• Sonuç bulunamadı

Muhkem: Lügatte, sağlam ve korunaklı anlamında olup ism-i mef’ûl siğâsındadır.294 Istılâhta ise kendisinden ne kastedildiği tam

olarak anlaşılan, tebdîl ve tağyîrden uzak; yani tahsîs, te’vîl ve nesh ihtimali bulunmayan sağlam söz demektir.295 Bir usûl terimi olarak muhkem, manası kolaylıkla anlaşılan, harici bir tefsire ihtiyaç

duymayan ve tek manası olan âyetlerdir.296 Genellikle namaz, oruç,

hac zekât gibi ibadetlerle ilgili âyetler ile helâl ve harâma dayalı

291 Kasas: 28/40. 292 Zümer: 39/67.

293 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, thk., Muhammed Abdurrahmân el-Mar’aşlî, IV, 178. 294 Tehânevî, II, 1489.

295 Bkz. Cürcânî, s. 288; Erdoğan, 324.

296 Zerkeşî, II, 68-69; Suyûtî, el-İtkân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, III, 3-4; Zürkânî, II, 592-593;

Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, s. 128; Duman, s. 68; Mesut Okumuş, “Ulûmu’l-Kur’ân (Kur’ân İlimleri), Tefsîr El Kitabı, s. 340.

Beydâvî tefsîri’nde bir başka nazîre örneği de “ ُهَدﻮُﻨُﺟ َو ُهﺎَﻧْﺬَﺧَﺎَﻓ ْﻢُھﺎَﻧْﺬَﺒَﻨَﻓ ﻰِﻓ ِّﻢَﯿْﻟا ْﺮُﻈْﻧﺎَﻓ َﻒْﯿَﻛ َنﺎَﻛ ُﺔَﺒِﻗﺎَﻋ

َﻦﯿ ٖﻤِﻟﺎﱠﻈﻟا Biz de onu ve askerlerini yakaladık

ve onları denize attık (Orada boğuldular). Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bak!”291 âyeti ile “ َم ْﻮَﯾ ُﮫُﺘَﻀْﺒَﻗﺎًﻌﯿ ٖﻤَﺟ ُض ْرَ ْﻻا َو ٖه ِرْﺪَﻗ ﱠﻖَﺣ َﱣ� او ُرَﺪَﻗﺎَﻣ َو

ِﺔَﻤٰﯿِﻘْﻟا Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde

bütünüyle O’nun (kudret) elindedir”291F

292 âyeti arasındadır.

Müfessir ilk âyette, Allah Teâlâ’nın yakalamasının şiddetli ve çetin olduğuna, vurgu yapıldığını söylemiştir. Burada yüce Allah deyim yerindeyse, sayılarının çokluğuna rağmen Firavun ve ordusunu kudret avucuyla kavrayıp denize fırlatmıştır.293 Diğer

âyette kıyamet gününde, yeryüzünün genişliğine rağmen bütünüyle Allah’ın kabzasında olacağı O’nun (kudret) elinin altında bulunacağı bildirilmiştir. İki âyet de mana açısından birbirine benzemektedir.

1.11. MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH 1.11.1. Muhkem

Muhkem: Lügatte, sağlam ve korunaklı anlamında olup ism-i mef’ûl siğâsındadır.294 Istılâhta ise kendisinden ne kastedildiği tam

olarak anlaşılan, tebdîl ve tağyîrden uzak; yani tahsîs, te’vîl ve nesh ihtimali bulunmayan sağlam söz demektir.295 Bir usûl terimi olarak muhkem, manası kolaylıkla anlaşılan, harici bir tefsire ihtiyaç

duymayan ve tek manası olan âyetlerdir.296 Genellikle namaz, oruç,

hac zekât gibi ibadetlerle ilgili âyetler ile helâl ve harâma dayalı

291 Kasas: 28/40. 292 Zümer: 39/67.

293 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, thk., Muhammed Abdurrahmân el-Mar’aşlî, IV, 178. 294 Tehânevî, II, 1489.

295 Bkz. Cürcânî, s. 288; Erdoğan, 324.

296 Zerkeşî, II, 68-69; Suyûtî, el-İtkân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, III, 3-4; Zürkânî, II, 592-593;

Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, s. 128; Duman, s. 68; Mesut Okumuş, “Ulûmu’l-Kur’ân (Kur’ân İlimleri), Tefsîr El Kitabı, s. 340.

hükümleri içeren ve peygamber kıssalarının anlatıldığı âyetler muhkemdir.297

1.11.2. Müteşâbih

Müteşâbih: Lügatte, zihnen birbirinden ayırtedilmesi zor olan iki şeyden birinin, diğerine benzemesi manasında, ism-i fâildir.298

Istılâhî bir terim olarak müteşâbih ise birçok manaya ihtimali olan ve bu manalardan birinin tayin edilebilmesi için harici bir delile ihtiyaç duyulan âyetlerdir.299

Kur’ân âyetlerinin muhkem ve müteşâbih olması açısından üzerinde durulması gereken üç âyet bulunmaktadır. Bu âyetlerin birine göre Kur’ân’ın tamamı muhkem, diğerine göre tamamı müteşâbih, üçüncüye göre ise bir kısmı muhkem, geri kalanı da müteşâbihtir. İlk bakışta aralarında işkâl olduğu hissi uyandıran bu âyetlerin manası üzerinde iyice düşünüldüğünde, aslında mana bakımından aralarında hiçbir çelişkinin olmadığı görülecektir. Söz konusu âyetler şunlardır:

Kur’ân’ın tamamının muhkem olduğuyla ilgili âyet: “ ٌبﺎَﺘِﻛﺮَﻟا ْﺖَﻤِﻜْﺣُا ُﮫُﺗﺎَﯾٰا ﱠﻢُﺛ ْﺖَﻠ ِّﺼُﻓ ْﻦِﻣ ْنُﺪَﻟ ٍﻢﯿ ٖﻜَﺣ

ٍﺮﯿٖﺒَﺧ Elif Lâm Râ. Bu Kur’an; âyetleri, hüküm

ve hikmet sahibi (bulunan ve her şeyden) hakkıyla haberdar olan Allah tarafından, muhkem kılınmıştır.”299F

300

Bu âyetteki muhkem lafzı, Kur’ân’ın her yönüyle sağlam, korunmuş, bozulmaktan uzak ve sonsuz hikmetler içeren mükemmel bir kitap olması manasındadır.301 Beydâvî’ye göre âyette

297 Çetin, 278. 298 Tehânevî, II, 1437.

299 Zerkeşî, II, 69-71; Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, s. 128; Mesut Okumuş, “Ulûmu’l-Kur’ân (Kur’ân

İlimleri), Tefsîr El Kitabı, s. 341.

300 Hûd: 11/1.

102

geçen ُﮫُﺗﺎَﯾٰا ْﺖَﻤِﻜْﺣُا tabiri, Kur’ân’ın lafızları ve manasının bozulmaktan korunmuş ve sağlam olduğu anlamına gelmektedir.301F

302

Kur’ân’ın tamamının müteşâbih olduğuyla ilgili âyet: “ َل ﱠﺰَﻧ ُﱣ َ� َﻦَﺴْﺣَا

ِﺚﯾ ٖﺪَﺤْﻟا ﺎًﺑﺎَﺘِﻛ ﺎًﮭِﺑﺎَﺸَﺘُﻣ

َﻰِﻧﺎَﺜَﻣ Allah, sözün en güzelini (Kur’ân’ı), müteşâbih

ve tekrarlanan bir kitap olarak indirmiştir.”302F

303

Bu âyette geçen müteşâbih lafzı da Kur’ân’ın bütün âyetlerinin doğruluk, güzellik, fesâhât ve belâgat bakımından birbirine benzer, uyumlu ve yekdiğerini tasdik edici olması anlamındadır.304 Müfessir

Beydâvî de ﺎًﮭِﺑﺎَﺸَﺘُﻣ ﺎًﺑﺎَﺘِﻛ ifadelerini, “lafızları fesâhat ve belâgatta; manaları da doğrulukta birbirine benzeyen kitap”, şeklinde açıklamıştır.304F

305

Kur’ân’ın bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşâbih olduğuyla ilgili âyet:

“ ٌتﺎَﮭِﺑﺎَﺸَﺘُﻣ ُﺮَﺧُا َو ِبﺎَﺘِﻜْﻟا ﱡمُا ﱠﻦُھ ٌتﺎَﻤَﻜْﺤُﻣ ٌتﺎَﯾٰا ُﮫْﻨِﻣ َبﺎَﺘِﻜْﻟا َﻚْﯿَﻠَﻋ َل َﺰْﻧَاى ٖﺬﱠﻟا َﻮُھ O,

sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir.”305F

306

Bu âyette ise muhkem ve müteşâbih kavramları, önceki âyetlerde olduğu gibi sözlük anlamlarıyla değil, ıstılâhî anlamlarıyla kullanılmışlardır. Buna göre muhkem âyetler, Kur’an’ın esasını oluşturan ve te’vil edilemeyen âyetlerdir. Müteşâbihler ise muhkem âyetlere paralel olarak anlaşılması gereken ve te’vil edilmeye elverişli olan âyetlerdir. Ancak müteşâbih âyetlerin te’vili konusunda âlimler arasında iki görüş bulunmaktadır. Evzâî, Süfyân- ı Sevrî, imâm Mâlik ve imâm Şâfiî’yle birlikte muhaddisler ve Selefiyye’nin çoğunluğu te’vili reddetmiş; Hasan-ı Basrî’den

302 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, thk., Muhammed Abdurrahmân el-Mar’aşlî, II, 6. 303 Zümer: 39/23.

304 Bkz. Zürkânî, II, 591-592; Ez-Zerkeşî II, 70; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 129; Çetin, 278. 305 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, thk., Muhammed Abdurrahmân el-Mar’aşlî, V, 41. 306 Âli İmrân: 3/7.

geçen ُﮫُﺗﺎَﯾٰا ْﺖَﻤِﻜْﺣُا tabiri, Kur’ân’ın lafızları ve manasının bozulmaktan korunmuş ve sağlam olduğu anlamına gelmektedir.301F

302

Kur’ân’ın tamamının müteşâbih olduğuyla ilgili âyet: “ َل ﱠﺰَﻧ ُﱣ َ� َﻦَﺴْﺣَا

ِﺚﯾ ٖﺪَﺤْﻟا ﺎًﺑﺎَﺘِﻛ ﺎًﮭِﺑﺎَﺸَﺘُﻣ

َﻰِﻧﺎَﺜَﻣ Allah, sözün en güzelini (Kur’ân’ı), müteşâbih

ve tekrarlanan bir kitap olarak indirmiştir.”302F

303

Bu âyette geçen müteşâbih lafzı da Kur’ân’ın bütün âyetlerinin doğruluk, güzellik, fesâhât ve belâgat bakımından birbirine benzer, uyumlu ve yekdiğerini tasdik edici olması anlamındadır.304 Müfessir

Beydâvî de ﺎًﮭِﺑﺎَﺸَﺘُﻣ ﺎًﺑﺎَﺘِﻛ ifadelerini, “lafızları fesâhat ve belâgatta; manaları da doğrulukta birbirine benzeyen kitap”, şeklinde açıklamıştır.304F

305

Kur’ân’ın bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşâbih olduğuyla ilgili âyet:

“ ٌتﺎَﮭِﺑﺎَﺸَﺘُﻣ ُﺮَﺧُا َو ِبﺎَﺘِﻜْﻟا ﱡمُا ﱠﻦُھ ٌتﺎَﻤَﻜْﺤُﻣ ٌتﺎَﯾٰا ُﮫْﻨِﻣ َبﺎَﺘِﻜْﻟا َﻚْﯿَﻠَﻋ َل َﺰْﻧَاى ٖﺬﱠﻟا َﻮُھ O,

sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir.”305F

306

Bu âyette ise muhkem ve müteşâbih kavramları, önceki âyetlerde olduğu gibi sözlük anlamlarıyla değil, ıstılâhî anlamlarıyla kullanılmışlardır. Buna göre muhkem âyetler, Kur’an’ın esasını oluşturan ve te’vil edilemeyen âyetlerdir. Müteşâbihler ise muhkem âyetlere paralel olarak anlaşılması gereken ve te’vil edilmeye elverişli olan âyetlerdir. Ancak müteşâbih âyetlerin te’vili konusunda âlimler arasında iki görüş bulunmaktadır. Evzâî, Süfyân- ı Sevrî, imâm Mâlik ve imâm Şâfiî’yle birlikte muhaddisler ve Selefiyye’nin çoğunluğu te’vili reddetmiş; Hasan-ı Basrî’den

302 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, thk., Muhammed Abdurrahmân el-Mar’aşlî, II, 6. 303 Zümer: 39/23.

304 Bkz. Zürkânî, II, 591-592; Ez-Zerkeşî II, 70; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 129; Çetin, 278. 305 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, thk., Muhammed Abdurrahmân el-Mar’aşlî, V, 41. 306 Âli İmrân: 3/7.

itibaren mütekaddim bazı âlimler, kelâmcıların ekserisi ve müteahhir âlimler, mânaları sadece Allah Teâlâ’ya has olanları hariç tutarak, müteşâbihlerin belli usul ve kurallar çerçevesinde te’vil edilebileceğini kabul etmiştir.

Ancak Kur’ân’daki müteşâbih âyetlerin hangileri olduğu konusunda da ihtilaf bulunmaktadır. Çoğunluğa göre hurûf-ı mukatta’â âyetleri; anlamında kapalılık olan; birden fazla mana ihtimali bulunan; kader, kaza ve gayb âlemiyle ilgili olan; rûh, melek, arş, kalem, sûr, sâat, dâbbetü’l-arz, kürsî ve levh-i mahfûz gibi duyu ve akıl yoluyla bilinemeyen hususlar ve manalarını ancak dinde uzman kişilerin bilebileceği kevnî âyetler, müteşâbihlerden sayılır. 307

Beydâvî ise Âli İmrân sûresi 7. âyetteki muhkem ve müteşâbih kavramları hakkında şöyle demektedir: “Muhkemât, ibaresi kapalılıktan ve farklı anlamlara gelme ihtimallerinden korunmuş âyetler; müteşâbihât ise zâhir manaya muhalefetten veya kapalılıktan dolayı ibaresi tam anlaşılamayan ya da farklı anlamlara gelme ihtimali bulunan âyetlerdir. Müteşâbih âyetlerin anlamı ancak derin ve hassas araştırmalar sonucu ortaya çıkabilir. Böylelikle âlimlerin bu âyetlere karşı hırsları, çalışmaları ve tefekkürleri artar ve faziletleri ortaya çıkar. Ona göre müteşâbihât’ın manası Allâh Teâlâ’nın dışında, ilimde derinleşmiş uzman kişilerce de bilinebilir. Beydâvî âyette geçen ( ﱠﻻِا ُﮫَﻠﯾ ٖوْﺎَﺗ ُﻢَﻠْﻌَﯾﺎَﻣ َو

ُﱣ� َنﻮُﺨِﺳا ﱠﺮﻟا َو ﻰِﻓ ِﻢْﻠِﻌْﻟا َنﻮُﻟﻮُﻘَﯾ ﺎﱠﻨَﻣٰا ٖﮫِﺑ ﱞﻞُﻛ ْﻦِﻣ ِﺪْﻨِﻋ ﺎَﻨِّﺑ َر ) ifadelerinde َنﻮُﺨِﺳا ﱠﺮﻟا َو kelimesinin başındaki و (vâv) harfini, ibtidâiyye (yeni cümlenin başlangıcı) olarak alıp öncesinde vakıf yapanların, yani müteşâbih’in manasını sadece Allah’ın bileceğini iddia edenlerin, müteşâbihâtı sınırlandırdığını söylemiştir. Bu anlayışa göre mana şöyle olmaktadır: “Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir.

307 Geniş bilgi için bkz. Yusuf Şevki Yavuz, “Müteşâbih”, DİA, I, XLIV, TDV Yayınları, İstanbul

104

İlimde derinleşmiş olanlar, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler.” Beydâvî bu kimselerin müteşâbihât’ı dünyanın ömrü, kıyametin ne zaman kopacağı, varlıkların sayıları (zebânilerin sayıları vb.) gibi sadece Allah’ın kendine has ilmiyle bildiği konularla sınırlandırdıklarını ifade etmiştir.308 Beydâvî’nin,

kendisinden bahsederken “hocamız”309 diye tabir ettiği Eb’ul-Hasen

el-Eş’ârî de âyetteki söz konusu vakfın (durmanın), “ ﻰِﻓ َنﻮُﺨِﺳا ﱠﺮﻟا َو ْﻟا

ِﻢْﻠِﻌ ” bölümünün sonunda olması gerektiğini ifade etmiştir. Bu durumda mana, “Oysa onun gerçek manasını ancak Allah (c.c) ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir” şeklinde olur.309F

310

Beydâvî’ye göre sahabîler Kur’ân’dan herhangi bir şeyi anlamadıkları durumlarda Hz. Peygamber’e müracaat ederlerdi. Nitekim ٍﻢْﻠُﻈِﺑ ْﻢُﮭَﻧﺎَﻤﯾِإاﻮُﺴِﺒْﻠَﯾ ْﻢَﻟ َو Onlar ki imanlarına zulmü bulaştırmazlar310F

311

âyeti indiğinde, bu âyetin hükmü sahabîlere ağır geldi ve bu Hz. Peygamber’e gidip ‘Hangimiz nefsine zulmetmiyor ki?’ diye sormuşlardı. Hz. Peygamber de “Bu, sizin zannettiğiniz gibi değildir. Buradaki ‘zulüm’ Hz. Lokman’ın oğluna bahsettiği şirk’tir. Nitekim o, oğluna şöyle demişti. ‘Ey yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.’”311F

312

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, En’âm sûresi 82. âyette geçen ‘zulüm’ kelimesini ‘şirk’ ile tefsir etmiş ve ardından da şu âyeti delil getirmiştir: “ ٌﻢﯿ ٖﻈَﻋ ٌﻢْﻠُﻈَﻟ َك ْﺮِّﺸﻟا ﱠنِا ِﱣ�ﺎِﺑ ْك ِﺮْﺸُﺗ َﻻ ﱠﯽَﻨُﺑﺎَﯾ Yavrum! Allah’a ortak

koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.”312F

313 Neticede

farklı manalara gelen müteşâbîh lafız sahabenin sorması üzerine

308 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, thk., Muhammed Abdurrahmân el-Mar’aşlî, II, 6. 309 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, thk., Muhammed Abdurrahmân el-Mar’aşlî, I, 72.

310 Subhi es-Sâlih, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, (18. Baskı), Dâru’l-‘İlm lil Melâyîn, Beyrut 1990,

s. 282.

311 En’âm: 6/82.

312 Buhârî, Îmân: 22, Tefsîru’l-Kur’ân: 241, Enbiyâ: 10;Müslim: Îmân, 197. 313 Lokmân: 31/13.

İlimde derinleşmiş olanlar, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler.” Beydâvî bu kimselerin müteşâbihât’ı dünyanın ömrü, kıyametin ne zaman kopacağı, varlıkların sayıları (zebânilerin sayıları vb.) gibi sadece Allah’ın kendine has ilmiyle bildiği konularla sınırlandırdıklarını ifade etmiştir.308 Beydâvî’nin,

kendisinden bahsederken “hocamız”309 diye tabir ettiği Eb’ul-Hasen

el-Eş’ârî de âyetteki söz konusu vakfın (durmanın), “ ﻰِﻓ َنﻮُﺨِﺳا ﱠﺮﻟا َو ْﻟا

ِﻢْﻠِﻌ ” bölümünün sonunda olması gerektiğini ifade etmiştir. Bu durumda mana, “Oysa onun gerçek manasını ancak Allah (c.c) ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir” şeklinde olur.309F

310

Beydâvî’ye göre sahabîler Kur’ân’dan herhangi bir şeyi anlamadıkları durumlarda Hz. Peygamber’e müracaat ederlerdi. Nitekim ٍﻢْﻠُﻈِﺑ ْﻢُﮭَﻧﺎَﻤﯾِإاﻮُﺴِﺒْﻠَﯾ ْﻢَﻟ َو Onlar ki imanlarına zulmü bulaştırmazlar310F

311

âyeti indiğinde, bu âyetin hükmü sahabîlere ağır geldi ve bu Hz. Peygamber’e gidip ‘Hangimiz nefsine zulmetmiyor ki?’ diye sormuşlardı. Hz. Peygamber de “Bu, sizin zannettiğiniz gibi değildir. Buradaki ‘zulüm’ Hz. Lokman’ın oğluna bahsettiği şirk’tir. Nitekim o, oğluna şöyle demişti. ‘Ey yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.’”311F

312

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, En’âm sûresi 82. âyette geçen ‘zulüm’ kelimesini ‘şirk’ ile tefsir etmiş ve ardından da şu âyeti delil getirmiştir: “ ٌﻢﯿ ٖﻈَﻋ ٌﻢْﻠُﻈَﻟ َك ْﺮِّﺸﻟا ﱠنِا ِﱣ�ﺎِﺑ ْك ِﺮْﺸُﺗ َﻻ ﱠﯽَﻨُﺑﺎَﯾ Yavrum! Allah’a ortak

koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.”312F

313 Neticede

farklı manalara gelen müteşâbîh lafız sahabenin sorması üzerine

308 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, thk., Muhammed Abdurrahmân el-Mar’aşlî, II, 6. 309 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, thk., Muhammed Abdurrahmân el-Mar’aşlî, I, 72.

310 Subhi es-Sâlih, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, (18. Baskı), Dâru’l-‘İlm lil Melâyîn, Beyrut 1990,

s. 282.

311 En’âm: 6/82.

312 Buhârî, Îmân: 22, Tefsîru’l-Kur’ân: 241, Enbiyâ: 10;Müslim: Îmân, 197. 313 Lokmân: 31/13.

Hz. Peygamber tarafından tefsir edilerek vuzûha kavuşmuş olmaktadır.314