniyeti tezyin etmekte olan bu kadar cevâhir-i kemâlâtı, insaniyetin daman-i istifadesine isar etmişlerdir.”281 İnsan akletmesiyle diğer varlıklardan üstündür. Bu üstünlüğü sayesinde insan, bulunduğu noktadan ileriye gitmek zorundadır. Rousseau’nun, insanın yetkinleşme özelliği sayesinde doğal duruma dönülemeyeceği görüşüne Namık Kemal’in düşüncelerinde de rastlayabiliriz. Döneminin

279 Ş. Mardin, a.g.e, s. 322.

280 N. Kemal, “Nüfus” Namık Kemal ve İbret Gazetesi, M. Nihat Özön, Yapı Kredi Yay. İstanbul 1997, s. 72. 281 N. Kemal “İbret” , Namık Kemal ve İbret Gazetesi, M. Nihat Özön, Yapı Kredi Yay. İstanbul 1997, s. 54.

şartlarında pratize şekilde ifade ettiği terakkiye olan inancının kendisini bu yönde etkilediğini düşünebiliriz:

“(İnsan) Rûy-i zemini bu kadar masnuât-i nazar-rübâ ile tezyin eyliyor; tabiat-i külliye- yi irade-i cüziyyesine hâdim ederek bunca bedâyi-i kemâlâtı o meydana çıkarıyor; eyyâm-ı zulüm ateşinden, leyâl-i zulmet dumanından kurtarmaya o çalışıyor; deryayı sahra gibi her tarafında gezilir, havayı derya gibi içinde yüzülür bir hale o getiriyor; tabiatle pençeleşerek bu kadar cevâhir-i servet-i sine-i hırsından o koparıp meydana döküyor; ecelle güleşerek bunca emraz ve devhinin vücudunu o defediyor; buhar gibi en sakil ecsâmı , en kuvvetli mâadini berkeşte ve perişan etmek şanından olan bir dahiyeyi hizmetkârlıkta ve berk gibi dünyayı yakıp yıkmak lavâzımından bulunan bir beliyeyi tatlıkta o istihdam eyliyor; vûhuş ona munis oluyor; tuyûr onun itaatinde duruyor; o isterse şecerlerin semerâtı bir başka şekle bir başka hale giriyor; o murat ederse hacerler hasiyetini değiştiriyor.” 282 Namık Kemal insanın gözlem yeteneği ve aklı sayesinde tabiatı değiştirme özelliğine dikkat çekmektedir. Tabiatı insan için yaşanılır hale getiren yine kendisidir. Maddeye şekil vermede ve fiziki çevreyi her türlü imkânlarıyla hazır duruma getirmesi yine insanın çalışması ve yeteneği sayesindedir.

“Bundan başka insanın say ve fikir ile dünyada izhar ettiği bunca bedâyi öyle bir parça ekmek yemek ve topraklarda yuvarlanıp uyumak için yaratılmış bir mahluk olmadığına burhan-ı kafidir. Binaenaleyh medeniyeti zaid görmek insanın halkında kudret-i fâtıraya abes gibi bir nakısa isnat etmek kabilinden addolunur.”283 İnsanın çalışma ve aklı sayesinde meydana getirdiği bunca güzellikler yalnızca insanın ibtidai durumundan çıkması için yeterli derecede açık bir kanıttır. İnsan tarihsel süreçte bir şekilde ilerleyecektir. Bu sebeple medeniyeti insan için sonradan ortaya çıkmış bir hadise gibi algılamak insanın fıtrî yapısına da ters düşmektedir.