• Sonuç bulunamadı

Kamusallığın Kurumları Olarak Kentsel Mekânlar

1.5. Küresel (leşen) Kent Söylemi

2.1.1. Kamusallığın Kurumları Olarak Kentsel Mekânlar

Özellikle 21. yüzyılın gelişiyle birlikte gündelik hayatımıza hızla giren kavramlardan birisi de “kamusallık” tır. Esasen kamusallık dünyada ve ülkemizde çok eskilere dayanan bir kavram olsa da, yaygınlığını geç kazanması, kavrama kaynaklık eden çağdaş sosyoloji teorisyenlerinden Jurgen Habermas’ın “Kamusallığın Yapısal

Dönüşümü” adlı çalışmasının dilimize geç yapılmış olan tercümesinden kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda ülkemizdeki dönemsel siyasi atmosferlerin kavramın tartışma boyutunu sınırlandırması kavrama dair farklı paradigmaların geliştirilmesini zorlaştırmıştır. Kamusal olarak addedilen alanın da bir mekân prototipi olması, çalışmamızın başat kavramlarından biri olan “kentsel mekân” oluşumunu bir de bu paralellik üzerinden açıklama yoluna gitmeyi sağlamıştır. O halde kamu(sallık) nedir?

Sözlük anlamı itibariyle kamu (public) herkes, genel, umum, halka ait, açık, aleni gibi anlamlara gelmektedir. Genel gözleme açık, ortada olan ve herkesin denetimine açık anlamlarını da taşımaktadır. “Karşısında konumlandırılan ‘özel’ sözcüğü ise kişinin aile ve arkadaşları ile sınırlanan mahfuz bir yaşam bölgesi anlamındadır” (Sennett, 2010: 32). Kamuya çıkmak, Türkçe bir ifade ile ‘halkın arasına karışmak’ anlamına daha yakındır (Yelken, 1999: 180). “Terim, kamu (alanın) da gözüken her şey herkes tarafından görülebilir ve duyulabilirdir ve mümkün olan en geniş açıklığa sahiptir anlamına gelir. Kamu terimi, içinde özel olarak bize ait olandan ayrı, hepimiz için ortak olan bir dünyayı ifade eder” (Arendt, 2012: 92-95). Habermas (2013: 58)’ın vermiş olduğu örnek anlamı daha net bir çerçeveye oturtmaktadır. “Herkese açık iseler toplantıları ‘kamusal’ olarak adlandırırız tıpkı kamusal yerlerden veya kamusal binalardan söz ettiğimiz gibi.”

Sennett’e göre, “kamu’ nun modern tanımı; aile ve yakın arkadaş kesimlerinden farklı konumu olan bir toplumsal yaşam bölgesi (bu özel alandır) değil, görece çok çeşitli inançları içine alan, tanıdıklar ve yabancıların oluşturduğu kamusal alandır” (Yelken, 1999: 180). Öyleyse denilebilir ki kamusal alan yapısallığı itibariyle kozmopolittir. Tek tiplilik anlayışı, kamusal alan için uygun bir model değildir. Çünkü kamusal alan temelde farklılıkların bir arada yaşamasına olanak tanıyan bir modele işaret etmektedir. Dolayısıyla sınırlarının birileri tarafından çizilmiş olduğu bir kamusal alan tahayyülü mümkün görünmemektedir. Kamusallığa atfedilen bu kozmopolit

yorumunu Sennett’in ifadesiyle yorumlamak gerekirse, “her yere girip çıkabilen, her yerde rahat hareket eden ‘kozmopolit’ Sennett’e göre kamusal insandır” (Yelken, 2003: 46). Kent mefhumunun başat özelliklerinden birinin kozmopolitlik olduğu düşünüldüğünde, kentte yaşayan yani ‘kentli’ birey bu anlamda “kamusal insan” dır denilebilir.

Sennett’e göre, “kamu, aile ve yakın arkadaşlar dışında geçen yaşam anlamına geliyordu: Bu kamu bölgesinde çok çeşitli, karmaşık toplumsal gruplar kaçınılmaz olarak bir araya gelecekti. Bu kamusal yaşamın odak noktası büyük şehirlerdi” (Sennett, 2010: 34). O halde kamusallık denilen oluşum aslında kendisine kent mekânında yaşam alanı bulmaktadır. Aytaç (2007: 206) “bu bağlamda kent mekânları, kamusal alanın tam da orta yerinde yer alırlar. Her kesime açık olmaları, sınırlamaların olmaması ya da az olması, toplumsal temsile açıklıkları vs. itibariyle, kamusal mekân olarak nitelendirilmeyi hak etmektedirler. Kentin kamusal mekânları olarak da, genelde, müzeler, sanat galerileri, tiyatrolar, sosyal kulüpler, yayınevleri, kitapevleri, salonlar, kafeler, kahvehaneler, barlar, oteller, restoranlar vb. mekânları saymak mümkündür. Bu mekânların her biri, gerçekte, kent kamusuna seslenen, sosyal temsiliyet vaat eden, kentli yurttaşların yoğun/yaygın katılımına ev sahipliği yapan mekânlar olarak, kentin gündelik yaşamında önemli bir yer işgal ederler” şeklinde ifade etmektedir.

Kömeçoğlu (2003a: 41) kamusallık ve kentsel mekân ilişkilendirmesini Habermas’dan referansla yorumlamaktadır, “Habermas, kamusallığı, mekânsal pratiklerle kurulu ilişkilerinden çok temporal (zamana ilişkin) bir söylem düzeyinde incelese de edebi kamusallığın siyasi kamusallıkla ilişkisine dikkat çekmiş ve edebiyat tartışmalarının yapıldığı ‘salon ve kahvehanelerde’ ortaya çıkan sohbetlerin, forumların modern siyasi kamusallığın oluşumu için verimli bir zemin hazırladığını düşünmüştür. ‘Kamusallığın kurumları’ olarak da adlandırdığı, kahvehane ve salon gibi küçük mekânlardaki tartışma ve sohbet ortamlarının önemini göstermiştir.” Bu küçük sosyal mekânlar, Habermas için, dinleyici ve katılımcılara dayalı çok özel bir deneyimin siyasi alandaki kamusallığa doğru evrilmesini kolaylaştırır (Aytaç, 2007: 207). Kamusal alan birbirlerini daha evvel hiç görmemiş insanların da karşılaştığı ve diyalog kurma imkânının tanındığı bir mekândır. Buna karşın özel olarak addedilen alan da buna çok fazla imkân bulunamamaktadır. Söz gelimi ev bir özel alan kurgusuna işaret eder. Ev

ortamındaki insanlar ya ailedir ya da birbirlerini tanıyan insanlardır. Bu nedenle burada kamusallığa ilişkin bir ipucuna rastlanmaz. Ancak kentsel mekânlardaki alanlar umuma açık bir yapı teşkil ettiğinden kamusallıkla doğrudan ilişkilendirilebilir.

Kentsel mekânların kamusallık özelliğini taşımalarıyla birlikte bir anlamda bu mekânların sosyalizasyon süreçlerine katkıda bulunduğu da gözlemlenmektedir. Sosyalizasyon süreci, bireyin toplumla bütünleşmesini ve bu yönde toplumsal ilişkiler geliştirmesini belirtir. Sosyoloji literatüründe toplumsallaşma ile aynı anlama işaret eden kavramı Akın (2012: 17) bazı sosyal bilimcilerin görüşlerinden harmanlayarak şöyle belirtmektedir:

“Kişinin çevresindekilerle arasındaki etkileşim süreci olan ve kişide sosyal davranış örüntülerinin kabulü ile sonuçlanan toplumsallaşma/sosyalleşme/sosyalizasyon (Fichter, 2002: 25) bir toplumdaki insanların gerek toplumun norm ve değerlerini içselleştirerek, gerekse toplumsal rollerini (işçi, arkadaş, yurttaş vb. olarak) yerine getirmeyi öğrenerek, toplum üyeleri haline gelmeleri sürecidir (Marshall, 1999: 760). Sosyolojideki genel kullanımında toplumsallaşma, insanın doğumuyla başlayan gelişim sürecinde anne-baba, arkadaşlar, okul gibi toplumsallaşma aracıları rolü ile bireyin sosyal rolleri kazanması süreci olarak kabul edilmiştir (Rapley, Hansen, 2006: 591). Toplumsallaşma ile birlikte insanlar ‘biz’ duygusunu ve bilincini kazanmaktadırlar.” Aynı kentsel mekânları paylaşan bireyler için bireylerin sahip oldukları özellikler ne denli farklı olursa olsun bu mekânlar bir ortak paydadır. Ortak paydanın keşfedilmesiyle birlikte bireylerin toplumsallaşma süreci de buna paralel ilerleyecektir.”

Kamusal alan çalışmalarında, bu alanın sosyallik (sociability) boyutuna dikkat çeken Nilüfer Göle (2002), kamusallığın toplumsal mekânlar aracılığıyla incelenebileceğini vurgulamış, dolayısıyla Richard Sennett ve Erving Goffman gibi düşünürlerin yaklaşımlarının benimsenmesini de teşvik etmiştir. Göle aynı zamanda kamusal alanın ‘toplumsal bir muhayyile’ olarak görülebileceğini ve sürekli yapılandırılan bir süreç içinde anlaşılabileceğini düşünmektedir. Bu yaklaşım, önceden verilmiş ya da belirlenmiş sosyolojik iddiaların tersine, kamusal alanın toplumsal pratiklerle yaratılmakta olan dinamik dokusuna nüfuz etmeye çalışmaktadır (Kömeçoğlu, 2003a: 39-40). Buradan da anlaşılacağı üzere kamusal alan esasen kentsel mekânla anlam kazanmaktadır. Kentte yaşanan toplumsal ilişkiler ve bu toplumsal

ilişkilerin birincil olmaktan uzak daha çok ikincil boyutta seyretmesi kentteki toplumsal pratikleri kamuya açık hale getirerek yeni bir kamusal-kentsel mekân oluşumuna gönderme yapmaktadır. Söz gelimi, çocuklarını çocuk parkına götüren ebeveynler bu vesileyle diğer ebeveynlerle tanışmakta ve çocuklar üzerinden gelişen ebeveyn kimliğinin gerektirdiği şekilde bir diyalog sürdürmektedirler. Buradaki ebeveynler ne akrabadır ne arkadaş. Yalnızca kamusallık taşıyan bu kentsel mekânlarda belirli amaçlar ile bir araya gelen ve ortak paydaları olan bireylerdir. Aynı şekilde farklı ailelerin çocuklarının bu ortam yolu ile bir araya gelip kısa sürede kaynaşmaları da yine bu kentsel mekânın kamusallık vurgusuna örnek teşkil etmektedir. Bu şekilde yeni toplumsal ilişkiler üretilmekte ve kentsel mekânların kamusallığı eliyle bir sosyalizasyon sürecinin yaşandığına tanık olunmaktadır.

Aytaç (2007: 210)’a göre, “kentsel mekânların kamusallık iddiaları, onların en fazla da üzerine yaslandıkları ve kamusal ilgi ve konulara açıklıkla karakterize olan sosyalite bağlamlarından kaynaklanmaktadır. Farklı insan gruplarına açıklık gösterdiklerinden, toplumsala dair sorunların konuşulabilmesi, bu yönde gruplaşma, cemaat ya da alt kültür yapılarının oluşması mümkün olabilmektedir. İnsanların sohbet etme, alışveriş yapma, paylaşma, eğlenme, vakit geçirme vs. gibi farklı pratiklerinin herkese açık ve herkesin önünde cereyan etmesi, buraları kamusal bir sahneye dönüştürmekte, bu açıdan kafe/kahvehaneler, müzik mekânları, eğlence kurumları, tüketim mekânları, yeme-içme mekânları vs. bir şekilde kamusallığın mekânları olarak öne çıkmaktadırlar.” Kamusallığın mekânları olarak addedilen bu alanlar aynı zamanda toplumsallaşmanın mekânları olarak da görülebilmektedir.

“Habermas mekânsal performansı yeterince ele almadığı için sosyallik biçimlerinin kamusalı oluşturan etkileyici, ifade edici, duygu belirtici özelliklerini marjinal bir konuma itmiş ve kültürü tartışmanın içine çekmemiştir. Bu normatif yaklaşımın neticesinde toplumsal performanslar olarak da düşünebileceğimiz, dışarıda yemek-içmek, tiyatro izleyiciliği, sanat aktiviteleri, kültürel tüketim, moda gibi canlı kamusallık biçimlerinin çelişkili, çok renkli, çok katmanlı, parçalı, muğlak, müphem, tutarsız, hazcı, keyifli, göz boyayıcı özellikleri ortaya çıkmamıştır. Habermas’ın sunduğu kamusalın katılımcıları bütünüyle rasyonel aktörlerdir, adeta ‘mekânda birer gövde değil, sayfa üzerinde ifade edilen birer zihin yapısıdırlar’ (Hetherington, 1997:

82; aktaran: Kömeçoğlu, 2003a: 42) şeklinde Habermas’ın düşüncelerini yorumlamaktadır Kömeçoğlu (2003a: 41-42). Habermas’ın ifade ettiği, esasen kişilerin kamusal alanlara çıkmadan önce nasıl bir forma bürüneceklerini planlayıp daha sonra bu alanlarda varlıklarını gösterdikleri yönündedir. Ancak Sennett tam da bu konuda Habermas’dan farklı düşünmektedir.

Kömeçoğlu (2003a: 42) kamusal alanda yaşanan sosyallik konusunda ortaya konan en yoğun ve tutkulu çabayı Sennett’in Kamusal İnsanın Çöküşü adlı eserinde görmenin mümkün olduğunu belirtir. “Sennett kamusal alan çalışmalarının, sosyalliğin analizleriyle bağlantılı olarak sürdürülmesi gerektiği konusunda ısrarcıdır ve kentsel mekânlar ile uzun dönemli sosyo-tarihsel süreçler arasındaki karşılıklı etkileşime dikkat çeker. Habermas’ın tersine, kişilerin ev ve özel alandaki ahlaki ve normatif değerlerle şekillendikten sonra kamusala katıldıklarını vurgulamak yerine bizzat kamusal alanın mekânlarında, sosyallik biçimleriyle şekillendiğini düşünür.” Kömeçoğlu (2003b: 10), “Sennett’in ünlü kitabına ‘kamusal alanın çöküşü değil de, kamusal insanın çöküşü koymasını” bu nedenle anlamlı bulmaktadır. Sennet’in ifade etmiş olduğu bu durum oldukça manidardır. Çünkü kamusal alan değişen dönemlere bağlı olarak bazı farklılıklara uğramak dışında olduğu yerde durmaktadır. Burada altı çizilmesi gereken nokta, kamusallık vurgusu taşıyan kentsel mekânlarda yaşayan insanların yaşadıkları transformasyonu anlamak olmalıdır. Bu dönüşüm anlaşılırsa Sennett’in kozmopolit kent insanını kamusal insan olarak addettiği ve dönüşümü bu kamusal insan prototipi üzerinden açıklama yoluna gittiği süreç kentli bireyler olarak hepimiz için yönlendirici olabilir.

Kent mekânlarının sosyolojisi üzerine düşünülürken bu mekânların kamusal bir mahiyette tezahür ettiği fikri de ihmal edilmemesi gereken bir toplumsal gerçeklik olarak vuku bulmaktadır. Özel alandan farklı olarak kamusal alanın en genel olarak ifade edilen anlamında olduğu gibi “herkese açık” olduğu özelliğiyle hasıl olması kamusallık kazanımında kentsel mekânların rolünün ne derece önemli olduğunu göstermektedir. Kuşkusuz ki, bireyler bu kamusallıkta yer edinirken belirli özelliklerini de beraberlerinde getirecektir. Söz gelimi, bireylerin kentsel mekânlarda edindiği tüketim alışkanlıkları ve bu mekânlarda yer alırken sergiledikleri davranış örüntülerinin bir nedeni olarak kimlik kazanımları da tıpkı kamusallık gibi kentsel mekânların

üstlendikleri misyonlar olarak belirecektir. Bu nedenle kentsel mekânları bu işlevleriyle de değerlendirmek gerekmektedir.