• Sonuç bulunamadı

Modern Kentsel Yaşam ve Metropol Gerçeği

Modernleşme olgusu toplumsal değişim süreçlerini anlamlandırabilme noktasında sosyolojinin en önemli kavramlarından birisidir. Çünkü modernleşme öyle bir süreçtir ki nerdeyse etkilerinin görülmediği hiçbir sosyolojik olgu yoktur denilebilir. Söz gelimi bu durum kent olgusu için de geçerlidir. Modernleşmeyle ve modernleşmenin sunduğu olanaklarla birlikte kent’te değişimin mekânı haline gelmiş ve gün geçtikçe kendisini yenileyen, modern çağın sunduğu imkânları alt yapısına ekleyen bir yapı haline gelmeye başlamıştır. Bununla beraber modern çağın sirayeti yalnızca fiziksel bir kategori olarak kentle sınırlı kalmamış daha da önemlisi kentlerde yaşayan bireylere uzanarak yeni kentlilik bilincinin oluşmasına katkı sağlamıştır.

Herhangi bir nesnenin modernize edilmesinden söz edildiğinde, çoğunlukla şekillendirilmek istenen nesnenin “Batı” standartlarıyla yeni bir forma dönüştürülmek amaçlandığı anlaşılmaktadır. Esasen bu düşünce hiç de haksız değildir. Çünkü zihinsel anlamda modernleşme bir Batı hareketi olarak addedilmektedir. Tabi bu noktada ortak

bir konsensüs söz konusu değildir. Söz gelimi, “Black, modernleşme sürecinin Batı’ya has bir şey olmadığını, insanların geniş tarih dilimlerindeki kapsamlı zihni ve buna bağlı ekonomik sosyal değişimleri ifade ettiğini” (Aydın, 2009: 160) ileri sürmektedir. Ancak Aydın (2009: 160)’a göre, “söz konusu zihniyet tarzının odağında Batı vardır ve bu süreç, diğer toplumlar tarafından kısmen kendi istekleriyle ama daha çok da Batı dayatmacılığı veya kendi yönetici aydınlarının zorlamalarıyla gerçekleşmektedir.”

Aydın (2009: 139-140)’a göre, “modernite olgusu, literatürde yaygın olarak kent ile nitelendirilmektedir. Yani buna göre modern kültür, bir kentleşme üzerine oturmaktadır. Hatta modern kültür öylesine bir kent kültürüdür ki bu söz konusu toplumsal dönüşümün kaçınılmaz biçimlerinden birisi kır/köy hayatının gittikçe eriyerek şehir hayatına dönüşmesidir; yani kırsal kesim kent lehine erimektedir. Modern dönemlerde kent olgusu her haliyle sanayiye bağlıdır. Bundan dolayı da bu ikinci kentleşme dönemi sınai/kent olarak adlandırılmaktadır. Kentleşme, bu kültürel gelişme, medenileşme anlamına geliyorsa da modern şehir gerçekten sorunludur. Metropoller insanlara korku vermektedir. Ahlaksızlık, cinayet kol gezmektedir. Kent olgusunun en üst konumunda olan bazı Batı şehirlerinin banliyölerinde gece değil gündüz dolaşmak mümkün değildir. Kent olgusu, kendi kendini tüketmekte, varoluş şartlarını ortadan kaldırmaktadır.” Peki kentler modernleşme sürecinde bu duruma nasıl gelmişlerdir?

Modernitenin ve kapitalizmin insan yaşamında yarattığı temel dönüşümler; kırsal ilişkilere ve toprağa bağlı bir yaşam tarzına son vermesi, yaşamın kentlerde yoğunlaşması, kent ile kır arasındaki ilişkinin ters yüz edilmesi ve kentin toplumsal yaşamda merkez konuma gelmesi şeklindedir. Kapitalizm, üretimin kırsal bölgelerden koparak kentlerde yoğunlaşmasını kolaylaştıran bir ortamın oluşmasını sağlamıştır. Böylece kent, daha önceki yüzyıllardan farklı bir yapılanma içinde öne çıkmış ve insan yaşamlarının mekânsal olarak ana eksenini oluşturmaya başlamıştır (Yırtıcı, 2005: 83; aktaran: Karakurt, 2006: 6). Kent dokusu tarımsal yaşantının artıklarını dağıtmakta, yaymakta ve aşındırmaktadır. ‘Kent dokusu’ tabiri, dar anlamda şehirlerde oluşturulan alanı değil, şehrin kır üzerindeki hâkimiyet göstergelerinin bütününü ifade etmektedir. Bunu kabul ettiğimiz zaman, kırın orta yerindeki bir yazlık ev, bir otoyol, bir süpermarket kent dokusunun parçası haline gelir (Lefebvre, 2013: 9). Dolayısıyla kentsel dokunun otoritesinin başlamasıyla birlikte, kıra ait ne varsa kente devretmek

zorundadır. Bu durum da en yalın haliyle “tarıma dayalı nüfus” özelliğini bünyesinde barındıran kırın miadını doldurup kentsel toplumun oluşumuna zemin hazırladığını ifade etmektedir.

Lefebvre, (2013: 8) kent toplumu terimini “sanayileşmeden doğan toplum” anlamında kullanmaktadır. “Bu yüzden bu kelimelerin, tarımsal üretimi bizzat emen veya onun üzerinde hâkimiyet kuran bu süreç sonucunda inşa edilen toplum anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla kent toplumu, yalnızca, kesintiye uğramış toplumsal dönüşümlerin mirası olan eski kent formalarının parçalandığı bir sürecin sonunda ortaya çıkabilir” Lefebvre (2013: 8)’ ye göre. Kentsel toplum da temelde modernizmin getirmiş olduğu bir terimdir. Karakurt (2006: 6)’ a göre, “modernizm, büyük ölçüde kentsel bir olgudur; kentlerin sanatıdır ve doğal meskenini kentlerde bulmaktadır. Kent uygarlığın beşiği, insan aklının en yetkin ürünü olarak kabul edilmektedir. Kent, aydınlanma felsefesinin bir uzantısı olarak insanın doğa üzerindeki zaferinin bir simgesidir. Toplumsal standardizasyon olarak kent olgusu ise, kırdan kente göç edenlerin kırın geleneklerini arkalarında bırakarak kente özgü değerlere göre yaşamlarını sürdürecekleri kısacası kentlileşecekleri mekânlar olarak görülmektedir. Kent, modernizm kültürünün oluştuğu ve bunun kente yeni gelen insanlara aktarıldığı yerlerdir.”

Işık (1993: 30)’a göre modernizm, “kente ve kent yaşamına övgüdür; bir anlamda kutsanmasıdır kent yaşamının. Modernizm için kent insanı, çevresini ve toplumsal ilişkilerini biçimleyebilme, örgütleyebilme gücünün ifadesidir. Bunun için kent, modernizm projesinin, aydınlanma rüyasının temel nesnesidir. Modernistlerin kente bakışları hep işlevsel olmuş ve modernist reformcular her zaman kenti kendi idealleri doğrultusunda, ihtiyaçlarına göre biçimleyebilecekleri bir mekân olarak görmüşlerdir” (Aktaran: Karakurt, 2006: 7). Bir önceki bölümde “kentsel dönüşüm” olarak bahsettiğimiz mesele de bir yönüyle günümüzde söz konusu olan bu duruma karşılık gelmektedir. Çünkü kentsel dönüşüm de esasen bir anlamda modernleştirme projesidir. Dolayısıyla bu projenin aktörleri toplumun modernleştirilmesini kendilerine misyon edinmiş aydınlanmacı seçkinler veya modernist reformcular olacaktır.

Modernleşme temelde çok sesliliğe olanak tanıyan bir olgu değildir. Aksine modernleşmede tek tipçilik anlayışı hâkim olmaktadır. Çünkü modernleşmenin dayattığı

şeyler her toplum için aynıdır. Bu anlamda farklılıklara imkân tanımaz. Dolayısıyla “modern kent planlama anlayışında; kentlerin düzenlenmesinde bir tek düzelik, homojenlik, ilkelere bağlılık egemendir” (Karakurt, 2006: 7). Bu bakımdan “modern mimari anlayışı toplumsal tutumun temelinde genellikle ‘belirginlik, düzgünlük, saf biçimler, bütünlük, arınmışlık, yalınlık’ ifadeleri ile açıklanır. Çünkü modernizm döneminde mimarlıkta mekân anlayışında fonksiyon/işlev ön plandadır. Bu, yaşanılan sanayi devrimi sonrası dönemin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel koşullarının doğal bir sonucudur” (Sezgin, 2005).

Modern mimari felsefede, ideal kent kavramı ekseninde mükemmellik, netlik, kesinlik ve çelişkisizlik arayışındadır. Modern mimarinin dayandığı ideoloji, insanlar için yaşanabilir kentler yerine, işlevlerine göre belirlenmiş bölgeler inşa etmeye yönelmiştir. Kentlerde, katı işlevsellikten ötesine önem vermeyen; konutu ‘iş dışında kalan zamanda barınmak için kullanılacak yer’, ‘bir barınma makinesi’ olarak gören anlayış hâkimdir (Karakurt, 2006: 7). Bu durum da modern kentin işlevselci anlayışla var olduğunu göstermektedir. Modern kentin homojenlik üzerinden gittiği varsayımın Bauman da desteklemektedir. Bauman (200: 171-174; aktaran: Özyurt, 2007: 122), “modern kent planlamacılarının homojen bir kent yaratmayı amaçladıklarını belirtir. Ancak bu çabalar, beklenen sonucu vermemiştir. Tek biçimli olarak inşa edilen kentsel coğrafya, zamanla içinde yaşayanların, ziyaretçilerin ve içinden geçenlerin kimlikleri ve etkileşimleri sayesinde farklılıkları yaşama imkânı veren mekânlara dönüşmüştür.”

Modern kentlerle geleneksel kentler arasında belirgin farklılıklar bulunmaktadır. “Geleneksel kentler kültürel ve ahlaki alt bölgelere ayrılmıştır. Sosyal ve ahlaki kontrol bu mekânlarda sağlanmaktaydı. Modernleşme sürecinde bu alt bölgelerin sınırları kaldırılarak kentsel bütünleşme amaç haline gelmiştir. Kent içi sınırların kalkması ve kentlerdeki nüfus yoğunlaşması kentte yaşayan herkesi birbirine yabancı hale getirerek, ahlaki kontrolü zorlaştırmıştır. Yabancı, ahlaken yargılanması mümkün olmayan kişidir. Hiçbir yere ve kişiye bağlı olmayan yabancının davranışları, ancak yasal yaptırımlarla kontrol altına alınabilir. Birbirini ahlaken yargılaması mümkün olmayan insanlar arasında duygusal bir yakınlık beklenemez. Bu, yabancılar arasındaki ilişkinin kuralsız olduğu anlamına gelmez. Ahlak kurallarının yerini piyasa ekonomisinin değerleri ve insan haklarına kaynaklık eden evrensel etik değerler almıştır” (Özyurt, 2007: 124).

Çünkü modernizmin etkileriyle oluşan yeni kent toplumu, yalnızca birbirine duygusal yakınlığı olan bireylerden değil, aynı zamanda pek çok yabancının bir arada yaşadığı ortak bir alandır.

Bauman (1998: 65-66; aktaran: Özyurt, 2012: 91)’a göre, yabancı, “biz’ in karşısındaki ‘onlar’ veya ‘öteki’ değildir. Onların/ötekilerin hiçbiri bizden değildir. Yabancılar ‘biz’ ve ‘onlar’ etrafında oluşan bölünmeye meydan okur. Onlar her türlü zıtlığa, sınırlara, bölünmelere ve bunların oluşturduğu sosyal dünyaya karşıdırlar. Yabancı, yerleşik hiçbir tanıma uymayarak, sosyal tabakalaşmanın ve ayrışmanın her türlü kalıbını kurarak, sınırların her zaman yeniden çizilebilir hayali çizgiler olduklarını gösterirler. Yabancı, bilinmedik bir kişi değildir. Görüş alanımızın içindedirler. Gördüğümüz ve dinlediğimiz, fakat zihnimizde bir yere yerleştiremediğimiz kişilerdir. Bize ne yakın ne de uzaktır; ne ‘biz’ in ne de ‘onlar’ ın bir parçasıdır. Böyle olunca şaşkınlık ve kaygı vericidirler. Onlara karşı ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı, onlardan ne bekleyeceğimizi bilemeyiz. Yabancı bazen bizden bazen de bizden olmayan biridir.”

Modern kentsel mekânlarda yabancılarla karşılaşılma meselesine ilişkin gettolaşma meselesi gündeme gelmektedir. Gettolaşma aynı özellikleri taşıyan insanlar için ortak yaşam alanını kasteder ve yabancılara karşı bir anlamda savunmayı beraberinde getirir. “Çağdaş dünyada kent içi yerel topluluklar olarak gettonun yüceltilmesi olgusu Sennett’e göre, bir tür çocukluk döneminde kalmadır. Yabancılarla karşılaşmakla elde edilmesi mümkün olan olgunlaşmanın ve yabancının öğreticiliğinin yok edilmesidir. Kalabalık mekânların işlevi, insanı risklere girmeye alıştırmaktadır. Gettonun yüceltilmesi ise, verili yaşamı sorgulama yetisinden yoksun bırakır; insani deneyimi sınırlandırır. Modern kentlerde coğrafi sınırları bulunan topluluklar, dış (uygar) dünyaya karşı bir savunma mantığının ürünleridir” (Özyurt, 2007: 120). Bu savunma mantığının yerleşmesiyle birlikte bireylerin modern kentsel yaşamdaki güvenlik sorunları gittikçe artmakta ve kentli bireyleri bu noktada önlemler almaya itmektedir. Bauman, tüm çalışmalarının odağına kentsel yaşamı yerleştirmiştir. O (2001)’ na göre, bütün modern yaşam kent yaşamıdır. Modernleşme sürecinde hızlı ulaşım araçlarının kullanıma sokulması, yerel olarak tahkim edilmiş tüm toplumsal ve kültürel bütünlüklerin aşınması ve zayıflamasını getirmiştir. Yaşam, başkalarının

varlığına daha bağımlı, karmaşık, rasyonel, değerlendirme kapasitesinin üzerinde mesajlara ve seçeneklere açık, daha riskli ve maceralı hale gelmiştir (Aktaran: Özyurt, 2007: 121).

Modernleşmenin tüm eylemlerini Batı formunda şekillendirdiğinden bahsetmiştik. O halde aslında modernleşmenin kentlere sirayetini, Batı kenti inşa etmeye dönük olduğunu söyleyebiliriz. Canatan (2012: 91-93)’a göre, “Batı kenti, şüphesiz ki Batılı insanın ve kültürün inşa ettiği bir kenttir. Burada Batı derken, öncelikle Avrupa kıtasını ve medeniyetini kastettiğimizi belirtmeliyiz. Fakat Batı medeniyeti kendi coğrafi sınırlarını aşmış bir oluşumdur. Yeni Dünya’nın keşfinden sonra ve sömürgecilik çağından beri neredeyse tüm dünyaya kendi yaşam tarzını, kültürünü ve kent modelini empoze ederek yaygınlaşmıştır. Karl Marx ve Henry Pirenne gibi sosyal bilimcilerin kuramsal açıklamaları karmaşık olmakla birlikte, ekonomi kurumuna ve faktörüne öncelik verirler. Her ikisi de Batı kentinin oluşumunda ve gelişmesinde orta sınıf ya da burjuvaziye büyük önem atfetmişler ve bu sınıfın doğuşuyla modern kentsel gelişme arasında sıkı bağlar görmüşlerdir.”

Modern şehir yapısal ve kültürel özellikleri bakımından sanayileşme ve modernleşme süreçlerinin mekânsal zeminini oluşturur. Sanayileşme ve şehir ilişkisi, şehrin demografik ve fiziki yapısını belirler. Artan nüfus yoğunluğuna bağlı olarak sosyal ilişkiler ve kurumlar gelişir, eğitim ve iletişim imkânlarının yaygınlaşması doğrudan kültürel hayata yansır. Şehir hayatı bu anlamda ikincil ilişkilerin yaygın olduğu, resmi, bürokratik kurumlar vasıtasıyla yapısallaşan, farklılaşan bir ortamı ifade eder. Şehrin sosyal hayatının çoğullaşmış değerler sistemi ve karmaşıklığı karşısında geleneksel değerler ve uygulamalar çatışma ya da değişme sürecine maruz kalırlar. Modern şehir bu anlamda bireyciliğin, özerkleşmenin ve sekülerliğin kültürel temellerini içerir. Geleneksel toplumda hayatın geniş ilişkiler ve yapılarına hâkim olan dinin, modern şehir hayatında işlevsel bir daralmaya uğradığı söylenebilir (Çelik, 2012: 245).

Çelik (2012: 245)’e göre, modern kentsel yaşamda, “dinin eğitim, sosyalleşme, ekonomi ve siyasetle ilgili bazı işlevlerinin, modern kentsel kurumlara devri söz konusudur. Modern şehrin seküler kurumsal hayatıyla birlikte, bireysel ve sosyal hayatta kurumsallığın ve teknolojik gelişmenin telafi edemediği durumlarda dini anlayış

ve grupların yeni işlev ve roller kazanarak öne çıkması şaşırtıcı karşılanmamaktadır. Modern şehir hayatı, geleneksel ahlaki müeyyideler yerine hoşgörü ve uzlaşmanın, aile ve akrabalık bağlarına dayalı birincil ilişkiler yerine bürokrasiye özgü ikincil, anonim ilişkilerin öne çıktığı bir kültürel durumu üretir. Burada şehrin, yapısal özelliklerine uygun sosyal eylemler gerektirmesi, fertlerin ve grupların zihniyetlerine ve psikolojik yapılarına etki eder.”

Simmel (2009: 319)’ in belirttiği gibi, rasyonel bürokratik organizasyonları kullanma gerekliliği, şehir insanında zamanla niteliksel değerlerin niceliksel değerlere dönüşmesine, hesapçı, rasyonel ve ölçülü davranma kodlarının ortaya çıkmasını teşvik eder. Öte yandan şehrin kalabalık karmaşık ve heterojen yapısı, insanlarda geleneksel aidiyet ve bağlılıklarını zayıflatmakta ve onları bireyci, rasyonel tavırlara yöneltmektedir. Bauman (1999: 80; aktaran: Çelik, 2012: 245)’ın vurguladığı gibi şehir ortamının bireylere sunduğu ‘ahlaki görünmezlik’ imkânı, kişilere ummadıkları ölçüde bir özgürlük alanı sunmakta, bu da bir yandan değerler, normlar alanında şehre özgü ihlal ve suç yönelimlerine, diğer yandan gelenek dışı yeni cemaat ve grup yapılarına sığınmaya kapı aralamaktadır (Çelik, 2012: 245). Bu da modern kentsel hayatın birey ve toplum üzerinde yarattığı olumsuz durumlara örnek teşkil etmektedir.

Modern şehrin dini hayatla ilişkisi burada yeni bir boyut kazanmaktadır. Modern dünyanın giderek bireyselleşen ve geleneksel bağlılıkların sıcaklığından mahrum kalarak yalnızlaşan bireyi, hissettiği boşluğu doldurmak üzere yeni aidiyetler arama sürecine girebilmektedir. Tüketim kültürünün sıkı ve yoğun çalışma koşullarına zorladığı modern şehrin insanı, bir yandan ekonomik kazanımlar için hırsla mücadele etmekte, diğer yandan giderek yaygınlaşan ve artan çevresel, kültürel, tekonolojik, sağlıksal riskler ve sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır (Çelik, 202: 245-246). Bu durumda modern kentsel yaşam bireyi yalnızca fiziksel tahribatlara değil aynı zamanda yoğun psikolojik tahribatlarla da karşı karşıya kalmaya maruz bırakmaktadır.

Esasen modern kent kavramı ile anlatılmak istenen kente dair başka bir kavram olan “metropol” kavramını tasvir etmektedir. Modernleşmenin yoğun olarak diktelerini dayattığı kentsel mekân metropolün kendisidir. Zaten modern kentsel yaşamın bireyler ve toplumlar için teşkil ettiği olumsuzluklar düşünüldüğünde metropolün tamamıyla bu durumları alt yapısında barındırdığı söylenebilir. Metropole yalnızca olumsuz bir

çerçeveden bakmak elbette doğru değildir. Çünkü bugün metropol kentlerin sunduğu olanaklardan büyük ölçüde yararlanmaktayız. Gerek müspet gerekse menfi yönlerle düşünmek metropolü doğru anlamlandırmamız açısından önemli olacaktır.

Simmel’ in, moderniteyi ve modernitenin içinde kurulan bireyselliği anlamak üzere metropole baktığını ünlü makalesinin girişindeki şu cümleler iyi ifade etmektedir (Özdemir, 2012: 156): “Modern hayatın en derin problemleri, bireyin, bunaltıcı, toplumsal baskılar, tarihsel miras, dışsal kültür ve hayatın tekniğiyle yüz yüze olan varlığının özerkliğini ve bireyselliğini muhafaza etme iddiasından kaynaklanmaktadır. … modern hayatı ve sonuçlarını, kültürel bedenin ruhunu sorgulamak, deyim yerindeyse, metropolün, hayatın birey ve birey üstü içerikleri arasında kurduğu denklemi çözmeyi gerektirir. Bu tür bir sorgulama, dışsal baskılara intibak sürecinde kişiliğin, kendisini nasıl uyumlaştıracağı sorusunu cevaplamak zorundadır. Bugün ben de kendime bu görevi verdim” (Simmel, 2009: 317).

Simmel, Weber gibi, metropolü tarihsel bir değişme olarak görür ve amacı, kentsel hayatın genel karakteristiklerini tanımlamaktır. Weber’ den farklı olarak ise Simmel, metropol toplumuna yaklaşımını, antropolojik ve sosyal psikolojik bir içerikle mikro seviyede davranışı gözleyerek inşa etmektedir. Simmel (1950), toplumsal aktör olarak bireyin bilinci, kişiliği ve karakteri üzerine odaklanma eğilimindedir. Buna göre, geleneksel toplumlardaki katı statü hiyerarşileri, bireylerin kendi özerklik ve kimliklerini savunmalarını neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Ama 19. yüzyılda endüstriyel kapitalizmin belirmesi ve alt sınıfları toprakla bağlayan sınırların çözülmesiyle, bireyler bu sefer kendilerini başkalarından ayırt etme arzusu duymuşlardır. Birey, kentte kişiliğinin ruhsal özünü keşfetme ve geliştirme imkânına sahiptir. Simmel, metropolün bu tür bir mücadele ve uzlaşmaya alan açma işlevi olduğuna inanmaktadır (Özdemir, 2012: 157).

Özdemir (2012: 156), “metropol, sadece toplumsal farklılaşma ve karmaşık toplumsal ağların odak noktası değil, aynı zamanda kalabalıklar gibi müphem toplulukların yerleşim yeridir. Çeşitli toplumsal katmanları bir araya getiren kentin açıklığı, gettoda yoğunlaşmış azınlık olarak tanımlanan toplumsal mesafeye karşıtlık oluşturur. Diğer bir deyişle, herhangi birinin ortak insan varoluşuna tam bir umursamazlığa imkân sağlar. Daha az ekstrem bir biçimde, metropolde sürekli değişen

uyaranların hengamesiyle yüz yüze olan bireyin varlığının ve toplumsal mesafenin muhafazasının bir aracı olarak toplumsal etkileşimdeki yaygın kayıtsızlık, Simmel’in yüzyılın başındaki çalışmasının merkez teması olmuştur” şeklinde belirtmektedir.

Simmel (2009: 318) metropolün insan ve toplum yaşamındaki etkilerini Metropol

ve Zihinsel Hayat adlı makalesinde şöyle ifade etmektedir: “Şehir, caddeden her geçişle,

ekonomik, mesleki ve toplumsal hayatın tüm temposu ve çeşitliliğiyle, ruhsal hayatın duyusal temelleri konusunda kasaba ve taşra hayatıyla kendisi arasında derin bir karşıtlık kurar. Metropol farklılıklara bağımlı bir mahlûk olarak insanı taşra hayatının gerektirdiğinden daha çok bilinçliliğe mecbur eder. Taşrada hayatın ve duyusal zihinsel imgelerin ritmi daha yavaş, daha alışılmış ve daha düzenli şekilde akar. Kasabalardaki duygulara ve duygusal ilişkilere dayalı ruhsal hayatın tersine, metropoldeki hayatın esasen düşünsel olduğunu görürüz. Kasabadaki ilişkiler ruhun daha bilinçsiz katmanlarına kök salmışlardır ve en rahat, kesintisiz alışkanlıkların düzenli ritmi içinde serpilirler. Hâlbuki zekânın, düşünselliğin yeri ruhun saydam, bilinçli üst katmanlarıdır; iç güçlerimiz arasında uyarlama yeteneği en yüksek olan da zekâdır. Zekânın değişime ve fenomenler arasındaki karşıtlıklara uyum sağlayabilmesi için herhangi bir şok ya da içsel çalkantı gerekmez; ama daha muhafazakâr kişilikler, kendilerini metropoldeki olayların ritmine ancak bu tür çalkantılar yaşayarak uyarlayabilirler. Nitekim şüphesiz binlerce bireysel varyantı olan metropol tipi ve uyumsuzluklara karşı kendisini koruyacak bir organ geliştirir. Tepkilerini kalbiyle değil kafasıyla verir. Burada ruhsal ayrıcalığı artan bir farkındalık üstlenir. Yani metropol insanındaki artan farkındalığın ve zekâ/düşünsellik egemenliğinin temelinde metropol hayatı vardır. Metropole özgü fenomenlere tepki verme işi, hassasiyeti en az olan ve kişiliğin derinliklerinden gayet uzak olan organa kaydırılmıştır. Dolayısıyla öznel hayatı metropol hayatının ezici gücüne karşı koruduğu düşünülen düşünsellik birçok yönde dallanıp budaklanarak ayrı ayrı sayısız fenomenle bütünleşir.”

Metropol kentsel alanların fiziksel konumlandırılmasına değinen Lynch (2012: 124); “Metropol alanlarının giderek büyümesi ve bizim bu alanları kullanma hızımız, bu alanları algılamakta yeni problemler ortaya çıkarmaktadır. Metropoliten bölge, günümüzdeki işlevsel birimdir ve bu bölgenin içinde yaşayan sakinleri tarafından tanımlanması ve yapılandırılması istenir. Böyle büyük ve bağımsız bir bölgede

yaşamamıza imkân veren yeni iletişim yöntemleri, aynı zamanda imgemizin deneyimlerimize uygun olmasını da sağlamalıdır. Metropoliten bölge gibi geniş bir alanın bütüncül imgesinde her nokta eşit yoğunlukta olmayacaktır. Baskın figürler, daha geniş arka planlar, odak noktaları ve bağ dokular olacaktır. Ancak, her bölüm, ister yoğun ister nötr olsun, muhtemelen net olacak ve bütüne de net bir şekilde bağlanacaktır. Metropoliten imgelerin; otoyollarla, transit hatlar ve hava yoluyla,