• Sonuç bulunamadı

Küreselleşen dünyada yeni kentsel kurgular: Stüdyo dairelerde yaşam

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Küreselleşen dünyada yeni kentsel kurgular: Stüdyo dairelerde yaşam"

Copied!
208
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SOSYOLOJİ ANA BİLİM DALI

KÜRESELLEŞEN DÜNYADA YENİ KENTSEL

KURGULAR: “STÜDYO DAİRELERDE YAŞAM”

Samet ÜNLÜ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Prof. Dr. Mahmut ATAY

(2)
(3)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü

Müdürlüğü

Adı Soyadı Samet ÜNLÜ Numarası:

124205001013 Ana Bilim/Bilim Dalı Sosyoloji / Sosyoloji

Ö

ğr

enc

ini

n

Danışmanı Prof. Dr. Mahmut ATAY

Tezin Adı Küreselleşen Dünyada Yeni Kentsel Kurgular: “Stüdyo Dairelerde Yaşam”

BİLİMSEL ETİK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

Samet ÜNLÜ (İmza)

(4)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü

Müdürlüğü

Adı Soyadı Samet ÜNLÜ Numarası:

124205001013 Ana Bilim/Bilim Dalı Sosyoloji / Sosyoloji

Ö

ğr

enc

ini

n

Danışmanı Prof. Dr. Mahmut ATAY

Tezin Adı Küreselleşen Dünyada Yeni Kentsel Kurgular: “Stüdyo Dairelerde Yaşam”

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU

Samet ÜNLÜ tarafından hazırlanan ‘Küreselleşen Dünyada Yeni Kentsel Kurgular: “Stüdyo Dairelerde Yaşam”’ başlıklı bu çalışma 25/06/2014 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

(5)

ÖNSÖZ

Sosyolojinin önemli kavramları olan kent ve değişim olgularına duyduğum ilgi, yüksek lisans tezinde beni kentsel ve toplumsal yönleri ağırlıklı olan bir konu üzerinde çalışmaya yönlendirdi. Özellikle Konya’da giderek artan stüdyo daire formatındaki evler kent-değişim diyalektiği açısından son yıllarda önemli bir imge boyutuna gelmektedir. Konya ilinde ailemin de stüdyo tipi evler inşa eden bir firmanın işletmecisi olması ve daha önce bu konunun sosyolojik bir kategori olarak ele alınmamış olması da bu konuyu benim açımdan araştırmaya değer hale getirdi.

Öncelikle hayatımdaki önemi yalnızca tez danışmanlığıyla sınırlı kalmayan, yaşama ve bilime dair kıymetli fikirlerini her zaman benimle paylaşan ve kapısını çaldığımda beni hiçbir zaman geri çevirmeyen danışman hocam Prof. Dr. Mahmut Atay’a müteşekkir olduğumu belirtmeliyim. Özellikle çalışmamın önemli yönlerinin dayandığı kent sosyolojisi alanında yapmış olduğu akademik çalışmalarla sosyoloji literatürüne büyük katkılar sunan ve bu nedenle çalışmama adeta ilham kaynağı olan hocam Prof. Dr. Köksal Alver’e samimi ve olumlu yaklaşımlarından dolayı çok teşekkür ederim. Ayrıca bana daima bir ağabey edasıyla yaklaşan, şahsiyetini ve akademisyen kimliğini her zaman bir örnek olarak benimsediğim değerli hocam Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Aydemir’in önerileri ve yapıcı eleştirileri olmasaydı bu çalışma nihayete eremezdi. Bu süreçte benden desteğini esirgemeyen hocama sonsuz teşekkürler.

Yalnızca bu süreçte değil maddi ve manevi desteklerini hiçbir zaman benden esirgemeyen annem Gülsen Ünlü’ ye, ablalarım Yrd. Doç. Dr. Tuğba Bayraktar’a, Elvan Ünlü Alaca’ya, ağabeyim Çağrı Ünlü’ ye ve de rahmetli babam Zihni Ünlü’ ye hayat boyu minnettarım. Ayrıca tez döneminin en meşakkatli zamanlarında içtenliğiyle ve paylaşımcı yaklaşımlarıyla bu süreci benim için daha kolay hale getiren ağabeyim ve dostum Harun Önder’e her zaman yanımda olduğu için çok teşekkür ederim.

Samet ÜNLÜ Konya 2014

(6)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü

Müdürlüğü

Adı Soyadı Samet ÜNLÜ Numarası:

124205001013 Ana Bilim/Bilim Dalı Sosyoloji / Sosyoloji

Ö

ğr

enc

ini

n

Danışmanı Prof. Dr. Mahmut ATAY

Tezin Adı Küreselleşen Dünyada Yeni Kentsel Kurgular: “Stüdyo Dairelerde Yaşam”

ÖZET

“Küreselleşen dünya” olarak addedilen olgunun etkilerini tek bir alanda değil pek çok kategoride görmekteyiz. Bu etkiler yalnızca toplumsal/bireysel davranışlarımıza ve eylemlerimize yön vermekle kalmayıp bizzat hayatımızı derinden etkileyen bir sürece ışık tutmaktadır. Yaşam alanı olarak tercih ettiğimiz kentsel mekânlardaki dönüşüm bunun en somut örneklerinden biri olarak zuhur etmektedir. Gerek enternasyonal gerekse ulusal düzeyde bu değişimlerin tanığı olan bizlerin toplumsal yaşamları da söz konusu edilen kentsel mekânlar eliyle şekillenmektedir. Avrupa ve Amerika’da büyük yankı uyandıran “stüdyo daire” adındaki mekânların ülkemizde daha özel olarak Konya ilinde de giderek yaygınlık kazanan kentsel mekânlar olduğunu ve buna bağlı olarak farklı kategorideki toplumsal olguların da bu mekânlarla birlikte nasıl yeni biçimler kazandığını görmekteyiz.

Bu çalışmada genel olarak yeni dünya düzenine gidilen süreçte kentsel mekânlarda meydana gelen toplumsal değişimler “stüdyo dairede yaşam” meselesiyle ele alınmıştır ve Konya ilinde giderek artan stüdyo dairelerde yaşamayı tercih eden bireylerin yaşamları temelinde, stüdyo dairelere ilişkin bir kentsel mekân analizi yapılmaya çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Kent, kentsel mekân, küreselleşen dünya, stüdyo daire, toplumsal yaşam.

(7)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü

Müdürlüğü

Name Surname Samet ÜNLÜ ID:

124205001013 Department/Field Sociology / Sociology

S

tude

nt

’s

Advisor Prof. Dr. Mahmut ATAY

Research Title In a globalizing world of New Urban Fiction: "Studio Flats" Life in

ABSTRACT

We can see affects phenomenon that is regarded as "Globalized world" in many categories, not in a single area. Not only do these effects give direction to our social / individual behaviors and actions but also shed light on a process that deeply affects our lives. Transformation in urban spaces that we prefer as habitat occurs as one of the most concrete example of this. Also, social lives of us who are witnesses of changes at both international and national level are shaped by mentioned urban spaces. We see that places named "studio flat" having repercussions in Europe and America are urban spaces gaining popularity increasingly in our country especially in Konya Province and therefore, we see how social phenomena in different categories are reshaped together with these places.

Generally, social changes occurring in urban areas during process to get to the new world order have been discussed with "life in studio flat" issue in this study and an urban space analysis has been attempt to be made related to studio flats on the basis of lives of individuals who prefer to live in studio flats growing in Konya.

(8)

İÇİNDEKİLER

Sayfa No

BİLİMSEL ETİK SAYFASI ... i

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU ...ii

ÖNSÖZ ...iii ÖZET ... iv ABSTRACT ... v İÇİNDEKİLER ... vi GİRİŞ ... 1 BİRİNCİ BÖLÜM “KÜRESELLEŞEN DÜNYA” VE KENT ALGISI 1.1. Küreselleşen Dünyayı Anlamak ... 4

1.2. Küreselleşen Dünyada Yeni Düzen Arayışları ... 12

1.3. Kent(leşme) Kavramsallaştırmaları ... 28

1.4. Kentsel Dönüşüm Süreci ... 43

1.5. Küresel (leşen) Kent Söylemi ... 51

İKİNCİ BÖLÜM YENİ KENTSEL KURGULAR OLARAK “STÜDYO DAİRELER” 2.1. Kentsel Mekânların Sosyolojik İnşası... 58

2.1.1. Kamusallığın Kurumları Olarak Kentsel Mekânlar... 69

2.1.2. Kentsel Mekânlarda Ayrışma ve Kimlik Kazanımı ... 74

2.1.3. Tüketim Alanları Olarak Kentsel Mekânlar... 81

2.2. Modern Kentsel Yaşam ve Metropol Gerçeği ... 88

2.3. Postmodern Mimaride Yeni Kent Kurguları ... 98

(9)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ALAN ARAŞTIRMASI: “STÜDYO DAİRELERDE YAŞAM”

3.1. Araştırma Hakkında ... 117

3.2. Araştırma Bulguları ve Yorumu ... 119

3.2.1. Stüdyo Daireleri Tercih Etmek... 119

3.2.2. Ev İmgesi Olarak Stüdyo Daireler... 125

3.2.3. Stüdyo Dairelerde Yaşam Tarzları, Kimlik ve Mekânsal Ayrışma... 134

3.2.4. Güvenlikli Siteler Olarak Stüdyo Daireler... 144

3.2.5. Aile Kurumu ve Stüdyo Daireler... 150

3.2.6. Stüdyo Dairelerde Komşuluk ... 156

3.2.7. Stüdyo Dairelerde Boş Zamanlar ve Tüketim Alışkanlıkları... 163

3.2.8. Stüdyo Daireler ve Toplum... 170

SONUÇ ... 180

KAYNAKÇA ... 185

EKLER ... 194

EK-1: Katılımcılar Listesi... 194

EK-2: Görüşme Soruları ... 196

(10)

Gün geçtikçe her alanda öyle değişimlere tanık olmaktayız ki gündelik yaşamın keşmekeşinde bu değişimleri takip etmek ve bu değişimlerden haberdar olmak bile bazen bizler için zor hale gelmektedir. Özellikle toplumsal değişimin en önemli olgularından olan modernleşme ve küreselleşme süreçlerinin meydana getirdiği yenilikler tek bir alanla sınırlı kalmayıp pek çok toplumsal kategoride etkilerini göstermektedir. Günümüzde gerek iş’ te gerek sosyal hayatta gerekse özel alanımız olan evde geçirdiğimiz zamanı düşündüğümüzde esasen hayatın bu üç formda sınırlandığını görmekteyiz. Öyleyse yaşadığımız kentsel mekânlar bizzat hayat alanımızı oluşturmakta ve bizler toplumsal kimliklerimizi bizzat bu alanlarda inşa etmekteyiz.

Toplumsal kimliklerimizi oluşturan unsurların en başında kuşkusuz gündelik yaşamda pek çok alandaki tercihlerimiz oluşturmaktadır. Beslenme alışkanlıklarından barınmaya, ilgi alanı seçimlerinden giyim tercihlerine kadar tüm bunlar aslında sahip olduğumuz kimliğin bizleri yönlendirdiği seçeneklerdir. Bu seçimlerin en önemlilerinden biri de kuşkusuz yaşam alanı olarak tercih ettiğimiz mekânlardır. Gelenekselden moderne, modernden postmoderne giden süreçlerde insana ve topluma dair pek çok şey gibi yaşam alanları da değişmekte dönüşmektedir. Söz gelimi önceki kuşaklar için “müstakil ev” ideal bir yaşam alanı olarak kabul görürken günümüzde yaşayan çoğu kesim müstakil evi bir seçenek olarak görmemektedir. Artık kişilerin veya ailelerin maddi ve kültürel göstergelerine de bağlı olarak güvenlikli siteler, çok katlı apartman daireleri ve çalışmamızın başat kavramı olan stüdyo daireler gibi seçim alanlarıyla karşı karşıya kalınmaktadır.

Sosyal bilimler literatüründe önemli bir toplumsal değişme süreci olan “küreselleşme” olgusunun getirmiş olduğu değişimleri tek tek alanlarla ifade etmektense, “küreselleşen dünya düzeni” tasviriyle ele almak daha kapsayıcı olacaktır. Küreselleşen dünya düzeninin sirayet etmediği hiçbir alan yoktur ki kentsel mekânlar bu değişimden nasibini almasın. Her geçen gün yeni kentsel mekânlar türemekte ve bireylerin yaşamları da bu alanlara bağlı olarak yeni formlar kazanmaktadır. Bugün geldiğimiz noktada kent sosyolojisinin anahtar kavramlarından biri olan “kentleşme” olgusu bu hızlı değişimlerle beraber popülaritesini yitirmekte yerini “küreselleşen kent”,

(11)

“kentsel dönüşüm” gibi süreçlere bırakmaktadır. Bir anlamda kavramlarda küreselleşmektedir. Bu süreçlerle beraber artık deyim yerindeyse “küresel insan” da her geçen gün daha fazla küreselleşmekte ve Batı toplumlarının sunduğu olanaklara erişmeyi talep etmektedir. Bireyler bu süreçte yeni kentsel kurgulara ihtiyaç duymakta ve bu kurguların gerektirdiği şekilde hayat sahnesinde rol almaktadır.

“Stüdyo dairelerde yaşamak” söz konusu edilen kentsel kurguların bir örneği olarak karşımıza çıkmıştır. Avrupa ve Amerika toplumlarına uygun bu yapılar son yıllarda Türkiye’de de büyük rağbet görmeye başlamıştır. Daha özel bir kategoride ele alacak olursak, stüdyo daireler Konya’nın başta Selçuklu ilçesi olmak üzere pek çok semtinde kendisine hayat alanı bulmuştur ve zaman geçtikçe de daha fazla yaygınlaşacağı tahmin edilmektedir. Ancak Türkiye stüdyo daire yapılanmalarıyla ilgili ciddi tartışmalara da sahne olmaktadır. Öyle ki geçtiğimiz yıl bu dairelerin bazı çeşitlerine yönelik devlet tarafından yasaklamalar getirilmiştir. Kanımca burada çarpıcı olan nokta bir taraftan stüdyo dairelerin Türkiye toplumunun toplumsal/kültürel yapısıyla bağdaştırılamaması diğer taraftan ise toplum tarafından bu dairelerin iyi düzeyde talep görmesidir. Bir hayli tezat olan bu durum üzerine düşünmeli ve sınırlarının kimin tarafından belirlendiği belli olmayan “olması gereken durum” ile toplumun gerçekliği olarak lanse edilen “olan durum” arasındaki bu bariz fark masaya yatırılmalıdır.

“Küreselleşen Dünyada Yeni Kentsel Kurgular: ‘Stüdyo Dairelerde Yaşam’” adlı bu çalışma yalnızca bir kent sosyolojisi çalışması değildir. Toplumsal değişmeyi ve yaşamı kentsel mekânlar temelinde incelemeyi amaç edinmiş, değişim süreçleriyle birlikte bireylerin yaşamlarında meydana gelen dönüşümleri de ele almak niyetindedir. Bu sebeple tüketim, kimlik, aile, komşuluk vs. gibi toplumsal olguları da muhtevasında bulunduran bu çalışmanın başka bir amacı da sosyolojinin pek çok alt disiplinine vurguda bulunmaktır.

Bu çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Bahsedilen sebeplerle bu çalışmanın birinci bölümünde toplumsal değişmeye damgasını vuran küreselleşme süreci salt bir olgu olarak değil, dünyada meydana getirdiği yeniliklerle ele alınmış ve bu süreçte toplumların ve bireylerin nasıl bir düzen arayışı içerisinde olduklarına yönelik bir resim tasvir edilmiştir. Aynı zamanda çalışmanın en önemli kavramı olan “kent” ve

(12)

“kentleşme” olguları pek çok sosyal bilimcinin kuramlarıyla değerlendirilmiş ve kent sosyolojisinin önemli bir konusu olan “kentsel dönüşüm” meselesi gündeme getirilmiştir. Bu bölümde son olarak küreselleşme ve kent diyalektiği çerçevesinde meydana getirilen “küresel(leşen) kent” olgusu tartışılmıştır.

Çalışmanın ikinci bölümünde ise kentsel mekânlar sosyolojik yönleriyle ele alınmış, mekân kavramının etimolojik-sosyolojik yönleri üzerinde durulmuş ve kentsel mekânların sosyolojik işlevleri masaya yatırılmıştır. Bu noktada kamusallık, kentsel mekânlarda meydana gelen ayrışma, kentsel mekânlardaki kimlik kazanımı ve modern çağın en önemli olgularından tüketim olgusunun kentsel mekânlarda meydana getirdiği alışkanlıklar, mekânların algılanış ve kullanılış biçimleri gibi meselelere de değinilmiştir. Bunun yanı sıra kentlerin dönüşümünde büyük rol oynayan iki toplumsal değişme süreci modernizm ve postmodernizm kent mefhumuyla ele alınarak “modern kentsel yaşam ve metropol gerçeği” başlığıyla metropol kavramına da vurguda bulunulmuştur. Diğer taraftan postmodern mimarinin getirmiş olduğu yeni kentsel planlama anlayışlarına da yer verilmiştir. Aynı zamanda çalışmamızın odak noktası olan stüdyo daire oluşumu sosyolojik bir düzlemde ele alınmış ve bu minvalde bir mekân analizi yapılmaya çalışılmıştır.

Son bölümde ise Konya’da stüdyo dairelerde kalan bireylerin katılımıyla gerçekleştirilen bir alan araştırması planlanmış ve uygulanmıştır. Öncelikle araştırmanın amacı, önemi, içeriği gibi konularda araştırma hakkında bilgiler verilmiştir. Araştırmada katılımcılara yöneltilen soruların, üzerinde temellendiği ev, yaşam tarzı, kimlik, mekânsal ayrışma, güvenlikli site, boş zamanlar, tüketim, aile ve komşuluk gibi kavramların sosyolojik mahiyette ne ifade ettiklerini anlayabilmek ve anlatabilmek açısından bu kavramlara ilişkin sosyolojik yorumlarda bulunulmuş ve araştırma bulgularıyla birlikte sözü edilen sosyolojik kavramlara ilişkin katılımcıların görüşleri ekseninde bir analize gidilmiştir.

(13)

“KÜRESELLEŞEN DÜNYA” VE KENT ALGISI

1.1. Küreselleşen Dünyayı Anlamak

Yirmi yılı aşkın bir süredir içinde bulunduğumuz dünya bizleri hayatın birçok alanında “küreselleşme” adlı mefhumla muhatap kılmaktadır. Bu durumun kanımca en fazla dikkat çeken yönlerinden birisi, bu muhataplığı bize sunan dünyanın da her geçen gün küreselleşiyor olmasıdır. “Bazılarına göre ‘küreselleşme’ onsuz mutlu olamayacağımız şey; bazılarına göre ise mutsuzluğumuzun nedeni. Gelgelelim, herkesin birleştiği nokta, ‘küreselleşme’ nin hem geri dönüşü olmayan hem de hepimizi aynı ölçüde ve aynı şekilde etkileyen bir süreç; dünyanın kaçamayacağı kaderi olduğu. Hepimiz ‘küreselleşiyoruz’ ve ‘küreselleşiyor’ olmak tüm ‘küreselleşmişler’ için üç aşağı beş yukarı aynı anlama geliyor” (Bauman, 2010: 7). Küreselleşme olgusunun hayatımıza hızlı bir şekilde sirayet etmesiyle birlikte ulusal ve entarnasyonel çapta bu olgunun başat kavram olarak addedildiği çalışmaların literatüre pek çok açıdan katkıda bulunduğu görülmektedir. Gerek sosyolojiye gerekse farklı disiplinlere mensup araştırmacıların ortaya koydukları tespitler ışığında küreselleşme olgusunun neyi ifade ettiğine bakmak “küreselleşen dünyayı anlamak” meselesinin özünü oluşturacaktır.

1989’da öncelikle doğu blokunun yıkılması ve ardından 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte son yirmi yıla damgasını vuran olgu, ‘globalleşme’ ya da bizdeki yaygın kullanımıyla ‘küreselleşme’ olmuştur (Eken, 2006: 243). Kavram bazen dünya toplumlarının birbirlerine benzeme süreçlerini; buna bağlı olarak tek bir global kültürün ortaya çıkmasını; bazen de toplumların, toplulukların ve kimliklerin kendi farklılıklarını ifade etme ve tanımlama sürecinde kullanılabilmektedir (Keyman ve Sarıbay, 1998: 9). Bu anlamda küreselleşme, taşıdığı çelişkiler ve belirsizlikler ile karakterize olunan bir süreci ifade etmektedir (Eken, 2006: 243). Bahsedilen bu çelişkiler ve belirsizlikler kavrama dair net bir perspektif çizilememesine neden olmaktadır. Bahsedilen çelişkiler ve belirsizlikler ilerleyen satırlarda masaya yatırılacaktır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki “küreselleşme” de tıpkı bugün sosyal

(14)

bilimlerde yaşam alanı bulan pek çok kavram gibi Batı merkeziyetli bir olguyu karşılamaktadır.

Küreselleşme sürecini anlamlandırmamızda bizlere ipuçları sunan ve sosyal bilimler literatürüne büyük ölçüde katkılar sunan Zygmunt Bauman’ın Küreselleşme adlı eserindeki paradigmalara değinmek bu noktada önemli olacaktır. Bauman (2010: 9) yukarıda vurguda bulunulan çelişkili duruma yönelik şöyle bir bakış açısı sunmaktadır; “Bazıları için küreselleşme olarak görülen şey, başkaları için yerelleşme anlamına gelmekte; bazıları için yeni bir özgürlüğün işaretini veren şey, başkalarının üzerine davetsiz ve kötü bir kader gibi çullanmaktadır.” Dolayısıyla bireylerin, kurumların, toplumların ve hepsinden kapsayıcısı dünyanın bir biçimde küreselleşiyor olması özel olarak hangi kategoride değerlendirilirse değerlendirilsin aynı etkide vücut bulmamaktadır.

Gordon Marshall (2009: 449) ise küreselleşen dünyayı şöyle tasvir etmektedir; “Küresellik dünyayı tek bir yer olarak kavrayan yeni bir bilincin şekillenmesini kapsamaktadır ve küreselleşme bu doğrultuda, ‘bir bütün olarak dünyanın somut yapılaşması’ şeklinde, yani ‘dünya’ nın sürekli yeniden kurulan bir çevre olduğu düşüncesinin küresel düzeyde yayılması ekseninde tarif edilmiştir.” Buna mukabil Aslanoğlu (1998: 108) ise küreselleşmeyi; “varlık ve yokluğun kesişimi, uzaktaki olgu ve eylemlerin yerel bağlamlarla etkileşimi sonucunda dünyanın sıkışması ve tek bir yer olarak algılanma bilincinin artışı” halinde yorumlamaktadır (Aktaran: Eken, 2006: 247). Fuat Keyman ve Ali Yaşar Sarıbay (1998: 10) beraber kaleme aldıkları “Küreselleşme, Siyaset ve Toplumsal Yaşam” adlı makalede küreselleşmeye dair büyük ses getirmiş çalışmalara imza atan Ronald Robertson’un da görüşlerine yer verdikleri önemli tespitlerde bulunmaktadırlar. Sözgelimi, “globalleşen kültürel yapılar ile farklılıkları, yerelliği ve tikelliği yaşama geçiren kültürel pratiklerin eş zamanlılığı, beraberliği ve birbirlerini tamamlayıcılığı, küreselleşme sürecinin tam da kendisidir. Küreselleşme kavramı, bu anlamda, toplumsal yaşam içinde ‘yeni bir durumu’ simgeler. Ronald Robertson (1995), bu durumu, ‘globalin yerelleşmesi’ ve ‘yerelin globalleşmesi’ süreçlerinin sonucunda ortaya çıkan ‘küyerel bir durum’ olarak nitelemektedir.” Yerel-küresel diyalektiğinin vuku bulduğu bu doğrultuda Yelken’in (1999) tespitleri durumu daha aydınlatıcı kılacaktır. Yelken’e göre (1999: 175); “Hızlı kültürel akış süreçlerinin,

(15)

gittikçe artan bir küresel kültürü mü oluşturduğu yoksa yerel kültürlerin de yüklenmesine olanak sağladığı tartışmalıdır. Yerel ile küreselin diyalektiği arasındaki bu hızlı gidip gelmeler yeni bir tür ontolojik güvensizliği de beraberinde getirmektedir.”

Öyle görülüyor ki her ne kadar da çevremizde var olan her şeyi ve içinde yaşadığımız dünyayı küreselleşiyor olarak addetsek de, bu süreci yerelleşmeden bağımsız ele alamıyoruz. John Urry (1999: 208-209), küresel ve yerel olan ilişkiyi, “bir bölgenin yerel tarih ve kültürünün kullanıma açılma ve küresel olarak gelişen ekonomi ve toplum içindeki yerel, ekonomik ve toplumsal kalkınma kaynağı haline dönüşme biçimlerini açıklayan, bu küresel ve yerel süreçler arasındaki karşılıklı bağlantılar” olarak addetmektedir. “Küreselleşme ve yerelleşme süreci, ulus devletlerin aşınması tartışmaları, çok değişik boyutlarla ilişkili ve farklı etkileşmelere yol açan olgulardır. Bu bakımdan, ilk bakışta birbirinden kopukmuş gibi duran birçok süreçle derin bağları olduğunun bilincine vararak incelenmesi gerekmektedir” (Yelken, 1999: 178). Tam da bu noktada “R. Robertson (1996) küreselleşme ve yerelleşme olgusunu bir gerilim ve farklı iki süreç olarak değil bir bütün olarak globalleşme kavramıyla ele alır. Yerel koşullara uyarlanan küresel yerelleşmenin (global localization) söz konusu olduğundan söz eder. Ona göre küreselleşme bir anlamda ‘ev’, ‘topluluk’ (cemaat) ve ‘yerellik’lerin yeniden inşasını kapsamaktadır” (Aktaran: Yelken, 1999: 175).

Urry, “Mekânları Tüketmek” adlı çalışmasında Robins’e (1991; aktaran: Urry, 1999: 210-211) atıfta bulunarak küreselliği, yerellik üzerinden kavramsallaştırma yoluna gider, “Gerçekte küreselleşme, yeniden yer seçimine ait yeni dinamiklere eşlik eder. Küreselleşme, küresel mekân ile yerel mekân arasındaki yeni ve karmakarışık ilişkilere, yeni bir küresel-yerel bağın kotarılmasına yöneliktir, yeni bir küresel sistem görüntüsüne yerellikler çokluğunu sokma sorunudur.” Giddens (2005: 51) ise küreselleşmenin yerel bir olgu olmasını, “hepimizin günlük yaşamlarını oldukça güçlü biçimde etkilemesi” ne bağlamaktadır.

Aydın (2011: 268) küreselleşmeye ilişkin kavramsallaştırmasını yaparken dikkat çekici bir kurgusal örneğe yer vermektedir; “Robin Williams bir kurguyla küreselleşmeyi, günlük hayat içinde şöyle tasvir ediyordu: “Merkezi Amerika’da bulunan uluslararası bir şirketin Londra’daki bürosunda çalışan genç İngiliz, işi bitince Japon yapımı arabasına binerek evine döndü. Alman mutfak gereçleri ithal eden bir

(16)

firmada çalışan eşi eve ondan önce gelmişti, çünkü küçük İtalyan arabasıyla trafikte daha kolay ilerleyebiliyordu. Yeni Zelenda pirzolası, California havucu, Meksika balı, Fransız peyniri ve İspanyol şarabından oluşan yemeklerini yedikten sonra Fin yapımı televizyonlarında İngilizlerin Folkland adalarını alışına dair bir program seyrettiler ve ne kadar İngiliz olduklarını hissederek mutlu oldular.”

Robin Williams’ın kurguladığı yukarıdaki örnekle temelde ifade etmek istediği; her ne kadar gün geçtikçe içinde bulunduğumuz dünya türlü açılardan küreselleşiyor olsa ve biz kendi irademiz dışında bu sürece dahil olsak da zaman zaman yerele duyulan özlemimiz de kendini bir anlamda ele vermektedir. Kanımca Williams’ın kurguladığı bu örnek küreselleşme sürecinin yerelleşmeyle olan ilişkisini ve aynı zamanda bu iki önemli sürecin birbirlerinden bağımsız olarak ele alınamayacağını daha açık bir şekilde özetlemektedir. Antonio Gramschi’nin deyimiyle, ‘eskinin ölmekte olduğu, fakat yeninin doğmadığı” bir durumun toplumsal yaşamı tanımlaması (Keyman ve Sarıbay, 1998: 10). Gramschi’nin bu deyimi bir bakımdan, Williams’ın küresel-yerel düalizminde ifade ettiği kurguyu anlaşılır kılmaktadır.

Küreselleşme sosyal bilimlerin her dalında yaygın kullanılan bir kavram olmakla beraber, genellikle bir durumdan daha çok bir akımı veya zihniyeti ima eder hale getirilmiştir (Keyman ve Sarıbay, 1998: 7). Martin Slattery geçmişten günümüze sosyoloji literatürüne damga vurmuş birçok önemli sosyal teorisyeni ve onların ilgilendikleri elzem kavramları masaya yatırdığı Sosyolojide Temel Fikirler adlı eserinde küreselleşme kavramını incelemiş sosyologların zihinsel anlamda birbirlerinden ayrıldıkları noktaları muazzam bir biçimde sunar. Slattery’e göre (2010: 418); “Küresel dünya şuan içimizde yaşadığımız dünyadır ve hayatın her yanı, toplum ve kültür, ‘küreselleşme’ tarafından yeniden belirlenmese bile, ondan etkilenmektedir. Küreselleşmenin doğası, nedenleri, sonuçları ve gelecekteki gelişme eğilimleri yirminci yüzyıldaki sosyologları büyüledi ve kaçınılmaz olarak küreselleşmenin sebepleri ve sonuçları hakkında farklı teoriler ve perspektifler üretildi.”

“Mike O’Donnell (2001; aktaran: Slattery, 2010: 419) küreselleşme teorisyenlerini iki genel kampa ayırır; Liberal çoğulcu bir perspektifi benimseyen, dünya toplumunun daha eşitlikçi ve daha küresel bir topluma doğru ilerlediği ve evrildiğini düşünen iyimserler; Marksist ve postmodern bir perspektifi benimseyen,

(17)

kapitalizm ve onun bir anlayışını bir tehdit olarak gören, Batı’nın ve kapitalist müttefiklerinin yer küreyi kontrolüne ve dünya egemenliğine doğru bir gidiş olduğunu düşünen kötümserler.”

Önde gelen bir İngiliz sosyolog ve sosyal teorisyen olan Anthony Giddens genelde liberal bir perspektiften yazar ve küreselleşmeyi söyle tanımlar (Slattery, 2010: 419): “Dünya, artık herkesi etkileyen karşılıklı bağımlılıkların gelişmesinin bir sonucu olarak, önemli açılardan fiilen tek bir sosyal sistem haline gelmiştir. Küresel sistem, içinde belirli toplumların –örneğin, İngiltere- geliştikleri ve değişim geçirdikleri bir çevreyle sınırlı değildir. Ülkeler arasındaki kesişen sosyal, politik ve ekonomik bağlar bu ülkelerde yaşayanların kaderini kesin olarak etkiler. Dünyanın artan karşılıklı bağımlılığını anlatan genel terim ‘küreselleşme’ dir”.

O halde bir önceki paragrafta Slattery’nin, Mike O’Donnell’den aktararak sunduğu küreselleşme olgusunun analizini iyimser ve kötümser şeklinde yapan sosyal teorisyenleri düşündüğümüzde Giddens mevzu bahis kavrama dair “iyimserdir” denilebilir. Günümüzde sosyoloji literatürünün başat kavramlarından biri olarak kabul edilen “Sosyoloji” adlı çalışmasında küreselleşen dünyanın avantajlarından bahsetmektedir. Şöyle ki Giddens (2005: 51)’a göre; “küreselleşme, dünyanın görünme biçimi ile bizim ona bakma biçimimizi değiştiriyor. Küresel bir görünüme uyum sağlamakla başka toplumlardaki insanlarla kurduğumuz bağlantıların çok daha farkında oluruz. Aynı zamanda, yirmi birinci yüzyılda dünyanın karşı karşıya kaldığı problemler konusunda daha bilinçli oluruz. Küresel bakış açısı, bizim dünyanın geri kalanıyla ilişkimizi algılamamız konusunda gözlerimizi açar.”

Giddens (1994) başka bir ifadesinde de küreselleşmeyi şöyle tanımlamıştı: “Uzak yerleşimleri birbirlerine, yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği ya da bunun tam tersinin söz konusu olduğu yollarla bağlayan dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlanabilir” (Aktaran: Yelken, 1999: 174). Giddens küreselleşmeye dair olumlu saptamalarda bulunmaktadır. Kanımca Giddens’ın küreselleşen dünyanın faydalarına atıfta bulunmasının temelinde küreselleşmenin hayatımıza her alanda sirayet etmesi ve artık onsuz olamayacağı görüşüdür. Yine küreselleşmeye dair çizdiği başka bir kavramsal çerçevesinde “küreselleşmenin

(18)

‘dışımızda’ gelişen bir olgu değil, mesafeli bir düzeyde işleyen ve bireysel işlerle kesintiye uğramayan bir süreç” (2005: 59) olduğundan bahsediyordu.

“Robertson, küreselleşmeyi modernleşmenin bir sonucu olarak gören Giddens’a karşı çıkarken, yerelliklerin yeniden inşası kavramıyla küreselleşmenin postmodernist yanına gönderme yapmaktadır. Küreselleşme tartışmasını homojenleştiricilerin modernist özelliğine, heterojencileştiricilerin postmodernist özelliğine vurgu yaparak bir uzlaşım ortaya koymak da mümkündür” (Yelken, 1999: 175). Bu noktada kanımca Keyman ve Sarıbay (1998: 7)’ın önemli bulduğu noktaya değinmek gerekirse: “Esas olan küreselleşmenin karşı konulmaz ekonomik, politik ve kültürel etkilerinin yerleşik kurumları, kavramları, değerleri ne şekilde dönüştürdüğünün saptanmasıdır”. “Küreselleşme, modernleşme ve postmodernleşmeyle ilintili bir olgu olup dünyanın bir bütün şeklinde somut yapılaşmasını ifade eder” (Robertson, 1992: 53; aktaran: Sarıbay, 1998: 17). Dolayısıyla, küreselleşmenin Batı dışı dünyada yarattığı etkileri de her şeyden önce modern postmodern gerilimini içeren bir doğrultuda görmek uygun olur. Söz konusu etkileri şu üç noktada toplamak mümkündür: (Camilleri ve Falk, 1992: 645; aktaran: Sarıbay, 1998: 17).

1) Bireysel kimliklerin patlaması ve siyasallaşması

2) Merkezi kurum ve yapıların etkisinin/öneminin azalmasıyla yerel kurum ve yapıların etkisinin/öneminin artmasının ihtiyaç duyurduğu yeni sosyal bağlara cevaben tüketim siyasetinin hakim konum kazanması

3) Bireyin davranış kalıbını küresel bir perspektif ve kültürel duruma göre ayarlamasına yönelik dayatma.

Küreselleşme en basit haliyle bir toplumsal değişme sürecidir. Elbetteki etkileri toplumsal düzeyde sınırlı kalmamaktadır. Bu noktada sosyal bilimlere ait pek çok kavramı gerek etimolojik gerekse sosyolojik açıdan irdelediği “Güncel Kültürde Temel

Kavramlar” adlı eserinde Aydın (2011: 268); “Küreselleşme bazı toplulukların

kendilerini başka ortamlarda ifade edebilmesini, bazı yerel değerlerin milli sınırların ötesine taşınabilmesini sağlamaktadır. Yaygın bir örnekle anlatmak gerekirse dünya çapında yayılma sadece Mc Donalds’ın hamburgerine ait değildir, aynı kapı Türk

(19)

lahmacunu için de açıktır ve New York’ta arz-ı endam edebilmektedir” düşüncelerine yer vermektedir. Ancak küreselleşmenin Batıda vuku bulan ve daha sonra diğer toplumları da himayesi altına alan bir sosyal olgu olduğu düşünüldüğünde bazı toplumların diğerlerine nazaran bu süreci daha hızlı yaşadığı ve daha fazla benimsediği söylenebilir.

“Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” adlı

çalışmasında Samuel P. Huntington (2002: 109) Batı kültürünün farklı coğrafi kesimlerdeki düzeni nasıl etkilediğine dair çarpıcı tezler öne sürmektedir. Şöyle ki; “Sovyetler Birliği’nin dağılması, Batı’yı gerçek anlamda tehdit eden tek gücün ortadan kalkması olarak ele alınmakta ve bunun sonucunda dünyanın, arada sırada Japonya’nın yardımıyla olmak üzere, temel Batı uluslarının amaçları, öncelikleri ve menfaatlerince biçimlendirileceği belirtilmektedir. Geriye kalan tek süper güç olarak Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa ile birlikte; güvenlik ve diğer siyasal konularda önemli kararlar alacaktır. Batı diğer bütün medeniyetler ve bölgeler üzerinde önemli menfaatleri bulunan ve diğer medeniyetlerin siyasetini, ekonomisini ve güvenliğini etkileyebilecek tek medeniyettir. Diğer medeniyetlerdeki toplumların amaçlarına ulaşabilmeleri ve menfaatlerini koruyabilmeleri için Batı’nın yardımına gereksinimleri vardır.”

“Küreselleşme, bir Amerika Birleşik Devletleri (ABD) politikası olarak ortaya çıkmış ancak kurulacak düzen Avrupa’nın ve Japonya’nın da çıkarlarına olduğu için bir kalkınmış ülkeler projesi haline dönüştürülmüştür” (Ertuna, 2006: 37). Bu doğrultuda Eken (2006) tam da bu durumu “post-kolonyalizm” kavramıyla açıklama yoluna gitmektedir. Eken’e göre (2006: 246); “’post-kolonyalizm’, her şeyden önce küreselleşmenin eşitsiz/adil olmayan bir süreç olduğu ve batılı toplumlar lehine işlediği varsayımını temel almaktadır. Bu varsayım Türkiye’yi içine alan az gelişmiş toplumların küreselleşme adı verilen olguyla birlikte Batı’nın özellikle, Amerika’nın güdümü altında olduğunu ve bu ulusların işlerlik alanlarının daraldığını ve bir krizle karşı karşıya oldukları görüşüne dayanır. Bu anlamda küreselleşme az gelişmiş ulus-devletler için bir tehlike teşkil ederken Batı’nın gelişmiş uluslarının daha da gelişmesini sağlamaktadır. Bu durum emperyalizmin ortaya çıkardığı sonuçla aynı sonuca işaret

(20)

etmekte ve bu nedenle bu teori de küreselleşmenin emperyalizmin yeniden tanımlanması, kavramsallaştırılması olarak kabul edilmektedir.”

Cangızbay (1998: 167) küreselleşen dünyaya ilişkin “pazar” eksenli bir vurguda bulunur. Ona göre; “globalleşmiş bir dünya, her yerin pazar, her şeyin pazar için var ve de herkesin pazarda olduğu bir dünya olacaktır. “Küreselleşme, en yalın anlatımıyla dışa açılma, dünya ekonomisiyle bütünleşmektir. Gerçekten küreselleşme ulus aşırı şirketlerin denetlediği ve yönlendirdiği bir dünya pazar topluluğunun oluşturulmasıdır” (Doğan, 2011: 21). İktisadi gelişmelerin ve ekonomi temelli toplumsal ilişkilerin varlığı da küreselleşen dünyayı anlamak açısından anahtar kavramlar olarak zuhur etmektedir. “Burada tarihsel bir süreç olarak ele alacağımız küreselleşme ‘Batı kapitalizminin zaman zaman yeniden yapılanma gereksinimi duyması ve bu sırada pazarını mümkün olduğunca genişletme çabasına girişmesi” (Orhan, 2000: 19; aktaran: Eken, 2006: 247). O halde ekonomi vurgusunun temelinde küreselleşen dünyanın oluşumunda esasen kapitalizm, sömürgecilik gibi mefhumların da öneminin ihmal edilmemesi gerekir.

“Sömürgecilik 19. yy da genişlemiş ve yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda, ‘küreselleşme’ yeni bir sözcük olmakla beraber, kökü sömürgecilik tarihine kadar uzanan çok eski bir sürecin sonucudur” (Doğan, 2011: 18). Kapitalizm kavramı ise yine sömürgecilikle büyük ölçüde ilişkili bir kavramdır. “Bir tanıma göre; kapitalizm bir işveren ya da işveren topluluğu tarafından geniş bir ölçüde üretimin örgütlenmesidir. Bu işveren ya da toplulukların, biriktirmiş oldukları sermaye ile ham madde, makine satın alır ve emek kiralarlar. Bunlarla harcanandan daha çok servet üretir, böylece kar sağlarlar” (Talas, 1980: 52; aktaran: Doğan, 2011: 19). “Kapitalizm, özel mülkiyet, insan ve doğa tarafından yaratılan sermayenin kar için kullanılması ile belirlenen ekonomik bir örgütlenme düzenidir” (Doğan, 2011: 19). Bu kavramların küreselleşme süreci ve yeni dünya düzeninde meydana getirdikleri değişimler bir sonraki başlık olan “Küreselleşen Dünyada Yeni Düzen Arayışları” adlı kısımda daha ayrıntılı bir perspektifte irdelenecektir.

Kimilerinin etik dışı olarak addettiği sömürgecilik, kapitalizm gibi kavramlar da esasen küreselleşme kavramıyla beraber kendilerine yaşam alanı bulan kavramlardır. Küreselleşmeyi veya küreselleşen dünyayı anlamak her zaman kimin bu olguyu nasıl değerlendirdiğine göre de değişebilen bir husus olarak zuhur etmektedir. Bu açıdan

(21)

dünyanın küreselleşmesi birilerine göre çok avantajlı bir dünyayı resmetmekteyken kimilerine göre ise son derece tehlikeli ve riskleri olan bir dünya tasviri hasıl olmaktadır. Peki bu noktada küreselleşmeyi her haliyle olumlamak ya da olumsuzlamak mümkün müdür? Küreselleşmeye dair yapılan her türlü yorum aslında bu soruya cevap olabilecek niteliktedir. Çünkü irdelenen her yorum küreselleşmeye dair pek çok noktada açık kapı bırakıldığını, hiçbir şekilde kesinliğin ve bitmişliğin söz konusu olmadığını göstermektedir. “Kültürün genel özelliği hatırlanır ve dünden bugüne insanlığın herhangi bir yerinde doğan verinin dünyanın değişik yerlerine taşındığı göz önüne alınırsa küreselleşmenin her haliyle olumsuz sayılması söz konusu değildir, çünkü ortada bir kültürleşme vardır ve bu hem kaçınılmazdır, hem de gereklidir. Ne var ki küreselleşme buna rağmen sanıldığı kadar da masum değildir. Özel bir yüklemeye sahiptir ve bu durum onu tabii bir kültürleşmeden ayırır. Bir başka ifadeyle küresellik bir yere bir şeylere göredir” (Aydın, 2011: 266-267). O halde görülüyor ki küreselleşen dünyaya ilişkin kimin ne ifade ettiğine bakarken kimin nerede ve hangi koşullarda bu düzeni değerlendirdiği de ihmal edilmemelidir.

Yukarıdaki ifadelerde farklı birçok sosyal bilimcinin görüş ve tespitlerinden yararlanılarak ortaya konulmak istenen “küreselleşen dünya” yı algılama çabası belirtilmek istendiği gibi, küreselleşmeyi, dünya açısından ne olumlu ne de olumsuz bir mefhum olarak nitelemektedir. Bugün, bir sonraki başlıkta ele alınılacak olan “yeni dünya düzeni” ninde pek çok yönden küreselleşme olgusu belirleyici rol oynamaktadır. Çünkü küreselleşme olgusu makro düzeyde ele alınabilecek bir olgudur. İçerisinde pek çok toplumsal değişme sürecini barındırması, siyasal, bilimsel, ekonomik birçok değişik kategoride devrimler meydana getirmesi hasebiyle küreselleşen dünyaya dair yorumların belirli ölçütlerle sınırlandırılması mümkün değildir. Çalışmanın ikinci başlığında “küreselleşen dünya” ve “yeni düzen” söylemlerinin ve bunlarla ilişkili olan diğer kavramları tazvih etmek meseleyi daha manidar kılacaktır.

1.2. Küreselleşen Dünyada Yeni Düzen Arayışları

İçinde bulunduğumuz dünyanın sürekli bir değişim içerisinde olduğu kayda değer bir gerçeklik olarak vuku bulmaktadır. Bu değişimin tanıklarının, belki de aktörlerinin gündelik hayatta bizler olduğu da çok açıktır. Çünkü değişim dediğimiz şey esasen insanlığa özgü bir şeydir. Her ne kadar kullandığımız eşyaların her geçen gün farklı

(22)

formlara büründürülüp bizlere servis edildiğini görüyor olsak da değişimin yalnızca “kullanılan”dan yani “nesne” durumunda olan “eşya”dan ibaret olmadığını, büyük çoğunluğun “kullanan”dan yani “özne” durumunda olan “insandan” da kaynaklandığını görmemek yeni dünya düzenini anlamayı zorlaştıracaktır. Söz gelimi gün geçtikçe siyasette, ekonomide, bilimde, teknolojide ve daha pek çok alanda değişimlere şahit oluyoruz ve süreç ilerlerken “yeni dünya düzeni”nin dışında kalmak aynı zamanda toplumun dışında kalmayı beraberinde getireceğinden kendimizi bizzat bu değişimin içerisinde buluyoruz. Nitekim, Bauman (2012: 202) da bu değişme isteğini “Sosyolojik

Düşünmek” adlı eserinde şöyle belirtmişti, “Modern olan düzene duyulan ilgi, onun

hakkında bir şeyler yapmaya duyulan yakıcı istek, bir şey yapılmadığı takdirde düzenin kaosa dönüşeceği korkusudur.” Öyleyse “değişim” kavramının anlamından başlamak “küreselleşen dünyada yeni düzen arayışları” nı anlamamıza olanak sağlayacaktır.

Sosyolojinin belki de en temel meselelerinden biri olan “değişim” den söz etmemek küreselleşen dünya için ziyadesiyle ihmal edilmiş bir durum olarak zuhur edecektir. Çünkü küreselleşme dediğimiz olgunun temelde kendisi bir değişim sürecidir. Buna mukabil, çalışmanın ilerleyen bölümlerinde de sık sık atıfta bulunulacak olan modernleşme, postmodernleşme, kentleşme gibi mefhumlar da bu değişimin toplumsal boyuttaki en elzem örnekleri niteliğindedir. “Modern dünyada yaşayan bizler, toplumun hiçbir zaman statik olmadığının, toplumsal, siyasal ve kültürel değişikliklerin aralıksız devam ettiğinin farkındayız. Değişimin kaynağı, koydukları yasalar ya da yürüttükleri politikalar aracılığıyla (örneğin, eşit ücret yasası çıkararak ya da bir ülkeye savaş ilan ederek) hükümetler olacağı gibi; toplumsal hareketler (örneğin, sendikalar, feminizm) şeklinde örgütlenmiş yurttaşlar, bir kültürden başka bir kültüre yayılma (askeri fetih, göç ve sömürgecilikle gerçekleşen yayılma gibi) veya teknolojinin maksatlı ya da maksatsız sonuçları da olabilir” (Marshall, 2009: 136).

Alman idealizmini eleştirmek amacıyla geliştirdiği Feuerbach üzerine tezlerinde Marx “felsefecilerin bugüne kadar dünyayı değiştirmek yerine dünyayı anlamak amacında olduklarını önermişti. Marx’a göre, dünyayı değiştirmek radikal siyaset anlayışının ön koşuluydu (Keyman, 1998: 35). O halde felsefecilerin değişim konusunda her daim söyleyecek sözleri vardır. Çünkü en genel ifadesiyle “bir düşünce etkinliği” olan felsefede de görüşler, içinde yaşanılan dünyadaki değişimlere paralel

(23)

olarak şekillenmektedir. Mesela Aydın (2011: 97) tam da bu doğrultuda Antikçağ Yunan Filozofu Herakleitos’un ünlü sözü üzerinden değişimi açıklama yoluna gitmektedir; “Düşüncenin adreslerinden biri sayılan felsefede, değişmenin en somut ifadelerinden birisi Herakleitos’a aittir. O, ‘her şeyin değiştiğini ve bir ırmakta iki kere yıkanamayacağımızı’ söyler. Çünkü ikinci yıkanışımızda bu su, önceki değil artık bir başka sudur, önceki su çoktan akıp gitmiştir”. O halde hiçbir şey için aynılıkların devamının mümkün olmadığını, sürekli bir değişimle muhatap kalındığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Marshall’a göre (2009: 136); “sosyologlar değişim sorununu büyük ölçüde tikel değişim süreçlerini yakından analiz ederek ve tanımlar geliştirerek irdelemişlerdir. Toplumsal değişim kuramları şimdilerde, küresel toplum düzleminden aile düzlemine kadar çok geniş bir alandaki fenomenleri (kısa ve uzun vadeli, büyük ve küçük ölçekli değişimleri) kapsamaktadır.” Marshall’ın “küresel toplum düzlemi” söylemi esasen değişen toplum düzenine işaret etmekte ve bu değişimlerin tamamını kapsar niteliktedir. Sosyologların bu öngörüsüne paralel olarak Aydın (2011: 100) ise; “esasen değişim sosyologlarına göre toplumsal rol ve statüler, ekonomik varlıklar, nüfus artışı, üretim ve görenekler, teknoloji, araç ve gereçler, eğitim kurumu, kişilik sistemleri, sanat, çocuk yetiştirme yöntemleri, cinsel davranış tutum ve değerleri, kitle iletişimi, dil ve benzeri her şey değişmektedir. Yani toplumsal değişme, toplumların bütününde veya herhangi bir öğesinde veya bunların işlev ve işleyişlerinde meydana gelen devinimdir” diyerek değişmenin toplumsal boyutu düşünüldüğüne hayatımızda yer alan her şeyin değişebileceğinden söz etmektedir.

Çalışmamızın konusu gereği küreselleşen dünyada meydana gelen değişimleri incelemekteyiz. Esasen değişimin pek çok yönü yine küreselleşme olgusuna dayanmaktadır. Buna bağlı olarak değişim süreçlerinin hayatımıza sirayet etmesiyle birlikte bu değişime adapte olamamak, sözgelimi küreselleşen dünyada yerel kalmayı tercih edip değişimin reddetmek bugün yaşadığımız dünyada ne kadar mümkündür? Her ne kadar yaşadığımız dünya bunun mümkün olmayacağını bizlere söylüyor olsa da bu sorunun cevabını tartışmalıdır diyerek açık kapı bırakmak daha doğru olacaktır.

“Küreselleşmiş bir dünyada yerel kalmak, toplumsal sefaletin ve alçalmanın bir göstergesidir” Bauman (2010: 9)’a göre. “Yerel varoluşun getirdiği sıkıntılar yetmezmiş

(24)

gibi, kamusal mekanlar yerelleşmiş hayatın menzili dışına çıkmıştır; ve yerel birimler anlam yaratma ya da anlam müzakere etme kapasitelerini kaybetmekte, kendi denetimleri dışındaki anlam verme ve yorumlama eylemlerine giderek daha fazla bağımlı hale gelmektedir” (Bauman, 2010: 9). Bu durum da değişimi ve bu sürece müdahil olma durumunu daha değerli kılmaktadır.

Bahsedilen “değişim” olgusuna bağlı olarak son yıllarda “Yeni Zamanlar”, “Yeni Dünya Düzeni” ve tıpkı bu söylemler gibi pek çok “yeni” terimini bünyesinde barındıran kavramlar işitmekteyiz. Bu söylemlerden kastedilen kanımca, küreselleşen dünyada artık yeni düzenlerin meydana geleceği ve eski düzenlerin kendiliğinden veya yeni düzene alışan insan topluluklarının eski düzenleri terk etmesiyle meydana gelecek olan arayışlardır. Çünkü her şeyden önce “küreselleşme dünya ekonomisiyle bütünleşmeyi hızlandırmıştır. Önceki çağların tersine, ekonomi artık öncelikle tarım veya endüstriye dayanmamaktadır (Giddens, 2005: 54). “Küresel ekonomi pek hissettirmeden ve belirsiz biçimde hayatlarımıza sızmaktadır” (Quah, 1999; aktaran, Giddens, 2005: 54).

“Yeni ekonomi” olarak adlandırabileceğimiz süreç bir taraftan 90’lı yıllardaki Amerika Birleşik Devletleri (ABD) deneyimini ve bu deneyimin enformasyon ve iletişim teknolojileri ile bağlantısını kurarken, diğer taraftan, küresel rekabet ve hızlı teknolojik ilerlemelerle birlikte ekonomilerin kuralları ve kurumlarıyla yeni bir değişim sürecine girdiklerini ifade etmektedir (Bayraç, 2003: 41). Quah’ın da “küresel ekonominin bizim isteğimiz dışında hayatımıza sızması” şeklinde belirtmiş olduğu bu durum aslında küreselleşiyor olan bizler için en elzem noktalardan birisidir. Çünkü bu süreci yaşayan bizler dünya düzeni değiştikçe bu değişimi gündelik hayatta hissetmiyoruz ve buna mukabil değişim üzerine düşünmüyoruz. Değişen her neyse ona uyum sağlıyoruz o kadar.

Robins (1997) bir tespitinde “küreselleşmenin sıradan bir süreç olduğundan (Aktaran: Tomlinson, 2011: 279)” söz etmişti. “Sürecin sonuçları olağan günlük hayatımızda, alışverişte, restoranda, televizyon karşısında, sinemada sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Küreselleşmenin kültürel ‘yaşanmış deneyimlerini’ böylelikle, küresel güçler tarafından giderek artan bir biçimde günlük hayatımıza sızan bir dönüşüm olarak kavrayabiliriz” (Tomlinson, 2011: 279). Adına her ne dersek diyelim bu değişim süreci

(25)

üzerine düşünmek yaşadığımız dünyayı, hayatı ve çevreyi anlamlandırmak hususunda da önemli olacaktır. Yelken (1999: 178) “Cemaatin Dönüşümü” adlı eserinde entarnasyonel boyutta sosyal bilimcilerin görüşlerinden referans alarak “Yeni Zamanlar” sürecini şu şekilde kavramsallaştırmaktadır:

“Nitekim ‘Marxizm Today’ dergisi çevresindeki düşünürler bu süreci, ‘Yeni Zamanlar’ projesi adıyla farklı boyutlarda ele almaktadırlar. Yeni Zamanlar tezine göre dünya yalnızca nicelikte değil, nitelik olarak değişmekte, ileri kapitalist toplumlar giderek bölünmüşlük, farklılaşma ve parçalanmayla nitelenir hale geldiği gibi, üretim sürecinde büyük değişim geçirmektedirler. Değişimi Marksist geleneğe bir ucuyla bağlı olarak, üretim ilişkileri ve ekonomik terimlerle ifade etseler de benzer noktalara ulaşmaktadırlar. Onlara göre değişim denilen şeyin özü; ‘…yirminci yüzyılın ilk üçte ikilik bölümünde modernlik deneyimini tanımlayan Fordizm’den postfordizme geçiş…’ olarak ifade edilmektedir. Yani üretim sürecinde, fordizmin ana özelliği olan eski seri üretim dünyasının bant sisteminden, ‘esnek uzmanlaşma’ yla tanımlanan yeni bir üretim biçimine geçiş söz konusudur. Yeni dünyanın evrimini idare edip yönlendiren olgu, onlara göre her şeyden önce bu değişimdir” (Hall ve Jacques, 1995: 16; aktaran: Yelken, 1999: 178). “Bu noktadan bakıldığında onlara göre, Yeni Zamanlar değişiminin motoru Batı’da kurulmuş olabilir fakat etkileri itibariyle küresel bir özellik göstermektedir. Bu birdenbire keskin bir geçişi de ifade etmemektedir, aksine eski güçler etkinliğini korumaktadırlar. “Hall ve Jacques’e (1995: 22) göre Yeni Zamanlar, temel ritimleri ve eğilimleriyle hala yerinde duran ‘kapitalizm’ in yeni zamanlarıdır. Sermaye hala kök salmış ve eskisine oranla küresel olarak daha da etkilidir” (Aktaran: Yelken, 1999: 178). “Fakat sermayenin ayakta durması halk gruplarının, sınıfların ve bütün cemaatlerin umut ve isteklerini sınırlandırma pahasına sağlanmaktadırlar. Yani, Yeni Zamanların bir başka özelliği zıtlaşma ve direniş odaklarının çoğalması ve ‘yeni özlemlerin’, ‘yeni toplumsal hareketlerin’, yeni ‘kollektif kimliklerin’ ortaya çıkmasında gözlemlenmektedirler.”

1980’lerden bu yana ‘yeni dünya düzeni’ adı altında farklı bir kapitalist piyasa ekonomisi inşa edilmektedir. Bu yeni dünya düzeninin kurum ve kuralları oluşturulmakta ve düzen küreselleşme logosu altında benimsetilmektedir (Ertuna, 2006: 36). Bu yorumdan da anlaşılacağı üzere esasen yeni dünya düzeninin getirdiği

(26)

transformasyonu toplumsal, politik, teknolojik gibi pek çok açıdan değerlendirebileceğimiz gibi asıl vurgunun ekonomi temelli olduğunu görmekteyiz. Bu da kuşkusuz ekonominin var olmasıyla birlikte “arz ve talep” dediğimiz süreci beraberinde getirecek ve “tüketici-üretici” ilişkilerinin gerek ekonomik gerek sosyolojik bağlamda geçirdiği dönüşümleri hatırlatacaktır. “Küresel ekonomi denilen bu olgu, “kendi enformasyon temelini bilgisayar yazılımı, medya ve eğlence ürünleri ve internet temelli hizmetlerle oluşturmaktadır. Bu yeni ekonomik yapı, ‘endüstri sonrası toplum’, ‘bilgi çağı’, ve belki bugün duymaya çok alışık olduğumuz ‘bilgi ekonomisi’ terimleriyle tanımlanmaktadır.

Bilgi ekonomisinin ortaya çıkması, bilgisayar, eğlence ve telekomünikasyon teknolojilerinde ortaya çıkan yeni gelişmeleri yakından izleyen ve bunları gündelik hayatlarına sokmaya çalışan geniş bir tüketici sınıfının ortaya çıkmasıyla yakından bağlantılıdır” (Giddens, 2005: 54). Ertuna (2006: 36) bu noktada; “bugün dünya çok hızlı bir teknolojik devrim yaşamaktadır. Bu devrim altında insanların tüketim konusundaki algılamaları ve davranışları hızla değişmiş, insanlar birer tüketim makineleri haline dönüşmüştür” şeklinde açıklamaktadır. Gerçekten de yeni düzenin getirdiği bu değişim bundan böyle tüketim kültürünün giderek artışına, buna bağlı olarak da toplumsal ilişkiler ve bireylerin yaşam tarzları gibi noktalarda da büyük çaplı dönüşümlere yol açmaktadır.

Bir önceki bölümde “küreselleşen dünya” olgusunu anlamaya çalışmış bu nedenle küreselleşme tanımlarına yer vermiştik. Şimdi küreselleşme olgusu “yeni dünya düzeni” olarak tekrar gündemimize girmekte ve bu bağlamda bir kavramsallaştırma yapmamızı zorunlu hale getirmektedir. “Bugün kurulmakta olan yeni dünya düzeni, zengin ülkelerin gelir farklılıklarını sürdürmelerini amaçlamaktadır. Bütünleşen dünyada, iletişim imkanlarının artması, sermayenin ülkeler arası akışkanlığı, işgücüne sağlanabilecek dolaşım hakkı ülkeler arası farklılaşmaları azaltabilir. Zengin ülkeler, gelir farklılıklarını koruyabilmek için yeni bir tür işbirliği ve yeni bir tür ekonomik düzen kurmak zorundadır. İşte kurulmakta olan bu düzen ‘küreselleşme’ düzenidir” (Ertuna, 2006: 37). “Yeni Dünya Düzeninin temellerinin atıldığı 1994 yılından bu yana, küreselleşme fakir ve zengin arasındaki uçurumun daralmasına hizmet etmemiştir. Hem ülkeler içinde, hem de ülkelerarası gelir dağılımı daha da bozulmuş, zengin daha zengin

(27)

olurken, yoksul daha yoksullaşmıştır” (Ertuna, 2006: 42). Yani bu tespitten de anlaşılacağı üzere “küresel dünya düzeni” aynı zamanda “küresel eşitsizlik düzeni” ni de beraberinde getirmektedir.

Bauman (2011: 28) “Bireyselleşmiş Toplum” adlı eserinde, “yeni küresel eşitsizliğin, yeni özgüvenin ve onu izleyen yeni üstünlük duygusunun benzeri görülmemiş ölçüde görkemli” olduğundan söz eder. Küreselleşmenin getirmiş olduğu ekonomik ve sosyal düzende zengin ve fakir arasındaki uçurumun giderek açılması zengin üzerinde daha fazla imkânların artmasını, fakir üzerinde ise imkanların giderek daha kısıtlı hale gelmesine yol açmıştır. Bauman (2011: 31)’a göre, “eski ve artık ölmüş olan düzen, öncekinden daha az kırılgan ve varlığını daha bağımsız biçimde sürdürebilen yeni bir düzenle yer değiştirmekteydi” ve yine Bauman (2011: 31) bu noktada farklı kulvardaki insanların aynı ortak paydada buluştuklarını ifade ederek; “ve hem düşünce hem de eylem insanlarının kendi faaliyetlerini adadıkları amaç yeni bir düzenin inşasıydı” şeklinde bir saptamada bulunmaktadır.

Sosyoloji literatüründe marksist düşünce geleneğinin öncüsü kabul edilen “Karl Marx ve onun gibi bazı yorumcular, modern çağın fırtınalı yeni ruhunu paylaşarak, eski düzenin geçip gidişini, esas olarak kasıtlı bir dinamitlemenin neticesi olarak gördüler: ‘Katı olanı buharlaştırmayı ve kutsal olanı dünyevileştirmeyi’ aklına koyan sermayenin yerleştirdiği bir bombanın neden olduğu bir patlama” (Bauman, 2011: 30). Buradan da anlaşılıyor ki aslında yeni düzen sağladığı imkânlar sebebiyle bireylerin yaşam tarzlarına kolaylık ve rahatlık getirse de olayın yüzeysel teorik kısmı bir tarafa bırakılıp, sağladıklarının yanında götürdüklerinin de (bireylerin adalet duygusunun zarar görmesi gibi) düşünülmesi gerekir.

Küreselleşen bir dünyada meydana gelecek yeni düzen de kuşkusuz haksız bir düzen olacaktır. Bu adaletsizliğin temelinde elbette ki küreselleşme olgusunun zengini daha zengin fakiri ise daha fakir hale getiren bir sistem öngörüyor olmasıdır. “Küreselleşme, adalet duygusundan yoksun biçimde işleyen sömürü mekanizmaları artık fabrika duvarları ve ulus-devlet sınırlarıyla yetinmeyerek, yeryüzünün her köşesine yayılmaya çaba gösteren bir uğraştır” (Doğan, 2011: 38). Doğan’ın küreselleşmeye dair çizdiği bu çerçeve yeni dünya düzeninde vuku bulan ve mevzu bahis olan adaletsizliği

(28)

çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Yeni düzenin inşasına yönelik şu saptamayı belirtmek durumu manidar kılacaktır;

“Hali hazırda ama geçici olarak gevşek olan bütün amaçların yeniden sıkılaştırılmakta olduğu ve geçmiş felaketlerin artık gemisi kazaya uğramış, ıssız bir adada tek başına kalmış ya da sürüklemekte olan kazazedelerinin, her şeyini kaybetmiş aylaklarının uygun yerlere yerleştirilmekte, iskan edilmekte ve karnı doyurulmakta olduğu yeni düzen, muazzam, sağlam ve uzun süreli olacaktı. Büyük olan güzeldi, akılcıydı; ‘büyük’ gücü, hırsı ve cesareti simgeliyordu. Yeni endüstriyel düzenin inşa alanı, güç ve hırsı ifade eden, demirden dökülmüş ve betona oyulmuş kibirli anıtlarla; yıkılmaz olmayan ama kesinlikle yıkılmaz görünen, iri cüsseli makinelerle ve makine teknisyenlerinden oluşan kalabalıklarla ağzına kadar dolu olan fabrikalar ya da devasa ve kesif kanal, köprü ve eski zamanların sonsuz ibadet tapınaklarını andıran tren istasyonlarıyla noktalanan demir yolu şebekeleri gibi anıtlarla donatıldı” (Bauman, 2011: 31-32).

Dünya üzerinde küreselleşme olayı hiç de yeni bir olay değildir. Yeni olan, günün teknolojik imkânlarından yararlanılarak geliştirilen, küresel şirketlerin çıkarlarına hizmet eden ‘kapitalist küreselleşme’ modelidir. Bu tür küreselleşme, kapitalizmin dünya üzerinde perçinlenmesidir (Ertuna, 2006: 44). Küreselleşmenin yeni sayılabilecek bir kavram olduğundan söz etsek de kökünün sömürgeciliğe kadar uzandığını bir önceki bölümde belirtmiştik. Öyleyse yeni düzen arayışında olan toplumların bu arayışı sömürgecilikten ve kapitalizmden bağımsız sürdürmeleri pek de mümkün görünmemektedir diyebiliriz.

“Kapitalizmin tarihsel kaydı yaşamın hızını sürekli olarak artırdığını gösteriyor. Aynı biçimde mekân ve uzaklığın ilişki kurmayı engelleme gücü de sürekli olarak azalıyor” (Tekeli, 1999: 59; aktaran: Doğan, 2011: 18). “Özellikle ulaşım ve iletişim teknolojisinin zaman ve uzam sınırlarını önemli ölçüde zayıflatması, büyük uzaklıklar arasında daha yoğun toplumsal ilişkilerin kurulması, insanların kaçınılmaz olarak değişik ekinlerden etkilenmesini hızlandırmıştır” (Doğan, 2011: 18). “Küreselleşmenin etkilerinden “birinin bireysel kimliklerin patlaması ve siyasallaşması” olduğu belirtilmiştir. Bu durumun temel nedeni “Giddens’ın (1990: 33; aktaran: Eken: 2006,

(29)

252) ‘modernitenin ileri aşamasında şahsi olmayan organizasyonların yıkıldığı ve bireye dayalı yeni bir psikolojik alanın geliştiği’ saptamasıyla açıklanabilir.

Küreselleşme süreciyle birlikte kendini yalnız hisseden ve güvensizlik duygusu yaşayan birey, ona sunulan bir toplumsal etiğe dayanarak kimliğini yeniden inşa etmeye çalışmaktadır. Bu toplumsal etiğin ayırt edici özelliği, bireyin niteliksel olarak diğerlerinden farklı olduğunu öne çıkarmasıdır. Artık hiç kimse kendini hısımlık, kast veya sınıf aracılığıyla toplumda konumlandırmamaktadır” (Eken, 2006: 252). O halde denilebilir ki yeni düzen arayışında birey zaman zaman kendisini tehdit eden bir güvenlik sorunuyla da muhatap olmaktadır. Belirtilen bu noktada Tomlınson (211: 279)’un “küreselleşme sadece her seviyede temayüz eden bağlantıların sıklığı bakımından değil, bize dayattığı kültürel politikalar açısından da karmaşıklık ve güvensizlik duygusu barındıran bir süreç” olarak ifade ettiği küreselleşme vurgusuyla yine yeni düzende bireyin yaşadığı güvensizlik duygusuna işaret etmektedir.

Tek kişiden topyekün topluma kadar tüm insanlığın dışa karşı savunma anlamında bir güvenliğinden söz edilebilir. Denebilir ki bu seviyede bir güvenlik sorunu insanlığın başından beri vardır. Daha sonra modern çağlarda özellikle ulus/devlet yapılarıyla bağlantılı olarak başlı başına bir ‘güvenlik sorunu’ ve buna bağlı bir ‘güvenlik sistemi’ doğmuştur. Güvenlik sorunu birilerinin güvenliğinden kuşku duymaya, bir gücün kendi gücünün dışında bir oluşum ortaya çıkabileceği endişesinin başladığı yerde kendisini gösterir. Nasıl ki hak düşüncesi haksızlıkların, özgürlük talebi baskıların boy gösterdiği bir ortamda söz konusu edilirse güvenlik de bir güvensizlik kaygısı üstüne oturur; güvenlikçi kendini güçlendirmeye ve periferideki potansiyel güçleri tasfiyeye yönelir (Aydın, 2006: 295-296).

“Uzunca bir zaman spontane olarak işleyen güvenlik mekanizmaları, modern dönemlerde güvenlik sistemleri haline gelmiştir. Bilindiği gibi sistemler, belli öğeleri bir eksende toplayan örgütlü yapılardır. Bu çerçevede özel personel kullanma, yasal düzenlemeler, sebep ve sonuçları değerlendirici mekanizmalar bu güvenlik sisteminin bazı unsurlarıdır. Şüphesiz bunların içerisinde geleceğe yönelik tasarımlar da vardır. Ama bu sistem her şeye rağmen gerçekçi bir yapıdır, kurgusal değildir. Buna karşılık günümüzde belirgin hale gelen güvenlikçi sistem kurgusal bir şeydir. Tanımlayıcı nitelikteki en önemli yönlerinden birisi, güvensizlik nedenlerinin de sistemin bir parçası

(30)

olması, bizzat oluşturulması veya en azından bunlardan yararlanılmasıdır. Bu kurgusal ve düşman belirleyicisi sistem manipülatiftir, mizansenlere dayanır, çevreyi hep yeniden kurar” (Aydın, 2009: 216). Dolayısıyla yeni düzende meydana gelen bu “güvensizlik” sorunu esasen yeni sistemin planlı bir şekilde getirdiği ve uyguladığı bir meseledir. “Bu güvensizlik aynı zamanda ise kapanmayı dışa açılma kadar yeni, daha tanışık ve daha güvenilir olana yönelmeyi de beraberinde getirecektir” (Yelken, 1999: 175).

Yeni dünya düzeni ile güvenlik sorunun daha ileri boyuta ulaşmasında küreselleşen dünyada hızını alamayan teknolojik gelişmelerin de büyük etkisi bulunmaktadır. Söz gelimi yaklaşık bundan yirmi yıl önce cep telefonları yalnızca konuşma işlevini üstlenirken, yeni dünya düzeninin zirvesine ulaştığımız bugünlerde sosyal medya kullanımından fotoğraf çekimine pek çok fonksiyonu üstlenmektedir. Bu tür gelişmeler yalnızca teknolojik boyutla sınırlı kalmayıp endüstrileşmeyle birlikte kültürel alanda da bir dönüşüme neden olmaktadır. Eken (2006: 248) bu durumu şöyle tasvir etmektedir; “1960’ların ikinci yarısından başlayarak 1980’ler boyunca devam eden dönemi, sosyal bilimler literatüründe kültür nosyonunun yeniden keşfedildiği dönem olarak anmak gerekir. Bu yıllar, var olan kültür tanımlarının yeniden gözden geçirildiği ve yeniden tanımlandığı, vurgunun çok kültürlülüğe kaydığı bir dönemi simgelemektedir. Özellikle 1980’lerden sonra değişmeye başladığını belirttiğimiz kültür tanımları, ‘global kültür’ kavramını ortaya çıkarmıştır. Bu kavram, Batı’nın ekonomik yayılmasıyla eş zamanlı olarak kültürünü diğer ülkelere yayma çabasına işaret etmektedir. Bir başka deyişle Batı’nın kendi yerelini evrenselleştirme çabasıdır.”

Global kültür, iletişim hızının ve yoğunluğunun artması ile ilişkilidir. Küreselleşmenin bir etkisi de bilindiği gibi bilgi-haber ve imaj akışlarının yoğunlaşmasıdır (Aslanoğlu, 1998: 257; aktaran: Eken, 2006: 249). Dolayısıyla artık birçok toplumsal ilişki bu iletim ağlarıyla gelişmekte ve bu iletişim süreci küreselleşen dünyanın gerektirdiği yeni düzende uluslararası bir düzeyde meydana gelmektedir. O halde “küreselleşen dünya düzeni” söylemini karşılayan bir başka kavram “bilgi çağı/toplumu” kavramından da bahsetmek gerekecektir.

Hepimiz bir bilgi çağında yaşıyoruz; hepimiz bir bilgi toplumunun parçalarıyız. Bilgi yeni bir zenginlik ve güç kaynağı, bilgi teknolojisi de yeni üretim aracıdır. Son 10-15 yıldır yazarlar ve dünya liderleri bilgi teknolojisinin küresel bir toplum ve dünya

(31)

ekonomisi üzerindeki etkilerini anlayabilmek için büyük çaba harcamışlardır. Bu alanın önde gelen yazarlarından biri, kent sosyolojisi, modern kent konularında çalışmaları olan ve yakınlarda küresel kapitalizm üzerine yazıları yayınlanan İspanyol sosyolog ve radikal teorisyen Manuel Castells’tir. Castells’e göre, post-modern toplumun tanımlayıcı karakteristikleri bilgi teknolojisi, internet ve hepimizi kuşatan bilişim toplumudur (Slattery, 2010: 399). Bilindiği üzere, “küreselleşmeye açılan kapı, iki büyük devrimle olmuştur. Bu devrimlerden birincisi Fransa’da gerçekleştirilen 1789 siyasal devrimi. İkincisi İngiltere’de kök salan daha sonra Avrupa’nın öteki ülkelerine ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’ne yayılan ‘sanayi devrimi’ dir” (Doğan, 2011: 21). Beraberinde muazzam bir endüstrileşme meydana getiren “sanayi devrimi taşımacılık ve iletişimde bir devrim yarattı” (Slattery, 2010: 400).

Slattery, (2010: 400) “bilişim toplumu” kavramsallaştırmasını şu şekilde sunmaktadır; Demiryolları, buharlı makineler, arabalar ve nihayetinde uçağın icadıyla dünya çok küçük bir yer haline geldi ve uluslararası iletişim telefon, telgraf, radyo ve televizyonun icadıyla hızla gelişti. Yirminci yüzyılın sonu, sadece uydu teknolojisiyle kitlesel iletişim bakımından değil, kişisel iletişim ve bilgiye ulaşma bakımından da bir ‘iletişimler devrimi’ olarak görüldü. Kişisel bilgisayarlar, mobil telefon ve internet ulaşımı gibi faktörler bilginin yaygın olarak kullanıldığı bilgi toplumlarını bilgi teknolojisinin bir yaşam biçimi, işyeri kadar evin de temel bir özelliği haline geldiği küresel iletişim ve ekonomik etkinlik ağının bir parçası olan bilişim toplumlarına dönüştürdü.”

Castelles’e (1996; aktaran: Slattery, 2010: 403-404) göre, “bilgi/bilişim devrimi, basitçe ekonomik bir olgu değildir. O yeni bir toplumsal düzen tipine, yeni bir bilişim ve ağ toplumuna yol açma potansiyeline sahiptir. Bilişim toplumları, sadece bilginin önemli olduğu toplumlar olmayıp, aynı zamanda bilgi ağlarının toplumsal hayata nüfuz ettiği ve onun temelini teşkil ettiği, iş hayatı ve boş zaman faaliyetlerinden oy verme davranışına ve alışverişlere kadar bütün bireysel ve toplumsal etkinlik biçimlerini mümkün kılan ve hatta motive eden toplumlardır. Yeni küresel ekonomi, piyasaları birleştirme ve bilgi/para akışı sağlama bakımından teoride mükemmel olsa da, bir otomasyon sürecine, kendine ait zihni olan bir yaratığa, hiç kimsenin, hiçbir hükümetin, hiçbir şirket ve organizasyonun kontrol edemediği acımasız bir mantığa dönüşmüştür.”

(32)

Çağdaş sosyoloji kuramcılarının önde gelen isimlerinden biri olan Daniel Bell “sanayi ötesi toplum” kavramına ilişkin çıkarımlarında bahsettiğimiz yeni dünya düzenine ilişkin belirgin ipuçları sunmaktadır. Bell (1974; aktaran: Slattery, 2010: 462)

“Sanayi Ötesi Toplumun Gelişi” nde bu toplum tipinin beş temel özelliğini şöyle

sıralar:

1) Endüstriyel açıdan – mal üretiminden hizmet ekonomisine geçiş.

2) Mesleki açıdan – mavi yakalı endüstriyel mesleklerden beyaz yakalı profesyonel ve teknik konumlara, işçi sınıfı ağırlıklı bir toplumdan daha orta sınıf bir topluma geçiş.

3) Politik açıdan – politikacılar ve işadamlarından oluşan geleneksel güç yapısına meydan okuyabilecek yeni bir bilgi sınıfının yaratılması.

4) Kültürel açıdan – ilerlemenin ve politika oluşturmanın asıl kaynağı olarak teorik bilginin merkezi konumu.

5) İdeolojik açıdan – teknolojinin kontrolü ve teknolojik değerlendirmeye dayalı bir gelecek yönetimi.

Bell’in sanayi ötesi toplum teorisi görüldüğü üzere yalnızca “ekonomik” temelli bir varsayım üzerinden değil pek çok sosyolojik kategori üzerinden temellenmektedir. Hatta ekonomik vurgu diğer kategorilerin gerisinde bile kalmıştır. Nitekim Slattery (2010: 463) de Bell’in bu teorisine atıfla “sanayi ötesi toplumun can damarının para değil bilgi” olduğu yönünde bir saptamada bulunmuştur. Burada kastedilen durum, bir toplumun sanayi ötesi toplum formatına bürünebilmesi söz gelimi bilimsel araştırmalarla veya eğitim kurumlarında gerçekleşen makro düzeydeki atılımlar gibi faaliyetlerle olabilir. Burada dikkat çekici olan ve sanayi ötesi toplum teorisini bahsettiğimiz yeni dünya düzeninde anlamlandırmaya aracı kılan nokta Bell’in 2000’li yıllarda dünyada olacak gelişmelere yönelik tahminlerinde kendisini göstermektedir.

Bell (1974) yıllar önce kaleme almış olduğu eserinde “2000 yılında Japonya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Birliği ve Batı Avrupa dahil, günümüzün çoğu ileri sanayi toplumunun sanayi ötesi bir döneme geçeceğini ileri sürer ve bu konuda önde gelen

Referanslar

Benzer Belgeler

For countries with low OECD growth rates, the next crisis prone TN is associated with higher import growth rate combined with lower change in trade balance, lower export

Yeni toplumsal hareketler, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumun sistem yıkıp sistem kurucu ideolojilere olan güven ve inancının sarsılması, böylelikle

Suzanne Lacy, 90'lı yılların başında, bu sanatı politik değerlere gömülmüş olan, geleneksel kamusal sanattan ayırabilmek için, “yeni tip” kamusal sanat

Biyoetik konularda kendilerini geliştirmek isteyen Yale lisans öğrencileri için 2003’te yaz stajı olarak başlayan ve 2009’da yaz okuluna dönüştürülerek tüm

Bu başarısıyla ulusal bir marka haline gelen Estonya, 2014 yılında tüm dünyaya dijital hizmetlerini kullanma ve Avrupa Birliği networkünü kullanma imkanı

‘Stephan Hawking'den korkutan açıklama: İnsanlık ortadan kalkacak’ (Stephan, 2017) başlıklı haberde “Ünlü bilim adamı Stephen Hawking, "Teknoloji bir

YENİ.

YENİ.