• Sonuç bulunamadı

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

A. MODERN DÖNEM “ÖRTÜNME” YORUMLARININ TARİHÎ ARKA PLANI

1. MODERN DÖNEM ÖNCESİ (KLASİK OSMANLI DÖNEMİ)

Çeşitli kaynaklarda İslam’ın kabulünden önce Orta Asya Türklerinde kadın giyimlerinin pek örtülü olmadığından söz edilmektedir.335 Türk toplumunda kadın kıyafetinde ilk önemli değişiklik İslâmiyet’in kabulünden sonra olmuştur. Bu değişiklik İslâmiyet’in kabulünden hemen sonra gerçekleşmemiş geniş bir zaman dilimi içinde tesettüre riayet eden bir şekil almıştır. Abbasi Halifesinin elçisi olarak seyahat etmekte olan İbn Fazlan, seyahatnamesinde Aral Gölü ve Hazar Denizi kıyılarında yaşayan Oğuzlar arasında bir müddet kaldığından bahsederek Oğuz kadınlarının örtünmeyi fazla önemsemediklerini söylemiştir.336 Çin kaynaklarında Müslüman Kaşgarlılardan bahsedilirken, kadınların saçlarını kısa kestirdikleri, toplum hayatında kadın-erkek hep beraber bulundukları ifade edilmiştir.337

Müslüman Türk kadınlarının 11. asırdan itibaren İslamî ölçülere riayet etmeye başladıkları görülmüştür. Karahanlılar zamanında Yusuf Has Hacib tarafından yazılmış Kutadgu Bilig (1069-1070) bu dönemlerde kadının örtünmesinin önem kazandığını gösteren pasajlar içermektedir.338 Selçuklu minyatürlerinde kadınlar başları örtülü ve yüzleri açık olarak resmedilmişlerdir. Bu devrin tipik

335 Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, İstanbul 1980, s. 1372, Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar I, s.

52.

336 İbn Fazlan Seyahatnamesi, haz. Ramazan Şeşen, Bedir Yay., İstanbul 1975, s. 31-32.

337 A. Afetinan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, MEB, İstanbul 1975, s. 34, Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar I, s. 52.

338 Afetinan, a.g.e., s. 34-36, bkz. Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, haz. Hayati Develi, Alkım Yay., İstanbul 2006.

özelliği kadınların ferace ya da çarşaf giymeden sokakta dolaşmalarıdır. Fakat sokağa çıkarken büyükçe bir başörtüsü (yaşmak) örtmektedirler. Hun Türklerinde de aynı tip yaşmağın kullanıldığı görülmüştür.339 Türkmen kadınları, şalvar üzerine işlenmiş fistan, üstlerine de erkekler gibi dize kadar uzanan kaftan giymişler, yalnız evli kadınlar fistanlarının üstüne kemer bağlamışlardır.340

İbn Batuta, seyahatnamesinde (14. yüzyıl) Türk kadınlarının, yüzlerinin açık olduğunu, başörtülerini ‘hotoz’ denilen yüksek ve süslü başlıkların üzerinden boyunlarının üzerine sarkıttıklarını, erkeklerden kaçmayıp genellikle eşleriyle birlikte dolaştıklarını ve erkeklerin şaşılacak şekilde kadınlarına hürmet ettiklerini ve bu tür bir hürmeti dünyanın başka hiçbir yerinde görmediğini yazmıştır. Bunun için

“erkeğin hürmetini gören, onu adeta kadının hizmetkârlarından biri zanneder”

diyerek bunu şaşırtıcı bulduğunu belirtmiştir.341 Klasik Osmanlı döneminde İstanbul dâhil olmak üzere yaygın kıyafetin erkek için de kadın için de şalvar-gömlek olduğu söylenmiştir. Üstlerine de yukarıda belirtildiği gibi kaftan tarzı giysiler giymişlerdir.

Erkek ile kadın kıyafetinin farklılığı ise biçim ve işlemelerle sağlanmıştır. Şalvar ve gömleğin bırakılarak entari giyilmeye başlanmasında Avrupa tesirleri bulunduğu belirtilmiştir. Elbisenin Kanuni Sultan Süleyman zamanında saraya girdiği zannedilmektedir. Değişim öncelikle sarayda ve büyük şehirlerde yaşanmıştır, kırsal kesimde ise yaklaşık otuz yıl öncesine kadar belirgin bir değişme olmamıştır.342

Önceleri yüzünü örtmeyen Türk kadınları genel olarak İstanbul’un fethinden sonra özellikle büyük şehirlerde yüzlerini örtmeye başlamışlardır. İstanbul’da yaşayan Bizanslı seçkin kadınların yüzlerini koyu renkli peçelerle örttükleri belirtilmiştir. Osmanlı giyiminin Bizans giyimi ile etkileşiminden önce İstanbul’da kadınların İbn Batuta’nın kuzey Türk kadınlarının kıyafeti olarak tarif ettiği biçimde

339 Özden Süslü, Tasvirlere Göre Anadolu Selçuklu Kıyafetleri, Ankara 1989, s. 151-152.

340 De Blocoeville, Türkmenler Arasında, çev. Rıza Akdeniz, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1986, s. 50.

341 İbn Batuta, Büyük Dünya Seyahatnamesi, ilk baskıdan sadeleştiren, Mümin Çevik, Yeni Şafak Gazetesi promosyon yayını, İstanbul, t.siz., s. 246.

342 Barbarosoğlu, Moda ve Zihniyet, İz Yay., 3. bsk., İstanbul 2004, s. 100.

giyindikleri belirtilmiştir.343 Gerçi fetihten hemen önce lokal olarak birkaç şehirde yüzünü örten kadınlardan da söz edilmektedir. Örneğin Murat Han döneminde Bursa’ya yerleştirilen üç Türkmen kabilesinin kadınlarının güzellikleri ve erkekler tarafından seyredilmeleri nedeniyle ulema bu kadınların yüzlerini örtmelerini istemiştir.344

Geleneksel toplumlarda zamansal değişmenin olmayışı, hayat tarzı, giyim ve meslek konularında da geleneğin kuşaktan kuşağa devam etmesini sağlamıştır.345 Örneğin Evliya Çelebi, Urfa’da bulunan 3. yüzyıla ait Süryani mozaiklerinde başlarında değişik bantlarla kaplı yüksek başlıklar üzerinden sarkıttıkları başörtüleriyle resmedilen kadınların bu örtünme biçimlerinin 17. yüzyıl Güneydoğu Anadolu kadınları tarafından da kullanıldığını gözlemlemiştir.346

Osmanlı’da kadınla ilgili düzenlemelerin altında büyük ölçüde İslam geleneğinin etkisi bulunmaktadır. Gerçi İslam’ın, teorisinde erkek ve kadınla ilgili çok belirgin düzenlemeler yapmadığı ve bu yönüyle de bu alanda belirgin bir hukuksal oluşumu ileri sürmediği görülmektedir.347 Birçok toplumda bir şekilde kabul edilmiş olan normlar, o toplumun bütün zamanlarını etkilemektedir. Müslüman toplumların da kendileriyle ilgili yapmış oldukları kurumsal düzenlemeler sonucu ortaya çıkan normlar Osmanlı’yı etkilemiştir. Müslüman toplumların kültürel geleneğinde ortaya çıkan “erkek alanı” ve “kadın alanı”nın ayrışmasındaki temel faktörün “cinsiyet” olduğunu söyleyen Fatma Mernissi’nin bu konuda ortaya

343 Bkz. Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar I, s. 53-55.

344 Pars Tuğlacı, Osmanlı Döneminde İstanbul Kadınları, Cem Yay., İstanbul 1984, s. 68, Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar I, s. 55.

345 Geleneksel toplum terimi, bazı sosyolog ve antropologların ilkel toplum, gelişmemiş toplum, farklılaşmamış toplum olarak kullandıkları anlamda değil; her türlü statü ve rolün ilahi bir kaynaktan beslendiği, değer sistemini bu ilahi kaynağın oluşturduğu bir toplum olarak kullanılmaktadır. Bkz. Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Yayınları, İstanbul 1982, s.12, Barbarosoğlu, a.g.e., s.101.

346 Aktaş, a.g.e., s. 51.

347 Ömer Çaha, Sivil Kadın, Vadi Yayınları, Ankara 1996, s. 78.

koyduğu argümanı Çaha isabetli bulmaktadır. Çaha, İslam’ın ilk döneminde kadınla erkeğin aynı haklara sahip ve en az kadının erkek kadar özgür olduğunu belirtmiştir.

Fetihlerle genişleyen İslam coğrafyasında, elde edilen varlıklı ve/veya güzel kadınlar (özellikle cariyeler) çoğalmış, ekonomik durumun da yükselmesiyle daha Abbasiler döneminde cinselliği konu edinen geniş bir literatür ortaya çıkmıştır. İslam teolojisinde kardeş ve birbirleri için veli olarak tanımlanan kadınla erkeğin cinsiyete dayalı olarak tanımlanmaya başlandığı ve bunun giderek geliştiği görülmektedir.

Böylece kamusal ile özel alan gibi iki farklı alan, kadın ve erkekle tanımlanmış olarak ayrışmışlardır. 348

Çaha, İslam’ın ilk döneminde olduğu gibi, klasik Osmanlı döneminde de kadının erkekle aynı haklara sahip ve en az onun kadar özgür olduğunu, giyiminde de serbest olduğunu belirtmiştir. Tarıma dayalı Osmanlı ekonomisi içindeki kadın harem hayatı içinde yaşamamaktadır. Fakat göçebe kültür ve tarımsal ekonomiye dayalı Osmanlı beyliğinin devlete dönüştüğü 16. yüzyıldan sonra, özellikle İstanbul’da şehir merkezinde yaşayan yönetici kesim kadınının Bizans’ın etkisi altında kendini haremde buluverdiğini, bu buluvermede Müslüman Emevi ve Abbasi geleneğinin de etkili olduğunu söylemiştir. 349

16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda sekiz yıl Fransız elçiliği yapmış olan De Busbecq Osmanlı topraklarındaki gözlemlerini bir seyyah olarak aktarmıştır.

Busbecq’in İstanbul kadınlarının örtünmeleri ile ilgili ifadeleri şöyledir: “Türk kadınlarındaki yüksek ahlâk seviyesinden de bir nebze bahsetmek yerinde olacaktır.

348 Çaha, a.g.e., s. 79, Çaha’nın sözünü ettiği erkek ile kadının birbirinin velisi ve kardeşi olarak tanımlandığı İslam teolojisi için Kur’an’ın, 3/195, 9/71, 16/97, 33/35 gibi ayetleri referans olsa gerektir: “…Ben sizden erkek ya da kadın olsun çalışan hiç kimsenin amelini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz…”, “inanan erkekler ve kadınlar birbirlerinin velileridirler…”… Bu ayetleri Salih Akdemir, “Tarih Boyunca ve Kur’an-ı Kerim’de Kadın” isimli makalesinde ‘Kur’an’da Kadın ve Kadın Hakları’ başlığı altında, erkekle kadının eşit olduğunu belirterek sunmuştur: İslami Araştırmalar Dergisi, c.5, S. 4, Ankara 1991.

349 Çaha, a.g.e., s. 80.

Kadınlarının iffeti Türkler için, o kadar önemlidir ki hiçbir başka millette ona bu derece önem verildiğini göremezsiniz. Karılarının iffetini korumak için, güneş ışığının bile erişemeyeceği şekilde onları eve kapatırlar. Mecbur kalıp da bizzat sokağa çıktıkları zaman, onları o örtülü ve kapalı hali ile bir hayalet zannetmek mümkündür. İnsanlara keten veya ipek peçeler arkasından bakarlar, fakat kendi ciltlerinin en ufak bir kısmı dahi bir erkek tarafından görülemez.”350 Busbecq’in kadınların örtünmesini “yüksek ahlâk seviyesi” ile açıklamasının son yüzyıla ait batılı gözlemcilerinde genel olarak görülmeyen bir açıklama olduğu ve ifadelerine bakılarak ona göre kadının bu yönünün bugünkü anlamda bir sorunsal teşkil etmediği belirtilebilir.351 Nazife Şişman da 18. yüzyıldan önceki batılı edebî metinlerde, Müslüman kadınla ilgili anlatıda peçe veya örtünün öne çıkan bir unsur olmadığından hareketle, kadın ve örtünün sorunsallaştırıldığı dönemi son iki yüzyıl olarak tespit etmiştir. “12-13. yüzyıl Fransız şansonlarında, ana çerçeve içinde Müslüman kadın kahramanlar, daha ziyade güç ve zenginlik gibi özellikleriyle yer almışlardır.” 352

350 Ogier Chiselin de Busbecq, Türkiye’yi Böyle Gördüm, ed. M. Fatih Topaloğlu, Elips Yay., Ankara 2004, s. 77-78, yazar ‘hayalet’ benzetmesini bir şaşkınlık ifadesi olarak kullanmış olsa gerektir, nitekim bu ifadelerin ardından Osmanlı’da kadının önemli bir yere ve güce sahip olduğundan bahsetmektedir.

351 Busbecq, köle ve cariyelerin varlığı, Osmanlı erkek kıyafetleri v.b. birçok konuda da son iki yüzyıla ait olan hâkim söylemin aksi yönde bir söyleme sahiptir. Örneğin kölelik ile ilgili olarak, “köleliği kaldıran adamın insanlığa hizmet ettiğinden şüpheliyim.” diyerek Osmanlıda var olan kölelik ile ilgili düzenlemelerden övgüyle bahsetmektedir. Yine Osmanlı’da mevkide yükselmenin soya veya zenginliğe bağlı olmayıp ehliyete bağlı oluşundan, zengin fakir bütün erkeklerin bol ve uzun tarzadaki giyimlerinin Avrupalı giyimlerden daha ihtişamlı oluşundan da övgüyle bahsetmektedir: “Bu şekilde giyinmeleri onları daha iriyarı ve daha uzun boylu gösteriyor. Bizimkiler ise öyle kısa ve dardır ki vücudun bütün hatlarını olduğu gibi meydana çıkarıyor. Bu da adamın boyunu kısa, adeta bir cüce gibi gösteriyor.” Bu ifadelerde Osmanlının dinî-örfî giyimi değil, aksine Avrupalının giyimi sorunsallaştırılmış görünmektedir. Bkz. Busbecq, a.g.e., s. 44-45, 70.

352 Nazife Şişman, Küreselleşmenin Pençesi İslam’ın Peçesi, Küre Yay., İstanbul, 2005, s.

31.

16. yüzyıldan sonra kurumlaşan Osmanlı devletinde özellikle yönetici kesimin yaşadığı İstanbul’da Bizans yönetici sınıfından miras kalan saray, bu kez Osmanlı yöneticileri elinde değişik statülerde kadını (odalık, cariye, sultan v.s.) barındıran bir kurum haline gelmiş, o dönemde dini bürokraside etkin olan ulemanın da aile normları konusundaki yorumu kadının toplumsal yaşamdan dışlanması yolunda olmuştur.353 Fakat bu durum yani harem hayatı, Osmanlı’da genel olarak İstanbul dışında görülmemiştir.354

16. yüzyıldan sonra ayrıca, Avrupa ile kurulan ve giderek gelişen ilişkiler, batıdan çeşitli kumaşların, dantel ve parfüm gibi lüks eşyanın, doğudan Hint kumaşlarının ve Rusya’dan kürklerin İstanbul pazarlarında hanımların alımına sunulmasıyla bu durumun hanımlar arasında bir tüketim ve giyim yarışına dönüşmesi de kadın giyiminde çeşitli fermanlar çıkarılarak sınırlamaya gidilmesine neden olmuştur. Ancak fermanların sık aralıklarla çıkarılışı, belirlenen giyim ölçülerine kadınların her zaman uymadıklarını gösterdiği gibi, yasaklamaların da katı biçimde uygulanmadığını göstermektedir.355

Bernard Lewis, Osmanlının batılılaşma yolundaki ilk girişimlerinin, Avrupaya ilk yenilgisinin ardından yapılan 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça antlaşmaları ile başlamış olsa da Türkler üzerindeki batı etkisinin çok daha eski olduğunu belirtir. Ona göre Osmanlı devleti İslam ile Hıristiyanlık arasındaki sınırda doğmuştur.356 İlk reform girişiminin sorumlu devlet adamı Sadrazam Damat İbrahim Paşa’dır. Damat İbrahim, Paris gibi Avrupa’nın önemli şehirlerine “vesait-i umran

353 Çaha, a.g.e., s. 80

354 Harem için detaylı bir çalışma için bkz. Çağatay Uluçay, Harem, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1971, Ahmet Akgündüz, İslam Hukukunda Kölelik-Cariyelik Müessesesi ve Osmanlı’da Harem, OSAV Yayınları, İstanbul 1995.

355 Bkz. Pars Tuğlacı, a.g.e., s. 11, Şirin Tekeli, Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, Birikim Yay., İstanbul 1982, Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar, s. 56-57.

356 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1993, s. 43, 46, benzer tespitler için bkz. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Alkım Yay., 25. bsk., İstanbul, 2006, s. 13.

ve maarifine dahi layıkıyla kesb-i ıttıla ederek kabil-i tatbik olanların takriri”

talimatıyla elçiler göndermiş, Avrupa’daki bu Osmanlı elçilikleri Avrupa yaşamını İstanbul’a taşımaya başlamışlardır. Avrupa modası önce İstanbul’un mimarisinde, dekorasyonunda, saray halkı ve azınlıkların yaşam tarzlarında357 ve ardından ufak rötuşlarla giyiminde kendini göstermeye başlamıştır.358 1718-1730 yılları arasında Damat İbrahim Paşa’nın katkılarıyla bir Lâle Devri yaşanmıştır. Bu dönemde lâle alım satımı fiyatlarının neredeyse mücevher fiyatlarına denk olduğundan söz edilmektedir. Bu çiçeğin soğanları Hollanda’dan yüksek paralarla alınmıştır.

Köşklerin çiçek bahçelerinde, gösterişli kıyafetler içerisinde erkekli kadınlı sâdâbâd eğlenceleri düzenlenmiştir ve kadınlar bu eğlencelerde vücut hatlarını ortaya koyan parlak feraceler giymişlerdir.359

İstanbul’daki sosyal değişmeyle birlikte, kadına özellikle kıyafet, sokakta görünme ve erkeklerle olan ilişkileri konularında müdahale eden fermanlardan biri, 1725 yılında kadınların giyimiyle ilgili olan şu ferman: İstanbul Osmanlı ülkesinin yüzsuyudur, ulema, suleha, udeba beldesidir, ahalisinin tabaka tabaka tespit edilmiş kıyafetleri vardır. Hal böyle iken bazı yaramaz avretler, halkı baştan çıkarmak kastıyla sokaklarda süslü püslü gezmeye, … başlamışlar…, uslanmayıp ısrar edenler olursa, ikinci ve üçüncü seferinde yakalanıp İstanbul’dan taşraya sürgün edileceklerdir.360 şeklinde kıyafetlerde yapılacak düzeltmelerle ilgili ayrıntılı bilgi veren bir fermandır. Fermanın başındaki İstanbul’un Osmanlı’nın yüzsuyu, âlimlerin, salihlerin, şehitlerin ve bunun yanında hayâ, edep ve ilmin başkenti kabul edilmesi ve kutsanmasıyla görülmektedir ki bu özelliklere sahip olan İstanbul’un bu nedenle

357 18. yüzyılda hareme dans, opera ve balenin girdiğinden söz edilmektedir. Bkz. Uluçay, Harem, s. 157.

358 Lewis, a.g.e., s. 47.

359 Refik Ahmet Sevengil, İstanbul Nasıl Eğleniyordu, İletişim Yayınları, İstanbul 1985, s.

122-123.

360 Ancak bu tür fermanlara olan baskın itiraz fermanların çok kısa bir sürede iptal edilmesine neden olmuştur. Bkz. Pars Tuğlacı, a.g.e., s. 11-12.

başka şehirlerde geçerli olmayan kendine özgü kanun ve kuralları vardır.361 Bu nokta kadın konusunda yazan birçok yazar ve düşünür tarafından göz ardı edilebilmiş ve birçok yazar İstanbul kadınına özgü kuralları bütün Osmanlı kadınına mal ederek yanılgı içine düşebilmiştir. Batı mallarının yoğun tüketimi ve harem hayatının kurumlaşması, ayrıca, sayıca fazla olan Rum, Yahudi ve Ermeni kadınlarının, 18.

yüzyılla birlikte Avrupa’da ortaya çıkan modayı da takip ederek sokaklarda serbestçe boy göstermesi ve bu durumun Müslüman kadınlar tarafından da örnek alınmaya başlaması, çok sayıdaki bu fermanların ortaya çıkmasının nedenlerini oluşturmuştur.362 Yine İstanbul sokaklarında çoğunluğu oluşturan azınlık kadınlarından hafif meşrep olanların, çeşitli yerlerde (özellikle bazı dükkânlarda) randevulaşmalarının artması v.b. davranışlar nedeniyle kadınların buralara gitmelerini yasaklayan fermanlar ortaya çıkmıştır.363 Fermanlarda genellikle ceza olarak taşraya sürgünden bahsedilmesi, merkezi otoritenin mekânının (İstanbul), temiz, pak ve arınmış olarak telakki edildiğini göstermektedir. Çaha, yine bundan hareketle bütün Osmanlı’nın İstanbul örneğinde ele alınmasının yanlışlığı üzerinde durmaktadır. O dönem Batılı düşünürler Osmanlı kadınını İstanbul kadınından müteşekkil kabul etmiş ve Osmanlı’ya buradan hareket ederek büyük saldırılarda bulunmuşlardır. Ona göre bugün kendi aydınlarımızın çoğu da bu ayrımın farkında olmadan, Osmanlı kadınını, İstanbul kadınını baz almak suretiyle değerlendirerek yanılgıya düşmektedirler. Doğrusu, ekonomik hayatıyla, ticari ilişkileriyle, para kaynaklarıyla, giyim tarzı ve saray kültürüyle azınlık nüfusun etkisi altına tamamen girmiş olan İstanbul’da İslamî değerlerin tabanda özümsendiğini iddia etmek zordur.

361 Bu çalışmada ele alınan Ahzab sûresinin 32,33,53. ayetlerinde müfessirlerin de izahıyla, mümin aileler içinde Hz. Peygamber’in ailesinin farklı bir yeri olduğuna ve ayetlerde belirtilen durumların onun ailesine özel oluşuna ikinci ve üçüncü bölümde değinilmişti.

Buna göre İstanbul’un Osmanlı’nın diğer beldelerinden farklı tutulması konusunda, Hz.

Peygamber’in ailesinin diğer ailelerden, Haremeyn (Mekke ve Medine)’nin de diğer beldelerden farklı oluşunun Müslümanlarca içselleştirilip bunun İstanbul’a yansıtılmış olduğu söylenebilir.

362 Çaha, a.g.e., s. 81-82.

363 Bkz. Reşat E. Koçu, Tarihimizde Garip Vakalar, 3. bsk., Varlık Yayınları, İstanbul 1972.

Çaha, a.g.e., s. 81-82.

İslamî değerler taşrada taşra kültürüyle bütünleşerek bir senteze doğru giderken, İstanbul’da resmi makamların yaptırımları için birer meşruiyet kalıbı oluşturmuş ve o düzeyde kalmıştır. Yoksa çok sayıda fermanla devlet adeta kadınlar karşısında eli sopalı bir bekçi haline gelmeyecektir.364

Osmanlı’da gayri resmi eğitimin yaygınlığını göz ardı ederek ve kadının resmi eğitiminin ilkokulla sınırlı kalmasından yola çıkarak kadınların sosyal hayatta faal olmadıklarını söylemek yersiz olur. Zira kadınların kurdukları çok sayıda kütüphaneler, mektep ve medreseler, vakıflardan ve dükkân sahibi kadınlardan, yazar, şair ve hattat kadınlardan bahsedilmektedir.365

16. yüzyıldan itibaren kadının dereceli olarak merkezi otoritenin dikkatini çeken bir unsur haline geldiği görülmektedir. Batıyla kurulan ticari ilişkiler, azınlık nüfusunun oluşturduğu iç dinamik ve bu iki momentumun buluşmasından ortaya çıkan kadınların özgün beklenti ve tercihleri, merkezi otoritenin kadınlara yüklemek istediği misyonu geri çevirmiştir.366

18. yüzyıl en başından sonuna dek Tanzimat yüzyılının hazırlayıcısı olmuştur.

Fransız Devriminin fikirleri hızlı bir şekilde Osmanlı topraklarına girmeye başlamıştır. “Hürriyet”, “Eşitlik”, “Millet”, “Millî Özgürlük” ve hatta “Cumhuriyet”

kavramları ithal edilmiş, askerî reformla Fransız öğretmenlerce yetiştirilmiş yeni bir ordu kurulmuş (Nizam-ı Cedid), diplomasi reformuyla da yabancı ülkelerdeki diplomatik temsilciliğin sürekliliği sağlanmıştır. İstanbul’da 1494’te ilk matbaa olarak açılan Yahudi matbaasından sonra, 1567’de Ermeni matbaası, 1627’de Rum

364 Çaha, a.g.e., s. 82.

365 Bkz. Margaret L. Meriwether, “Yeniden Kadınlar ve Vakıf Üstüne: Halep, 1770-1840)”, Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları, ed. Madeline C. Zilfi, çev. Necmiye Alpay, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul 2000, s. 122-143, Suraiye Faroqhi, “18. Yüzyıl Anadolu Kırsalında Suç, Kadınlar ve Servet”, a.g.e, s. 9-10,13, Mary Ann Fay, “Kadınlar ve Vakıflar:

18. Yüzyıl Mısır’ında Mülkiyet, İktidar ve Toplumsal Cinsiyetin Nüfuz Alanı”, a.g.e., s. 34-46.

366 Çaha, a.g.e., s. 83-84.

matbaası açılmış, 18. yüzyılda açılan iki Fransız matbaası ise en fazla yayın yapan matbaa olmuştur. Bu bilgileri aktaran Lewis, Fransızların Osmanlı topraklarındaki çalışmaları ile ilgili olarak şunları ilave eder: “Devrim fikirlerinin Türkiye’ye akabileceği kanallar mevcut idi, ama bunların kullanılması şansa bırakılmamış Fransızların besleyici çabalarıyla desteklenmişti. Kısmen genel misyoner heyecanı, kısmen de hala ihmal edilemeyecek durumda olan Osmanlı gücünün kritik bir zamanda desteğini sağlamak amacıyla, Fransızlar Osmanlı başkent ve vilayetlerinde sempati kazanmaya büyük önem verdiler… Türkçe konuşan Fransızlar ile yerli Hıristiyanlar ve bazı Türkler, başkentte, zamanın ihtiyaç ve fikirlerinin tartışıldığı yeni bir toplum teşkil etmeye başladılar.”367 Fakat Osmanlıda kendini gösteren Fransız etkisine karşı tepkiler büyümeye başlamış ve 1807 ayaklanmasıyla III. Selim tahttan indirilmiş, Nizam-ı Cedid dağıtılmıştır. Lewis, buna rağmen “hürriyet”

ağacından kesilen dalın İslam toprağında kök sürmüş olan sağlam bir fidan olduğunu söylemiştir.368

367 Lewis, a.g.e., s. 54-65.

368 Lewis, a.g.e., s. 66-74, Yazar, hürriyet sözcüğünün 1800’den önce İslam dillerinde, esirliğin karşıtını ifade eden, esas itibariyle hukukî bir deyim olup, 19. yüzyılda Avrupa’dan gelen yeni bir siyasî anlam kazandığını ve hem iç despotizme hem de dış emperyalizme karşı mücadelenin savaş nârası olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca, teşkilatlanma yapıları ve İslam’ın ahlak ve merhamet geleneklerinden dolayı Müslümanların bir “eşit(siz)lik” sorunu olmadığını, bu nedenle “eşitlik” kavramının bireylerden ziyade gruplar üzerinde etkili olup,

368 Lewis, a.g.e., s. 66-74, Yazar, hürriyet sözcüğünün 1800’den önce İslam dillerinde, esirliğin karşıtını ifade eden, esas itibariyle hukukî bir deyim olup, 19. yüzyılda Avrupa’dan gelen yeni bir siyasî anlam kazandığını ve hem iç despotizme hem de dış emperyalizme karşı mücadelenin savaş nârası olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca, teşkilatlanma yapıları ve İslam’ın ahlak ve merhamet geleneklerinden dolayı Müslümanların bir “eşit(siz)lik” sorunu olmadığını, bu nedenle “eşitlik” kavramının bireylerden ziyade gruplar üzerinde etkili olup,