• Sonuç bulunamadı

Kentsel Mekânlarda Ayrışma ve Kimlik Kazanımı

1.5. Küresel (leşen) Kent Söylemi

2.1.2. Kentsel Mekânlarda Ayrışma ve Kimlik Kazanımı

Kentsel mekânların ifade ettikleri kamusallık hasebiyle herkese açık alanlar olduğu herkesçe bilinen bir gerçek. Ancak burada ihmal edilmemesi gereken bir husus, bu mekânları paylaşan bireylerin aynı prototipin insanları olmadığıdır. Bu nedenle kentsel mekânlar çok sesli ortamlar olup aynı zamanda mekânın sahip olduğu özellikler bağlamında bireye kimlik atfeden bir yapıda tezahür etmektedir. Çünkü kişi kendisini kentsel mekânda şekillendirecek ve buna bağlı olarak davranış örüntülerini gerçekleştirecektir. Düşünülmesi gereken bir başka önemli husus ise, kentsel mekânlarda zaman zaman ayrışmaya tanık olunmasıdır. Kent ortamındaki mekânsal ayrışma da aynı zamanda farklı kimliklere farklı mekânsal ortamları uygun gören bir fonksiyon üstlenmektedir. Mekânsal ayrışma hangi boyutta olursa olsun kent insanına sahip olduğu kimliği hatırlatır ve bu doğrultuda bir hayat tarzı benimsemesini dayatır.

En temel haliyle kimlik, “insanın kim olduğu, diğerleri tarafından nasıl görüldüğü, rolü, ihtiyaçları ve değeri konusundaki sorulara cevap verme tarzının davranışlara yansıma biçimidir” (İmançer, 2003: 237). “Kimliğin kurucu unsurlarından en önemlisinin başka birinin yani ‘ben’ den başkasının (postmodern ifadeyle öteki’nin) bulunmasıdır. Öz-bilinç sahibi bir varlık olan insan, toplumsal yaşamda ve tarihsel süreçte oluşturduğu birikimi, kültürü, kendini tanımlama da kullanmaya başlamıştır. Bir insan yaşamı tek başına, kendisini tanımlayacak bir birikim oluşturmaya hiçbir yönden yeterli olmadığı için, insan öz bilincinin gereksinimini, diğer gereksinimlerini karşıladığı kaynaktan, yani bir üyesi olduğu toplumdan karşılamıştır” (Türkbağ, 2003: 215). Denilebilir ki, bireyin sahip olduğu kimlik esasen doğup büyüdüğü toplumun değerleriyle şekillenir. Türkbağ’ın da belirttiği gibi bu durum zorunludur. Çünkü bireyin tek başına böyle bir yetisi yoktur. Ancak müdavimi olduğu toplum böyle bir misyonu üstlenecektir.

Bilişsel sosyal psikoloji kimlik sorununu birey veya birey-grup ilişkileri düzeyinde almaktadır. Bir grup daima diğerlerine rağmen, diğerleri vasıtasıyla veya sayesinde diğerleriyle birlikte, varoluş koşulları içerisinde kendini algılar, tanımlar,

konumlar, değerlendirir, karar verir ve hareket eder. Bu anlamda bireyin ilişki içinde bulunduğu grup önemlidir ve kimlik toplumsal yaşamda kişinin bir başkasından farklı olduğunun ve diğerlerine indirgenemeyeceğinin bilincidir (İmançer, 2003: 238). Aslında kimlik en genel haliyle tek bir şeyi belirtir. Bu da kişinin diğerlerinden farklı olması olarak yorumlanabilir. Çünkü bireyin kimliği ancak farklılıklar arasında bir şey ifade eder. Mesela bir toplumdaki her bireyin aynı karakteristik özelliklere sahip olduğunu, aynı statü ve maddi göstergelerle bir yaşam tarzı oluşturduğunu var sayarsak, o zaman kimlik kavramı çok önemli olmayacaktır. Çünkü kimlik kavramı diye bir şeyden bahsetmemiz zorlaşacaktır. Hâlbuki kimlik dediğimiz mefhum farklılıkların içerisinde beliren ve kendisini gösteren bir oluşumdur.

Marshall (2009: 407-408)’a göre, “modern sosyolojide berrak bir kimlik kavramı yoktur. Kimlik geniş kapsamda ve esnek biçimde, insanın kendi benlik duygusuna, kendisi hakkındaki duyguları ve fikirlerine (örneğin ‘toplumsal cinsiyet kimliği’ ya da ‘sınıf kimliği’ terimlerindeki gibi) atıf yapılarak kullanılmaktadır. Bazen, kimliğimizin, içinde bulunduğumuz ve daha sonra içselleştirdiğimiz, toplumsallaşma süreciyle şekillenmiş olan toplumsal rollere atfedilen beklentilerle oluştuğu varsayılmıştır.” Laclau ve Mouffe (1991: 170) ise kimliğin değişebilen bir olguya işaret ettiğini belirtir. Şöyle ki, “kişinin farklı deneyimleri tarihsel ve toplumsal koşullardan bağımsız olmaksızın bireysel yaşamını düzenler. Bu da demektir ki kimlik, birçok düşünce ve enformasyona açık üretilmektedir. Fakat kendini konumlandırmak açısından daima belirli gruplara ait olmayı ve grup dışında fragmanlaşan kimliğe karşı kabul edilen normlar ve değerlerin bir seçimini talep eder, böylece sürekli değişim ve sapmaları mümkün kılan değişimlere açıktır” (Aktaran: İmançer, 2003: 239).

Aydın (2011: 247) ise kimlik kavramının yorumunu şu şekilde yapar, “kavram olarak kimlik, sosyal kişi, grup ve örgütlerin üzerine iliştirilmiş ve onun kim olduğunu niteleyen bir sosyal-politik etiketleme işlemidir. Yani kimlik çoğu kere sosyal varlığın özüne ilişkin değil, öncelikle dıştan görünümüne ait bir işlemdir. Burada önemli ve sorunsuz olan kimlik, taşıyıcısının kendisi için uygun bulduğu kimliktir.” İmançer (2003: 238) ise kimliğin sosyolojik yorumunu şöyle yapmaktadır, “modern toplumlarda birey evde, işte, arkadaş, arasında farklı kimlikler takınarak çok sayıda kimliği bütünleştiren bir benlik taşımaktadır. Kimlik aynı zamanda ben ve diğeri ayrımında

kurularak, orijinallik duygusunu pekiştirmeyi, diğerlerinin gözünde değerli olmayı, toplumsal olarak tanınmayı ve onay görmeyi de bünyesinde barındırmaktadır.” O halde kimlik taşıdığı bu özellikler itibariyle kentsel mekânda neyi temsil etmektedir?

“Kimlik olgusu, aynı zamanda, yersel/mekânsal olanla da tanımlanmaktadır. Zira, yersel/mekânsal olan bir kimlik siyasetine karşılık gelmektedir. ‘Mekânın spesifik formu belirli yaşam biçimlerinin ve farklı kültürel konumların yansıdığı birer ayna gibidir’ (Urry, 1999: 20-28). Bu noktada mekânsal olan, aynı zamanda belirli aidiyetlerin, belirli statü, sınıf ya da yaşam duruşu içinde olanların kendilik değerlerine göre biçimledikleri, kendilikleri yansıtan yerler olmaktadır” (Aytaç, 2007: 218). Kentsel mekânlar bu bağlamda kimliğin kurucu unsurları arasında yer almaktadır. Çünkü insanların vakit geçirdikleri mekânlar haiz olduğu özellikler bakımından farklı kimlik kategorilerine hitap etmektedir. Söz gelimi, Türkiye’de siyasi atmosferlerin etkisiyle zaman zaman umuma açık alanlarda alkol tüketimi konusu gündeme gelmiştir. Alkol tüketimine olanak tanımayan kentsel mekânlar, buraları tercih eden kitlenin belli bir siyasi kimlikle eşleştirilmesine neden olurken, alkol tüketiminin serbestiyet kazandığı kentsel mekânları tercih eden bireyler ise farklı bir kimlik profiliyle kategorize edilmektedir.

Relph’e göre, mekâna kimliğini veren özellikler ise, temelde, mekânın fiziki yapısı, içerdiği sosyo-kültürel boyut ve kullanıcı katılımı ile gerçekleşen aktivitelerdir. Yine, mekânda deneyimlenen kalıcı aynılıklar ve birliktelikler de kentsel mekâna kimliğini veren özelliklerdir. Kentsel mekânın kolektif bellek oluşturmasına dair en ayırıcı husus ise, mekânın barındırdığı canlılık ve belirli mimari kodları içermesidir. Bu bağlamda kentin mekânsal kimliğinin en çarpıcı bir şekilde okunabildiği yerler, kente ölçek veren ve herkes tarafından benimsenen değerlerin izlerini taşıyan bir dizi kentsel ortak mekânlar olmaktadır” (Relph, 1976; Zengel, 2002: 90; aktaran: Aytaç, 2007: 219). Aytaç (2007: 222) kentlerin kimlik kurma potansiyellerini şu minvalde değerlendirmektedir, “kent mekânları, değişik kimlik kurucu potansiyelleriyle kenti ve kentliyi yeniden kurarlar. Mekânın sosyal dokusu ve müdavimlerinin kültürel ardalanı, mekânı tipikleştirdiği gibi mekâna sinmiş kültürel/sosyal/entelektüel etkiler de müdavimlerini yeniden inşa eder, mekânsal sosyalizasyona tabi tutar ve ortak temayüller içinde olmaya sürükler. Mekânsal olan aynı zamanda tipik düşünme ve

davranma tarzına karşılık geldiğinden mekân, düşünsel ve davranışsal oydaşmayı belirleyen önemli bir etken haline gelir ve yere dair bir aidiyete, bireysel/kolektif kimlik tanımlamalarına karşılık gelir.”

Aristoteles’in de, Politika adlı eserinde dile getirdiği gibi, kentler, farklılıkları olan insanların bir arada yaşadığı, aynı insanların yaşadığı yerin ise kent olamayacağını belirtir. Modernitenin temelinde de, bir tür sosyal sözleşmeyle bir arada durabilen farklı insanların (sınıf, sosyal kesim) bütünleşmiş bir sosyal düzen oluşturdukları varsayımı yatar. Kent ortamı, her şeyden önce, farklılık, kozmopolitlik ve anonimlik yüklü olduğundan, birer kimlik kozmosu olarak da görülebilirler. Kentteki her bir mekân/yer, işlevleri, kültürel iklimi, iç mekân kurgusu, müdavimlerin sosyal, statüsel, kültürel temsili itibariyle benzeşik öğelere sahip oldukları gibi ayırıcı/ayrıştırıcı bir niteliğe de sahiptirler. Kentteki değişik türden mekânlar, ötekilerin karşılaşması, kendilerini göstermelerine aracılık etmeleri itibariyle, farklı kültürelliklerin karşılaşmasına, iç içe geçmesine yeni ya da melez kültürel biçimlerin kök salmasına alan açar. Bu mekânlardaki karşılaşmalar, bir araya gelmeler, oyuncul/seyirlik birliktelikler aynı zamanda farklılıkları, ötekilikleri ve de yabancılık algılarını mekânın birleştirici, düzleştirici iklimi içinde yeniden üretir. Mekânın düşünsel hatta politik/ideolojik iklimiyle aynileştirir, ‘bireysellik’ lerimizin üzerine ikâme edebileceğimiz bir grupcul aidiyet, kimlik matrisi yakalamamızı sağlar. Mekânda boy atan, sahiciliği her zaman tartışma götürse de, bir mekânsal cemaatin parçaları olarak insanların kendilerini algılamalarının temelini inşa eder” (Aytaç, 2007: 219-220).

Denilebilir ki kentin önemli bir özelliği de kentli bireyler için kimlik üretme potansiyeline sahip olmasıdır. Kimlik kazanımı paylaşılan kentsel mekânların kurulduğu alt yapılarla da doğrudan alakalıdır. Aynı şekilde kentsel mekânların yalnızca belirli kimliklerle ilişkilendirilmesi kimlik inşasının yanı sıra kentsel mekânlarda bir ayrışma da meydana getirecektir. Kentsel mekânlardaki ayrışmayla birlikte bu durum sınıfsal ayrımların tohumlarını atacak ve pek çok farklı kategoride toplumsal tabaka yaşanacaktır. Peki kentsel mekânlardaki ayrışma kendiliğinden oluşan, doğal bir süreç midir? Yoksa insan eliyle inşa edilmeye çalışılan bir süreç midir?

Bir kültür ve kimlik göstergesi olan mekân, farklılaşan dönüşen, başkalaşan ve ayrışan dinamik bir yapıdır. Toplumsal süreçlerce yeniden üretilen mekân, biçim ve

içerik bakımından daima değişme halindedir. Hayat tarzlarında ve toplum değerlerinde meydana gelen değişmeler, mekânların farklılaşmasını, örneğin mekânsal ayrışmayı besler. Mekânsal ayrışma, toplumsal yapıdaki farklılıkların, ayrışmaların, tabakalaşmanın, sınıflaşmanın bir göstergesi olarak öne çıkmaktadır. Mekânsal ayrışma, ekonomik, sosyal, kültürel, dini, ideolojik vb. faktörlerle irtibatlıdır. Her faktör ayrı ayrı veya iç içe mekânsal ayrışmayı etkileyebilmekte, mekânsal ayrışmanın oluşumunda etkin bir şekilde yer almaktadır (Alver, 2010: 42). Kurtuluş (2003: 77)’a göre, ”kentsel ayrışma, kimlik ve kimlik politikaları bağlamında değerlendirilmelidir. Kent aynı mekânda farklı kimlikler arasındaki ilişki ve gerilime işaret etmektedir. Kimlikler, mekân organizasyonu ve mekân seçiminde belirgin bir faktördür. Dini kimlik, etnik kimlik, kültürel kimlik yapıları, mekânsal ayrışmanın nedeni olabilmektedir. Aynı kimlik etrafında toplanan grupların, cemaatlerin, toplulukların birbirlerine yakın durdukları, aynı mekânları paylaştıkları, mekânsal yakınlaşmayı gerçekleştirdikleri gözlemlenmektedir” (Aktaran: Alver, 2010: 47).

Korkmaz (2009: 161-162) kentsel mekândaki bu ayrışmayı, “1980 sonrasının ekonomik, siyasal ve kültürel dönüşümü, toplumsal sınıfların ekonomik, kültürel ve mekânsal olarak birbirinden ayrıştığı farklı yaşam tarzlarında somutlaşmıştır. Bu somutluk, birbirinden ayrışan toplumsal sınıfların iç içe ama birbirinden hem çok uzakta hem de medya dolayısıyla zaman ve mekân boyutunu aşacak şekilde bir arada yaşadıkları tek bir toplumsal sürecin diyalektik bütünlüğü içerisinde gerçekleşmiştir. Çok kolay para kazanan ve sınırsızca tüketen bir toplumsal sınıf ile bu sınıfın yaşam biçimine gıpta ile bakan ve kendileri olmasa bile günün birinde çocuklarının, hatta torunlarının onlar gibi olmasını umut eden apolitikleştirilmiş bir kitlenin hayatlarını daha çok tüketme ve daha da çok tüketebilme umudu üzerinde birleştikleri bir sosyo- ekonomik ve kültürel dokunun ortaya çıktığı, yaşam mekânlarının ve yaşam biçimlerinin ayrıştığı bir toplumsal oluşum ve dönüşüm” olarak yorumlamaktadır.

Harvey (2002: 170; aktaran: Alver, 2010: 43), mekânsal ayrışmanın kapitalist toplum yapısının bir özelliği olduğunu, ‘kapitalist toplumun yabancılaştırıcı toplumsal ilişkilerinin sürmesi ve yeniden üretilmesine yaşamsal bir rol’ üstlendiğini dile getirmektedir. Kurtuluş (2003: 77)’a göre, “Kapitalist süreçte öne çıkan sınıf temelli kimlikler, aynı şekilde mekânsal organizasyonu zorunlu kılmakta ve bu süreçte gelir

durumuna özgü mekânsal ayrışmalar meydana gelmektedir. Modern kapitalizmin hayatı ve kenti belirlemeye başlamasıyla birlikte sınıf kimliği ağırlığını hissettirmekte, mekân eşitsizlikleri yansıtan bir yapı haline gelmekte, mekânsal ayrışma etnik ve dini etkenlerin yanı sıra gelir ve statü tarafından da biçimlendirilmektedir” (Aktaran: Alver, 2010: 47). Korkmaz (2009: 149)’a göre, tarihsel süreçler ve ekonomi politikaları kentlerde mekânsal bir dönüşümü de gündeme getirmektedir. Çünkü mekân, sadece fiziksel bir olgu değildir; toplumdaki üretim ilişkileriyle bağlantılı olarak biçimlenmektedir. Yırtıcı (2005; aktaran: Korkmaz, 2009: 149) ise bu anlamdaki mekânsal dönüşümü tıpkı Harvey gibi kapitalist toplum modeli üzerinden açıklama yoluna gitmektedir; “Kapitalist örgütlenme ve sermaye birikim süreçleri, aynı zamanda mekânsal bir dönüşümü de kaçınılmaz kılar. Çünkü sermayenin gereklilikleri doğrultusunda diğer her şey gibi mekânsal değerler de değişir ve nicelleşir. Her türlü toplumsal olgunun nicelleşmesi bölgesel farklılıklar ve kültürlerin ötesinde küresel bir hareketlilik kazanır ve bu hareketlilik kapitalist ekonominin mantığı çerçevesinde şekillenir.”

Mekânsal ayrışmanın temellerinin neo-liberalizmin başlangıcına dayandıran Korkmaz (2009: 149), “neo-liberalizmle birlikte, 1980’lerden sonra yaşanan hızlı dönüşüm ve değişimler, emek temelli bir birikim sürecinden finans temelli bir birikim sürecine geçişle birlikte köklü dönüşümleri de beraberinde getirmiştir. Kentsel alanlar bu birikim sürecinde daha önce olmadığı kadar çok rol oynamıştır. Bu açıdan yeni bölüşüm sürecinde oluşan sınıflar açısından mekânlar, bir ayrışmanın da göstergesi olmuştur” şeklinde bir saptamada bulunmaktadır.

Kentsel ayrışma temelde bir eşitlik/eşitsizlik ve adalet meselesidir. Kentteki ayrışma her dönemde gelir, güç ve saygınlığa göre biçimlenmektedir. Kentsel ayrışmanın en açık göstergelerinden biri kuşkusuz toplumsal eşitsizliklerdir. Öteden beri kent toplumsal eşitsizlikler ve mekânsal ayrışmaları barındıran yerleşmeler olmuşlardır. Binlerce yıl öncesinin şehirleriyle günümüz kentlerinin belki de en çarpıcı ortak yanı toplumsal eşitsizliklere dayalı mekânsal ayrışmaların varlığıdır. Toplumsal eşitsizlikler ve yarattığı mekânsal ayrışmanın biçimi ve düzeyi kentlerin kimliklerinin oluşumunda önemli rol oynar ve kentleri birbirinden farklılaştırır. Bu ayrışma, diğer yanıyla o kentin yaşayanlarının kentsel-sınıfsal kimliklerin mekândaki ifadesidir.

Eşitsizliklere bağlı olarak yerleşim mekânında kendini gösteren toplumsal ayrışmanın derecesi ve biçimi, o kentteki üretim ilişkileri, sınıfsal, etnik, kültürel, dinsel çatışmalar ve güç ilişkilerine bağlı olarak şekillenir ve kentin yerleşim deseni bu kimliklerin mekândaki yoğunlaşması sayesinde billurlaşır (Kurtuluş, 2003: 75; aktaran: Alver, 2010: 47).

Mekânsal ayrışmayı yalnızca kentsel mekânlar arasında sınırlamamak gerekir. Çünkü mekânsal boyuttaki ayrışma öyle noktalara gelmiştir ki artık kentsel mekânlar da kendi içlerinde ayrışmaktadır. Alver (2010: 43) bu durumu şöyle açıklamaktadır, “kentsel mekân da kendi içinde ayrışmaya yol açmaktadır. Mahalle, semt, getto gibi mekânsal yapılar, farklı hayat tarzlarından kaynaklanan ayrışmaya işaret etmektedir. Hatta aynı mahalle yahut semtte mekânsal ayrışmanın kimi boyutları hayat bulabilmektedir. ‘Apartman ve gecekondunun iki farklı toplumsal çevreyi temsil etmesinde’ (Ayata, 1989: 101) olduğu gibi mekânsal ayrışma, aynı ortamda farklılaştırıcı bir etki yaratabilmektedir.”

Featherstone (2005: 176-177), “toplumsal grupların ve sınıfların birbirinden ayrışmasının ve belirginleşmesinin mekânsal anlamda kent içi bölgelerde soylulaştırma süreçleriyle belirginlik kazanmış” (Aktaran: Korkmaz, 2009: 158) olduğunu belirtir. Korkmaz (2009: 158-159) ise Featherstone’nin bahsettiği bu soylulaştırma sürecine ilişkin şöyle bir yorumlamada bulunmaktadır;

“Batılı ülkelerde başlayan ve 1980’lerden sonra hızı artan soylulaştırma süreci, temelde ekonomik, sosyal ve kültürel özellikleri içinde barındırmaktadır. Belediyelerin imar değişiklikleri, yenileme projeleri gibi kurumsal düzenlemeler ve tarihi alanlarla ilgili yapılan yasal düzenlemeler bu süreçlerin başlamasında ve hızlanmasında önem taşımaktadır. Öte yandan, soylulaştırıcılar olan üst ve orta sınıfların alana yerleşmesi sosyal ve kültürel süreçler açısından önemlidir. Bu çöküntü alanlarının değerini ortaya çıkaracak mimari, estetik ve dolayısıyla kültürel sermaye sahipleri genelde soylulaştırmanın öncüleri olmaktadır. Bu açıdan bu süreçte, Bourdieu’nun bahsettiği anlamda bir kültürel sermaye mücadelesinden bahsedilebilir. Öte yandan, böylesi bir dönüşüm de ekonomik ve tarihsel süreçlerin etkisiyle gerçekleşmektedir. 1950’lerden sonra topluma empoze edilen tüketim ve farklı yaşam tarzı eğilimleri, kapitalist modernleşme süreciyle ortaya çıkan bireyselleşme, kentli insan açısından bir farklılaşma

ve kendini ayırma mücadelesiyle belirginlik kazanmaktadır. Bu anlamda, sınıfsal açıdan ekonomik olarak toplumsal sınıfların üst katmanlarında yer alanlar için kitlelerden farklı yaşam tarzına sahip olma mücadelesi ortaya çıkmaktadır. Daha az ekonomik sermayeye ya da daha az kültürel sermayeye sahip olan ancak toplumsal sınıfların üst katmanlarında yer alan gruplar, kendi içlerinde de sermaye mücadelesine girmektedir. Bu anlamda kültürel sermayeye sahip, mimari ve estetik değerleri olan ve kültürel faaliyetlere önem veren, ancak ekonomik olarak da toplumun alt katmanlarından ayrılan gruplar, kentsel yaşamda kendilerine yeni yaşam mekânları aramaktadırlar.”

Esasen kentsel mekânlardaki ayrışmaya neden olarak addedilen “soylulaştırma süreci” önceki bölümde ifade ettiğimiz küreselleşme kentsel dönüşüm süreciyle bağlantılı olarak belirmektedir. Çünkü küreselleşme ve onun uzantıları (kentsel dönüşüm süreci gibi) da en temelde ekonomik bakımdan bir tabakalaşmaya neden olmakta ve zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir hale getirmektedir. Kentsel dönüşüm süreci de toplumsallığı ihmal ederek daha çok belirli göstergeler üzerinden kendini konumlandırmakta ve uygulayıcılarının bir anlamda toplumsal mühendis olarak kabul edilmesine sebebiyet vermektedir. Soylulaştırma süreci de, kent bölgelerinde muazzam bir ayrışmaya neden olarak kentli bireylerin hayat alanlarının da ayrışmasına uygun zemini hazırlamaktadır. Sonuç olarak kentsel mekânlardaki ayrışma ve bu mekânlardaki kimlik kazanımı kentsel mekânların sosyolojisi açısından oldukça zengin bir araştırma konusu haline gelmektedir. Mekâna dayalı kimlik anlayışı gittikçe yaygınlık kazanmakta ve mekânlardaki ayrışma algısı doğal süreçlerle başlayıp insan eliyle dozu artırılan bir nitelikte tezahür etmektedir.