• Sonuç bulunamadı

Günümüzde sosyal bilimler literatüründe kent mefhumunu pek çok açıdan irdeleyen çalışmalar vuku bulmaktadır. Özellikle kent ve sosyoloji ilişkisini çözümlemek kente dair birçok meseleye önemli ölçüde ışık tuttuğundan ve çalışmamızın hasredildiği alan kent sosyolojisi disiplini olarak zuhur ettiğinden, kent kavramsallaştırmasını sosyolojik bir düzlemde ele almak hasıl olacaktır. Çalışmamızda yararlandığımız kaynaklar gereği kent yerine bazen şehir kavramı da kullanılmaktadır. Fakat kavramsal açıdan her ikisi de aynı anlamı karşılamaktadır.

Kent, sosyolojiden ekonomiye, ‘savaş sanatı’ndan mimariye birçok disiplinin ortak konusudur. Fakat gecikmeden hemen söyleyebiliriz ki, kent bütün bu disiplinlerden önce orada yaşayanların, kentlilerin asıl konusudur. Kentliler, bütün bu disiplinlerin ürettikleri kavramların da yardımıyla kent yaşamını sürekli sorgulamalı, ortaya sürekli yeni değerler koymalıdırlar. Kenti kurmak, düzenlemek, yenilemek, değişik alanların uzmanlarından önce, onların işidir (Bumin, 2010: 1). Bumin’in de belirtmiş olduğu üzere esasen kent sosyolojisine veya farklı disiplinlere mensup araştırmacılar kent hakkında birçok tez ileri sürseler de, önemli olan kentte yaşayanların ne düşündüğü ve kent üzerine ne söylediği ya da söylemediğidir. Lynch (2012: 1) kentle ilgili ilginç bir açıklamasında şöyle belirtmektedir; “kentte, her durumda gözün görebileceği, kulağın işitebileceğinden fazlası, keşfedilmeyi bekleyen bir dekar ya da manzara vardır. Hiçbir şey kendiliğinden deneyimlenemez. Çevresiyle her zaman bağları olmalıdır, kendisini meydana getiren olaylar dizisiyle, geçmiş deneyimlerin hatırasıyla algılanabilir.” Lynch’in belirttiği bu durum esasen kentin neden sosyolojinin başat ilgi alanlarından biri haline geldiğini anlatmaktadır.

Alver (2012a: 11) kent ve sosyoloji ilişkisini şöyle tasvir etmektedir; “Kentin temelde toplumsal bir alan oluşu onun diğer açıklama tarzlarının öncesinde sosyolojik yönüne ışık tutar. Kent meselesi sosyolojinin özüdür. Modern ve kentsel bir toplumun bilimi olma iddiasındaki modern sosyoloji, bakışını kente çevirmek durumundadır. Kenti tartışan sosyoloji, bir yönüyle kendini tartışır; kendi bakışını, alanını, meselelerini ve iddialarını. Çünkü kentin karmaşık dünyası, zengin göstergeleri, etkileyici formu ve çeşitli hayat tarzlarını barındıran enginliği sosyoloji için mümbit bir laboratuvar halini alır. Sosyoloji için kent vazgeçilmez bir deneyim alanıdır. Bu deneyim alanı bütün

yönlerini aşikâr eder. Sosyoloji kentin her yönüne, her unsuruna ilgi duyar; her alanını analiz etmeyi dener. Onun için sadece kentin toplumsal haritası değil aynı zamanda fiziksel haritası da açıklayıcı modeller sunar. Yoğun ve süreğen bir göstergeler alanı olan kent bu bakımdan sosyolojinin gözünü alamadığı, sürekli takip ettiği, baktığı, gözlem yaptığı bir ufuktur.”

Sosyolojik olarak bakıldığında kent, genel olarak, aile, klan ve kabile gibi insan birlikteliklerinin sonunda ulaşılmış, yere bağlı bir ortak yaşama biçimidir (Aydın, 2011: 243). Kent ve sosyoloji ilişkisini kent sosyolojisi disipliniyle kavramsallaştırma yoluna giden Erkan (2010: 14), “kent sosyolojisinin; ilk kentlerin nasıl ortaya çıktığını, tarihsel süreç içinde nasıl değişim gösterdiğini, farklı üretim biçimlerinin kentler üzerindeki etkisini, sanayileşme ve kentleşme ilişkisi başta olmak üzere; kentleşme ile aile yapısındaki siyasal davranışlarda, kültürde kısaca toplumsal yapıda meydana gelen bütün değişmeleri incelemeye çalıştığını” belirtir. Dolayısıyla kente dair söylenen her söz veya kenti anlamlandırma çabası kuşkusuz ki sosyolojinin de ilgi alanına giren ve aynı zamanda onu da alakadar eden bir söylem olarak belirecektir. Çünkü kent, yalnızca tek bir olguyu değil birçok meseleyi içine alan bir kavramdır. Herhangi bir kentten bahsedildiğinde aynı şekilde o kentin kültürel yapısından, fiziksel özelliklerinden ve toplumsal yapısından da bahsetmek şart olmaktadır. Çünkü kenti kent yapan yalnızca sahip olduğu fiziksel özellikler değil, bundan daha fazla o kentin toplumsal-kültürel yapısıdır. Alver (2010: 36)’e göre; “kent, fiziksel gerçekliğinin yanı sıra toplumsal ve kültürel bir öze sahiptir. Kenti var eden aslında bu toplumsal ve kültürel özdür.” Mumford (2007: 109; aktaran: Alver, 2010: 36) ise bu durumu şöyle açıklar; “kent bir yapılar yığınından çok, birbiriyle ilişkili ve sürekli etkileşim içinde olan bir işlevler kompleksidir, tek başına bir güç yoğunlaşması değildir, aynı zamanda bir kültür kutuplaşmasıdır.”

Alver (2012a: 9), “Kent İmgesi” adlı makalesinde kentin, “insanlık tarihinin belli bir anında ve belli koşullarla oluşan ve sosyal, kültürel, iktisadi, tarihsel, dini, mimari, estetik yönüyle temayüz eden bir yaşam alanı” olduğunu belirtir. Dolayısıyla yukarıda sözünü ettiğimiz “kenti yalnızca fiziksel özelliklerden ibaret bir mekan olarak görmemek aynı zamanda kenti kent haline getiren pek çok özelliğin olduğu” yönündeki tezimiz kendisini bir kez daha göstermiş bulunmaktadır. Kent nasıl yalnızca fiziksel bir

inşa değilse aynı şekilde yalnız başına toplumsal bir inşa da demek değildir. Alver (2012a: 10) tam da bu noktada; “kent, ne tek başına yapılar, binalar sistemidir ne de tek başına insani/toplumsal hayatın akışıdır. Her iki unsurun birbirine geçtiği, birbirini dokuduğu, birbirine anlam kattığı ilginç bir birleşimin adıdır kent” şeklinde tezini geliştirmektedir.

Harvey (2009: 28) kente ilişkin bahsedilen fiziksel-toplumsal diyalektiğine vurgu yapar; “kent hakkındaki herhangi bir genel kuram, bir şekilde, kentin yüklediği mekânsal biçimle kentteki toplumsal süreçleri bağdaştırmalıdır. Disiplinler açısından bu, iki önemli araştırma ve eğitim geleneğini birleştirmeye karşılık gelir.” Harvey (2009: 31) yine bu duruma ilişkin; “toplumsal ve coğrafi muhayyileyi kent bağlamında bir araya getirmek için bazı baskıların ortaya çıktığına dair işaretler görülmeye başladı. Fakat bir mücadele yaşandı. Çoğu zaman, coğrafi ve toplumsal yaklaşımlar, birbiriyle ilgisiz ya da en fazla kentsel sorunlar konusunda birbirinin alternatifi görüldü. Örneğin bazıları, kentin mekânsal biçimini değiştirmeyi ve böylece toplumsal süreci şekillendirmeyi denediler. Bazıları ise gerekli toplumsal hedeflere ulaşmak ümidiyle toplumsal süreçlere kurumsal kısıtlamalar koymayı amaçladılar. Bu stratejiler alternatif oluşturamazlar, birbirlerini tamamlayıcı olarak görülmeleri gerekir. Başarılı bir strateji, mekânsal biçim ile toplumsal sürecin aynı konuyu düşünmenin değişik yöntemleri olduğunu kabul etmelidir. Bu yüzden ikisi hakkındaki düşüncelerimizi uyum içine sokmamız gerekir, aksi halde kentsel sorunlarla uğraşırken çelişkili stratejiler yaratmaya devam ederiz” şeklinde ifade etmektedir.

Kent, hem olgusal hem de imgesel bir gerçekliktir. Somut bir olgudur; bellidir, aşikardır. Ama aynı zamanda imgedir; bir gösteren, sembol ve bir aynadır. Toplumsal hayatı uzlaşma, kültürlenme, çatışma, çelişki, adalet, eşitlik yahu eşitsizlik, baskı etrafında bütün yalınlığıyla yansıtan bir aynadır kent (Alver, 2012a: 10). Bu açıdan kent, içerisinde yaşayan bireylerin gerek fiziksel gerekse kültürel olarak yaşadıkları birçok olayı resmeden bir nitelikte zuhur etmektedir. “Kentin tanımı bazı önemli toplumsal potansiyellerin, bunların gelişim evrelerinin, geleneklerin, kültürün ve yerleşik bir insan topluluğuna ait özelliklerin birikimci gelişimini ya da diyalektiğini içerir” (Bookchin, 1999: 17; aktaran: Alver, 2010: 34).

Kente dair en önemli özelliklerden birisi de kuşkusuz ki kentin bir sosyalizasyon misyonu üstleniyor oluşudur. Şöyle ki, kent sahip olduğu kozmopolit yapı ve nüfus yoğunluğu nedeniyle birbirine yabancı pek çok insanın aynı mekanları paylaşması, aynı türden sosyal ilişkiler içerisinde olması gibi aynılıkların çoklukla ifade edilebileceği bir imkan da sunmaktadır. Aydın (2011: 44) bahsettiğimiz bu durumu, “kentin en temel özelliğinin, ailenin dışında yabancılarla birlikte yaşanan bir alan olduğu söylenebilir” teziyle açıklama yoluna gitmiştir. “Kentin tanımlanmasına toplum bilimsel ölçütle yaklaşan araştırmacılar, sorunu daha kapsamlı ele alırlar. Bu araştırmacılar kentin diğer yerleşim biçimlerinden farklı bir topluluk olarak taşıdığı kendine özgü niteliklerine ağırlık vermektedirler. Kenti toplum bilimsel ölçütle tanımlarken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalar; o yerleşme yerindeki üretimin yapısı, nüfus yoğunluğu, heterojenliği ve örgütleşme düzeyleridir. Çünkü kentin en önemli özelliklerinden birisi tarım dışı etkinliklerin yoğunlaştığı bir alan olmasıdır (Erkan, 2010: 16). “Kent” kavramının tarım dışı etkinliklerin yapıldığı bir alan olarak addedilmesi bizlere aynı zamanda “köy” kavramının ne olduğu ve “kent ve köy” ayrımının hangi kriterler eşiğinde yapılması gerektiğine de işaret etmektedir. O halde kent ve köy karşılaştırması yapıldığına kent neye denir? Bunun üzerinde de düşünmek gerekir.

İnsanla bir uzam (mekan), bir toprak parçası üzerinde yaşarlar. İnsanların yaşamlarını sürdürdükleri bu mekan parçasına ‘kent’ ya da ‘köy’ adı verilir. Kent ile köy, her zaman birbirinden kesin çizgilerle ayrılamaz. Bu nedenle, insan topluluklarından bazıları, kentlerle köylerin ortak özelliklerine sahip bulunan yerler üzerinde bulunur. Kentin ya da köyün ne olduğu, nasıl tanımlandığı konusunda çeşitli düşünceler vardır (Keleş, 2004: 105). Keleş (2004: 106) kent ve köy ayrımı yaparak tezine şöyle devam eder; “belli bir yönetsel örgüt biriminin sınırları içinde kalan yerlere kent, bu sınırların dışındaki alanlara köy denilmesini gerektiren tanımlar, yönetsel sınır ölçütünü kullanan tanımlardır. Bu amaçla, genellikle, belediye sınırları içindeki nüfus, ‘kentli nüfus’ olarak adlandırılır. Başka bazı tanımlarda, nüfus ölçütüne dayanılmakta, belli bir nüfus düzeyini aşmış olan yerleşmelere ‘kent’, diğerlerine ‘köy’ adı verilmektedir.”

Kent ve köy ayrımını standart bir biçimde karşılaştırmanın doğuracağı sakıncaları da belirten Keleş (2004:106), “kent-köy ayrımında salt nüfus ölçütünü benimsemek ölçütü oluşturan nüfus düzeyinin altında kalmakla birlikte, kentsel özyapı kazanmış olan yerleşmeleri kent saymamak sonucu doğurabilir. Bu sakıncayı gidermek üzere birçok ülkede kent köy ayrımına temel olmak üzere nüfus ölçütüne başka ölçütlerin eklendiği karma ölçütler kullanılır.” “Bir yerleşmeye ‘kent’ adının verilebilmesi, genellikle, nüfusun tarım dışı kesimlerde çalışmasına bağlıdır. Buna göre yerleşmeler, tarım dışındaki ve tarımdaki nüfus oranlarına bakılarak, ‘kent’ ya da ‘köy’ adını almaktadırlar” (Keleş, 2004: 107). Bu da köy-kent ayrımını en anlaşılır derecede bariz kılan özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kente dair olan ne varsa esasen yalnızca kenti değil kentle birlikte birçok olguyu da etkilemektedir. Söz gelimi, ekonomi, aile, siyaset, eğitim gibi toplumsal kurumlar kendilerine kentte yaşam alanı bulmaktadırlar. “Başından beri kentin hemen diğer bütün kurumlar üzerinde bir etkisi vardır. Mesela aile ve unsurlarının geçirdiği değişimin önemli bir kısmı, kentle bağlantılı olarak gerçekleşegelmiştir. Kent başlı başına doğal dönüştürücü bir dinamiğe sahiptir. Bu dinamik demografik yoğunluktur. Durkheimci sosyolojiye göre toplumsal yoğunluk arttıkça mevcut beşeri yapılar ayrışır, yeni ögeler ortaya çıkar, eskiler yeni biçimler kazanır veya işlevlerini yitirmişlerse elenip yok olurlar” (Aydın, 2011: 244). İşte kent tam da bu değişime tanıklık eden en önemli kavram konumundadır. Çünkü sosyolojik anlamdaki bu transformasyon kent eliyle vücut bulmaktadır. Daha da önemlisi kent her ne kadar bu değişimin mimarı konumunda olsa da, bu değişimin kontrol mekanizması değildir. Lynch (2012: 2)’ e göre, “kent, çok çeşitli sınıf ve karakterlere sahip milyonlarca insan tarafından algılanabilen ve hatta zevk alınan bir nesne olmanın ötesinde, yapısını kendilerince sebeplere göre sürekli geliştiren pek çok yaratıcının da ürünüdür. Genel hatlarıyla bir süreliğine sabit kalsa da ayrıntıları sürekli değişir. Büyümesi ve formu üzerinde ancak kısmi bir kontrol sağlanabilir. Kesin bir sonuç elde edilemez, ancak sürgit evrelerden bahsedilebilir. O halde, duyumsal hazlar için kentleri tasarlama sanatının mimariden, müzikten veya edebiyattan oldukça farklı olmasına şaşmamak gerekir. Bu sanatlardan öğreneceği çok şey vardır, ancak onları taklit edemez.”

Huot (2000: 33)’a göre; “Gerçekte kent, karmaşık bir toplum yapısının, bireysel düzeyde çözülemeyecek sorunların üstesinden gelmesine olanak sağladığı ve kendine özgü özellikleri bulunan bir yerleşim sistemidir. Bu nedenle kenti, özellikle sakinlerinin ekonomik ve sosyal faaliyetlerinin çeşitliliği karakterize etmektedir” (Aktaran: Erkan, 2010: 15). Bu nedenle kent için “farklılıkların mekanı” nitelemesi kullanılabilir. Bu farklılık mesleki, ekonomik, etnisite gibi çok farklı eksenlerde olabilir. Ancak bu farklılıkları ortak paydada buluşturan her bireyin aynı kentsel yaşamda teneffüs etmesidir. “Kentsel yaşam biçiminin belirgin nitelikleri olarak çoğunlukla birincil ilişkilerin yerini ikincil ilişkilerin alması, akrabalık bağlarının zayıflaması, komşuluğun kaybolmaya başlaması ve toplumsal dayanışmanın geleneksel temelinin zayıflamasına yol açmaktadır. Fakat bu değişimler kentlerde yeni bir örgütlenme ve bütünleşme biçimini de ortaya çıkarmaktadır. Kentli birey geniş ölçüde, ekonomik, siyasal, eğitimsel, dinsel ya da kültürel alanlardaki gönüllü örgütlerin etkinlikleri sayesinde kişiliğini ifade eder, geliştirir, statü kazanır böylece içinde yaşadığı toplumla yeni bütünleşme yolları geliştirir” (Erkan, 2010: 17). “Gerçek bir kent, örgütlü hiyerarşik siyasal ve sosyal bir yapı yansıtmalıdır. Böyle bir kent, belli bir ekonomik ve sosyal gelişmeye tanıklık etmeli; barındırdığı insanlarla çevresinde yaşayan insanlar arasında yeni bir tür ilişkinin kurulduğunu göstermelidir” (Huot, 2000: 34; aktaran: Erkan, 2010: 18). Dolayısıyla bahsedilen düzlemdeki bu entegrasyon ve sosyalizasyon süreci bireye kentli olmasının tanıdığı bir olanak olarak vuku bulmaktadır. “Kent kısmen, önceki üretimde biriktirilmiş sabit varlıkların bir deposudur. Belli bir teknoloji kullanılarak inşa edilmiş ve belli bir üretim tarzı bağlamında yapılandırılmıştır. Kentsellik bir toplumsal biçim, diğer başka şeylerin yanında belli bir iş bölümüne ve egemen üretim tarzıyla genelde tutarlı, belli bir hiyerarşik faaliyet düzenine dayandırılmış bir yaşam tarzıdır” Özdemir (2012: 163)’ e göre.

Kentte bir arada yaşamak zorunluluğu bulunan insanların yaşadığı veya maruz kaldığı durumları göz önünde bulundurarak bir kent kavramsallaştırması yoluna giden Harvey (2013: 117) Asi Şehirler adlı eserinde, şehrin “her türden ve sınıftan insanın her ne kadar gönülsüzce ve agonistik bir biçimde de olsa yan yana gelerek durmadan değişen, gelip geçici, ama yine de müşterek bir yaşantıyı ürettiği bir mekan” olduğundan söz eder. Aynı zamanda bahsettiği bu müştereklik ifadesine yönelik de; “yitirilmiş olduğu düşünülen kentsel müştereklerin son dönemde yeniden vurgulanır

olması, yakın zamanda deneyimlenen özelleştirme, ortak alanların kamuya kapatılışı, mekânsal denetim ve polis gözetiminin derin etkilerine delalet eder. Son dönemde belirginleşen bir gözetim dalgası, genel olarak kentsel yaşamı, özelde de kapitalist sınıf çıkarlarının etkisi (hatta hakimiyeti) altındaki kentsel süreçlerin içinden yeni toplumsal ilişki biçimleri (yeni bir tür ortak alan) meydana getirme potansiyelini hedef almıştır” (Harvey, 2013: 117) şeklindeki düşüncesiyle açıklama yoluna gitmektedir. Burada dikkat çekici olan nokta Harvey şehirde olası bir güvenlik sorunundan da söz etmektedir. Kuşkusuz ki, kent gibi heterojenliğin ve kozmopolitliğin yoğun yaşandığı bir mekanda bireylerin birbirlerine kusursuz bir güven duygusu beslemelerini beklemek ütopik bir düşünce olarak vuku bulur. Güvensizlik belirli önlemleri almayı beraberinde getirse de bir süre sonra aynı ortamı paylaşan insanların her daim birbirlerinden şüphe etmelerine ve bu güvensizliğin yaşamın her alanına sirayet etmesine neden olacağı görülmektedir.

Kuşkusuz ki sosyal bilimlerdeki olgulara dair her bireyin çizdiği kavramsal çerçeve birbirinden farklı nitelikte zuhur edecektir. Tıpkı diğer kavramlar gibi “kent” için de bu durum geçerlidir. Kentin ifade ettiği anlam bireyin kente dair nasıl bir paradigma geliştirdiğine bağlıdır. Bunun yanı sıra zamanla her olgu taşıdığı işlevler bakımından değişikliğe uğrayacağından kent kavramı da her dönem farklı bir anlamlandırma ile gündeme gelmiştir. “Tarih içinde çeşitli nedenlerle kentlerin taşıdıkları anlamlar ve fonksiyonlar sürekli olarak değişikliğe uğramıştır. Bulundukları dönemin siyasal, ekonomik ve kültürel yapısı kentlerin geçirdikleri değişim sürecinde önemli bir yere sahiptir. Bu alanlarda tanık olunan olaylar dolaylı veya dolaysız olarak kentsel yönetim tarzını, kentsel mekânın kullanım biçimini, kentteki kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini etkilemekte ve yön vermektedir” (Karakurt, 2006: 1). Söz gelimi, İstanbul’da yaşayan bir birey için yaşadığı kenti anlamlandırmasında kentin ekonomik yaşam koşulları, yaşanılan siyasal olaylar ve kentteki kozmopolit sosyal yapı bu değerlendirme için dayanak olurken, daha küçük bir Anadolu kenti olan Çankırı’da yaşayan bir bireyin yaşadığı kenti değerlendirmesi o kentin sahip olduğu daha homojen özelliklerden ibaret olacaktır.

Sosyal bilimciler kente dair kavramsallaştırma yoluna giderken kavramı temelde hangi unsurla ele aldıkları, ileri sürülen tezin adeta mihenk taşı konumundadır. Önceki

ifadelerde bahsedildiği gibi kimisi kavramsallaştırmasına demografik unsurları dayanak yaparken, kimisi ekonomik etkinlikleri dayanak haline getirmektedir. Keleş (2004: 107) tam da bu doğrultuda “Kentleşme Politikası” adlı çalışmasında bir ekonomistin kente dair nasıl bir tanımlama geliştirdiğini ifade eder. Şöyle ki; “bir ekonomiste göre, kent mal ve hizmetlerin, üretim, dağıtım ve tüketimi sürecinde toplumun sürekli olarak değişen gereksinimlerini karşılamak için ortaya çıkan bir ekonomik mekanizma” olarak yorumlamaktadır. Dolayısıyla kente ilişkin net bir çerçeve çizmek bu anlamda pek mümkün görülmemektedir.

Toplum bilimci Louis Wirth ise; kent, toplumsal bakımdan benzerlik göstermeyen bireylerin oluşturduğu, göreceli olarak geniş, yoğun nüfuslu ve mekânda süreklilik niteliği olan yerleşmedir (Keleş, 2004: 107). Bu bölümün ilerleyen kısımlarında gerek klasik gerekse çağdaş sosyoloji teorisyenlerinin kent kuramlarına bakılacaktır. Fakat genel bir çıkarım olarak Keleş (2004: 132)’in şu yorumuna yer vermek gerekirse; “Toplum bilimcilerce yapılan kent tanımlarının ortak özellikleri, belli bir nüfus çokluğu, yoğunluk, iş bölümü, uzmanlaşma ve türdeş olmama gibi özelliklerdir.” Çünkü Aytaç (2007: 202)’ın da belirtmiş olduğu üzere; “günümüz kentleri, farklı siyasetlerin ete kemiğe büründüğü, mekân, insan, zaman, kimlik, kültür, imge ve göstergelerin kaotik ve çatışkan biraradalık sergilediği, oldukça heterojen ve kozmopolit alanlardır. Üzerinde yaşayan insanlar için yer/mekân olmanın ötesinde toplumsal/politik aidiyetlere, farklı yaşam deneyimlerine, kimliksel ve kültürel çoğulculuğa, yeni bakış ve düşünsel formlara karşılık gelirler. Bu yönleriyle, toplumsal gruplaşmalar, kültürel çeşitlilik, çoklu kimlikler, farklı sosyaliteler ve yaşam stillerinin köken bulduğu verimli bir havzadırlar.”

Farklılıkların ve türdeş olmamanın vurgusunun yapıldığı bu kavramsallaştırmaya benzer şekilde Lefebvre (1998; aktaran: Özyurt, 2007: 111) ise şöyle yaklaşmaktadır: “Kent çözümlemecileri sınırlayıcı bir tanım yapmak yerine, onu tanımayı tercih ettiğinde şu özelliklerle karşılaşır: Kentler, yeniliklerin ve buluşların; ekonomik gelişmenin; sanayileşmenin; askeri, dini ve ekonomik örgütlenme ile siyasal değişimlerin; yeni değerler ve tutumların; özgürlüklerin; yabancılarla karşılaşmanın; işlevsel farklılaşmanın; biyolojik ve kültürel çeşitliliğin; kozmopolitleşmenin,

melezleşmenin; sosyalleşmenin; uygarlaşmanın ve örgütlü kontrolün mekânlarıdır. Kent ayrımclığı dışlar ve farklı limliklerle karşılaşma imkânı verir.”

Önceki kısımlarda kente dair bakış açısı geliştiren her sosyal bilimcinin referans aldığı noktaların farklı olduğunu belirtmiştik. Bu noktada sosyolojinin gerek geleneksel gerekse çağdaş düşünürlerinden fenomen isimlerin kent kuramlarıyla çalışmamıza devam edecek olursak, o noktada da her sosyoloğun temel aldığı unsurun başka olduğunu göreceğiz. Özdemir (2012), “Kentin Tanımlanmasında Sosyolojik Yaklaşımlar” adlı makalesinde sosyal bilimcilerin kent hususunda nasıl bir kategorizasyona gittiklerinden söz etmektedir. “Kentleri basit olarak, toplumların evriminde içkin olan çelişkilerin, çatışma ve uzlaşmaların siyasal, tarihsel ve sosyolojik olarak biriktirdiği toplumsal ve mekânsal birimler olarak tanımladığımız vakit, kendiliğinden sosyal bilimlerin de konusu, inceleme nesnesi haline getirmiş oluruz (Özdemir, 2012: 151). Kent tanımına ilişkin sınıflandırmaların nasıl yapılması konusunda fikir öne süren Özdemir (2012: 153), “liberal/Marksist, modern/postmodern, coğrafi/ kurumsal/ sosyokültürel gibi şemsiye kategoriler seçilerek yaklaşımlara göre yapılabilir ya da mekan/kültür/ekonomi/siyaset gibi kent özgüllüğünde tanımlanan temalar seçilerek yapılabilir” şeklinde belirtmektedir.

Marx ile başlamak gerekirse, “Marx’a göre, kent yalnız üretim güçlerinin değil,