• Sonuç bulunamadı

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

A. MODERN DÖNEM “ÖRTÜNME” YORUMLARININ TARİHÎ ARKA PLANI

3. MEŞRUTİYET DÖNEMİ

1876’da Kanuni Esasi ilan edilip, 77’de ilk Osmanlı parlamentosu toplandıktan üç ay sonra dağıtılmıştır. Aynı yıl Türk-Rus Savaşı ortaya çıkmıştır. II.

Abdülhamit gerek iç, gerek dış politikasıyla Osmanlı İmparatorluğu’na güç kazandırmaya çalışmıştır. İslamî yaşayışın korunup güçlendirilmesi de bu

393 Lewis, a.g.e., s. 162, bu olay üzerine Namık Kemal’in ağlayarak V. Murat’ın hal’inin ertelenmesini istediği aktarılmıştır.

394 Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, s. 198-199.

395 Ortaylı, a.g.e., s. 269, Lewis de Avrupa ile iletişim halinde olan bir toplumun değişimini kaçınılmaz bulmaktadır. Bkz. a.g.e., s. 131.

politikaların içindedir.396 II. Abdülhamit’in bir ‘ulu hakan’ mı yoksa ‘kızıl sultan’ mı olduğu hususunda farklı görüşler bulunmaktadır.397 Belki de bu durum Ortaylı’nın tespitiyle Tanzimat eğitiminin neden olduğu ikileşmelere bir örnek teşkil edebilir.

II. Abdülhamit’in Müslüman kadının giyimi ile ilgili tutumuna dair birkaç örnek mevcuttur. Bunlardan biri bir kadın giysisi olan ‘çarşaf’ı bazı nedenlere dayanarak yasaklamasıdır. Çarşaf, ilk kez 19. yüzyıl ortalarında İstanbul’a girmiştir.

Aynı yıllarda Kırım Savaşı sırasında İngiliz ve Fransız askerleriyle birlikte çeşitli Avrupa ülkelerinden bu askerlere refakat eden kadınlar İstanbul’a gelmeye başlamışlardır. Bu durumun İstanbullu kadınların giyimlerinde ve davranışlarında farklılaşmaya neden olduğu söylenmiştir. Önceleri daha homojen olan giyim tarzının karmaşıklaşması çarşafa olan güvensizliği de beraberinde getirmiş ve kadınların açık ve kalabalık alanlarda bu kıyafeti giymemesi gerektiği ilan edilmiştir. Çarşaf kumaşının Bağdat, Halep gibi şehirlerden; ferace kumaşının ise yabancı ülkelerden geliyor oluşundan hareketle ekonomik sıkıntı ve yoksulluk oluşturacağı endişesiyle bu yasağın kaldırılması istenmiş, bunun üzerine halk kadınlarının ferace giymesi yasaklanmıştır. Bu ekonomik sebebe rağmen birkaç yıl sonra çarşaftan rahatsız olan II. Abdülhamit tekrar çarşafa yasak getirmiştir. Çarşafın rengi ve tarzından dolayı Hıristiyan kadınlarının giysilerine benzemesi, ince kumaşlardan yapılarak örtünmeyi gerçekleştirmemesi ve bazı erkeklerin bu giysiyi kullanarak suç işlemiş olmaları Abdülhamit’in gerekçelerindendir.398 Çarşafın 19. yüzyıl İstanbul’una ithal edilmiş ve pek de istenmemiş bir giysi olduğu anlaşılmaktadır.

II. Abdülhamit, 1893’te bir İngiliz şirketinin Londra’da sergilemek istediği bir boğaz panoramasına, çingenelerin ve Yahudi kadınların şark kadınını temsil

396 Bkz. Abdulkadir Özcan ve dğr., Osmanlı Ansiklopedisi, İz Yay., İstanbul 1996, c. 7, s. 6-51.

397 Örneğin Lewis, Abdühamit dönemini ‘istibdad’ dönemi olarak tanımlamış, Abdülhamit’i de“hürriyetçilik ve demokrasiye hiçbir sempatisi bulunmayan ve meşrutiyet ile meşrutiyetçileri sadece menfaatçi ve fırsatçı amaçla kullanan bir kişi” olarak tanımlamıştır.

Lewis, a.g.e., s. 165.

398 Aktaş, Kılık, Kıyafet ve İktidar I, s. 67-70.

edemeyeceğinden dolayı karşı çıkmış ve sergiye ‘canlı’ olduğu gerekçesiyle izin vermemiştir. Dünya fuarlarının, iktidar ilişkilerinin ifade edildiği devasa ayinler olarak görülebileceği dikkate alındığında, bu örnekle Osmanlı devletinin bu ayinlerde nesne değil özne olduğu söylenebilir.399 Abdülhamit’in 19. yüzyılın sonuna ait olan bu tavrı Hz. Ömer’in hür kadınların cariyeler tarafından temsil edilmelerini istememesi tavrıyla benzer görünmektedir ve adeta 16. yüzyılda İstanbul’da bulunan Fransız elçisi Busbecq’in “kadınlarının iffeti Türkler için, o kadar önemlidir ki hiçbir başka millette ona bu derece önem verildiğini göremezsiniz.”400 gözlemini doğrular niteliktedir.

Bu yaklaşımın yanı sıra Tanzimat sonrasında, “özgürlük=hürriyet”, “eğitim”,

“hak”, “medenilik” söylemlerinin ‘kadın’ ile birlikte ve ‘kadın için’ dillendirilmesi sonucu kadın, kamusal alanda görünür duruma gelmiştir.401 Bu görünürlüğün, pek alışılmadık bir durum olduğu ve toplumsal bazı sorunları beraberinde getirdiği söylenmiştir. Sokağa çıkan kadın, hemcinslerinden farklı bir biçimde algılanmıştır.

Dönemin gazete ve dergilerinde kadınlara karşı erkeklerin yaptığı sataşmalar sık sık ele alınmıştır. Kadın ve erkek açısından ortaya çıkan bu olumsuzluk, kadınların toplumsal alanda ayrıma tabi tutularak “aile kadınları” tanımlamasının yapılması, aile kadınlarının dikkat çekecek kıyafetler giyip, koku kullanmalarının hoş görülmemesi ve adab-ı muaşeret çerçevesinde davranışlarına sınırlamalar getirilmesiyle ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.402 Özel alandan kamusal alana çıkan

399 Şişman, Küreselleşmenin Pençesi, İslam’ın Peçesi, s. 55.

400 Busbecq, a.g.e., s. 77.

401 ‘kamusal alanda görünür olma’nın yeni (modern) bir eylemlilik hali olduğu veya ; ‘özel alanda kalmanın, kamusal alanda bulunmamanın geleneksel bir eylemlilik hâli olduğu ne kadar doğrudur? Jürgen Habermas ve Peter Wagner’a göre “özel-kamusal” dikotomisi modern döneme aittir. Avrupa’da özel alan-kamusal alan ayrımı, modern anlamını, feodalizmin çökmeye, bölgesel ve ulusal devletlerin ortaya çıkmaya başlaması ile kazanmıştır. Kamusal ve özel alanların birbirinden ayrılmasıyla birlikte kamusal alan erkekle, özel alan ise kadınla özdeşleştirilmiştir. Bkz. Alev Erkilet Başer, “Modernleşme ve Özel Alan-Kamusal Alan Dikotomisi Açısından Müslüman Kadının Dönüşümü”, Tezkire Dergisi, Ankara 1998, S. 13, s. 72.

402 Bkz. Meriç, a.g.e., s. 107-110.

kadınlarla ilgili sorunların İstanbul, İzmir gibi büyük bazı kentlerde yaşandığını ve bu kadınların çoğunluğunun tesettüre yeterince riayet etmeksizin Avrupa modasını takip eder şekilde giyindiklerini belirtmek gerekir. Ekonomik hayatın daha çok tarıma dayalı olduğu küçük kent, kasaba ve köylerde, kadın aktif olarak hayatın içindedir harem olarak tarif edilebilecek yalnızca kadınlara ait bir özel alan yoktur.

Barbarosoğlu ve Meriç gibi yazarların bu ayrıma dikkat çekmeyip, tüm geleneksel toplumlardan bahsederken bir kamusal alan varmışçasına, kadınların özel alanda bulunup kamusal alanda görünür olmadıklarını söylemeleri ne kadar doğrudur? Söz konusu yazarların İstanbul’u baz aldıkları düşünülebilir. Zira ‘harem’ ve ‘peçe’nin İstanbul’un fethinden sonra, Bizans’ın bir mirası olarak ve büyük oranda şehirleşmenin etkisiyle yine İstanbul’da ortaya çıktığı hatırlanabilir. Çaha’nın belirttiği gibi yalnız İstanbul, İzmir gibi şehirlerde ve belirli bir zamandan sonra görünür olmaktan uzaklaşan Osmanlı kadınlarının, özellikle de tüm kadınlar olmayıp yönetici sınıf kadınları olduğu da hatırlanabilir.403

İstanbul merkezli Terakki Gazetesi’nin haftalık eki olarak 1869’da yayınlanmaya başlayan kadın eki Terakki- î Muhaddârat’ta örtünme konusu İslam dininin kadınlara yönelik bir emri olarak yer almıştır. Kadınların ahlâki yönlerini ortaya çıkaran en önemli gösterge, kıyafetlerinin sadeliği ve muhafazakârlığı olarak sunulmuştur. Kadınlar feraceli yaşmaklı giyimleriyle övülmekte, bu halleriyle Fransa’nın dekolte giyen kadınlarından üstün tutulmaktadırlar. Fakat zamanla Batılı kadın hallerinin örnek gösterilmeye başlandığı söylemler ortaya çıkmış ve Meşrutiyet’ten sonra kadınların büyük çoğunluğu peçenin, bir kısmı da tesettürün tamamen kalkması yönünde görüş beyan etmişlerdir. Henüz Tanzimat döneminde kadınların eğitim ya da çalışma hayatından sadece örtüsünden dolayı geri tutuluşu kabul edilmemiş ve sorgulama konusu olmuştur. Bu konuda da cinsiyet eşitliğinden yola çıkılmaktadır. Gazetede yayınlanan bir hanım okuyucunun mektubunda şunlar dile getirilmektedir: “El, ayak, göz ve akıl gibi vesâitte bizim erkeklerden ne farkımız vardır. Biz de insan değil miyiz? Yalnız cinsiyetçe olan mübayenetimiz mi bu halde kalmaklığımızı intaç eylemiştir. Bunu hiçbir akıl-ı selim kabul etmez. Eğer

403 Bkz. Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar I, s. 53-55, Çaha, Sivil Kadın, s. 80.

böyle olmak lazım gelse idi Avrupa taife-i nisvânı dahi bizim halimize benzerdi.”

Son cümle Avrupa’nın toplumun bir kısmı nazarındaki konumunu gösterir niteliktedir. Aynı okuyucu tesettürün çalışmaya engel olmadığını köylü kadın örneklemesiyle dile getirmiştir: “Noksan-ı maârifetimiz intaç eden hal-i mestûriyet-i meşrûamızdır denilmek istenilirse ona da taşralarda bulunan hemcinslerimizi irâe etmekle iktifa ederim. Zira bunlar erkeklerine yine ziraat-ı felahet ve sair her nev’i hizmetlerde muavenette kusur etmeyip meşâkk-ı say-ü ikdamda erleriyle müşterektirler ve başlı başlarına kendilerine mahsus olan pazarlarda ahz-ü ita bile ederler. Demek ki ticaret ve maârifete, mesai ve mehasine mestûriyet mâni değilmiş.” 404

Meşrutiyetten sonra şehirlerdeki kadın kıyafeti özellikle İstanbul’da Batılı kadın kıyafetlerinin çizgisini taşıyan bir tarz almıştır. Osmanlı kadın kıyafetleri Osmanlı tarzını devam ettirirken 19. asırdan itibaren bu tarz hızla kaybolmaya başlamıştır.405 Örneğin Kadınlar Dünyası Dergisi’nde moda olgusu işlenmiş, peçenin atılması, çarşafın modernize edilmesiyle kadınların kamusal alanda çalışabileceği rahat giysilerin üretilmesi istenmiş, İngiliz kadınlarının ciddi, yürümeye elverişli zarif ceketleri önerilmiştir. Batı usulü giysi fotoğrafları, derginin çeşitli sayılarında akşam kıyafeti, gündüz kıyafeti gibi açıklamalarla yer almış406, kadının saçı makyajı, giyimi ile ilgili ürünler tanıtılmıştır. Dergide farklı seslere de yer verilmektedir. İsrafa yol açtığı ve milli servete zarar verdiği için modaya itirazlar407, Kumaşı, modeli, her şeyiyle milli bir moda oluşturulması, tesettürden

404 Rabia, “Birinci Mesele: Terbiyet-i Hâzıramızın Vucub-ı Islahı”, Terakki-î Muhaddarât, S.

5, 13 Temmuz 1285/15 Rebiyyülâhir 1286, s. 2, aktaran, Kurtoğlu, a.g.e., s. 39-40.

405 Barbarosoğlu, Moda ve Zihniyet, s. 103, 111.

406 Günün farklı saatleri ve farklı mekânlar için ayrıntılı giysi tarifleri mevcuttur. Giysi türleri o kadar çeşitlidir ki tam anlamıyla bir tüketim çılgınlığını yansıtmaktadır ve her bir giysi kurallar bütünü içerisinde (adab- muaşeret) bir anlamda dayatılmaktadır. Örneğin bir baloda dekolte tuvalet giymeyen bir hanım nezaketsizlik ve zevksizlikle, adab bilmemekle suçlanmıştır. Bkz. Meriç, a.g.e., s. 367-382.

407 Derginin bir sayısında Atiye Şükran şöyle yazmıştır: “Bizim ziynet, süs için ecnebilere verdiğimiz etek dolusu paraları onlar alıp sonra bize top, tüfek, kurşun olarak iade ediyorlar.” Kadıköy, “Acıdım”, 11 Haziran 1329, no:40, s.2-3., Sıdıka Ali Rıza ise şöyle

taviz verilmemesi408 bu farklı sesleri oluşturmaktadır. Dergide, Kuran’ın çağın gereklerine ve kadının değişen konumuna paralel olarak yeniden yorumlanması, değişime uyarlanması istenmekte, peçenin iptalinin, tesettürün kalkmasının artık bir zaman sorunu olduğu açıklanmaktadır: “Tesettür meselesine gelince, Kur’an hiçbir ayetinde bu konuda bir belirlemede bulunmamaktadır. Sadece söylemektedir ki kadınlar erkekleri tahrik edecek vücut parçalarını örtmek zorundadırlar. Ancak bu ayet o şekilde tefsir edildi ki, kadın yüzü dışında her tarafını örtmek zorundadır.

Sonuç olarak kadının toplumdan tecrit edilmesi vakası ortaya çıktı. Belki o zaman için böyle bir yaklaşım ülkenin toplumsal koşullarına uymuş olabilir; ama bugün günümüzde kadın bu şekilde aşağılanamaz, bu insanlığı adeta şoke etmektedir. Hatta islamcılar bile bugünkü uygulamadan rahatsızdır. Bugün binlerce kadının insanlığın refahı için, mutluluğu için sergilenen gayretlerin dışında bırakılmasına kimse razı gelemez. Yüzyılımızın ekonomik ve toplumsal koşulları buna müsaade etmez. Bir taraftan çağın gerekleri, diğer taraftan Müslüman kadınların ve erkeklerin ortaya koydukları gayretler erken veya geç kadının konumunda önemli bir revizyonu yazmıştır: “Süste ifrat hangi millette görülmüş ise, o millet fakr-ü zarurete duçar olmuştur.”

“Evrak-ı Varide: Ben de Aynı Fikirdeyim”, 27 Nisan 1329, no:24, s.3, Pakize Sadri daha sert bir dil kullanarak: “Artık eşarpları (Başörtüsü olmayıp Batı’dan gelen bir tür aksesuardır.), maşonları ve saireleri, Avrupa’nın bize gülen yüzüne atalım. Bizi hafif ve hakir gören gözlerine sokalım ve onlara haykırarak diyelim ki, bizim de aklımız fikrimiz var. Biz de çalışmasını biliriz. Biz kendi kendimizi yaşatacağız. Sizin bizi zehirleyen, bizi mahkûm eden her şeyinizi size iade ediyoruz. Rica ederiz bize bir daha böyle şeyleri göndermeyiniz, gönderirseniz çürüyüp mahvolacağına emin olunuz.” demektedir. “Tesettür-i Nisvan”, 21 Haziran 1329, no:79, s.3., aktaran, Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yay., 2.

bsk., İstanbul 1996, s. 179.

408 Emine Seher Ali şöyle yazmıştır: “Kadınların tesettürü fena imiş, lüzumsuz imiş, daha bilmem ne imiş! Bunların hepsi boş… Biz tesettürden ziyade, bu sözlerin lüzumsuzluğuna kâniyiz… Tesettür aleyhinde bulunanlara, evvela maksad-ı tesettürün ne olduğunu öğrenmelerini tavsiyeyi kendimize vazife biliriz. Tesettür dini bir meseledir. Binaenaleyh, dinsizlerin bu meseleye burunlarını sokmaları kendilerini mutazarrır eder. Biz dini, şeraitin bahşettiği mevki-i örf ve adata kurban etmek fikrinde değiliz. Şeriatın yaşandığı dönemde mevkimiz neresi ise bize onu versinler.” “Tesettür Meselesi”, 12 Mayıs 1329, no:39, s.1-2., aktaran, Çakır, a.g.e., s. 183.

gündeme getirecektir. Bu yorum bizim isteklerimize uygun bir yorum olacaktır.

Çağımızın insani ilkelerine uygun olacaktır. Günümüzün ekonomik ve toplumsal zorunluluklarına uygun olacaktır. Bunun için açıkça söyleyebiliriz ki tesettürün ortadan kalkması, artık bir zaman meselesidir.”409 Yazıda geleneksel örtünme anlayışı eleştirilirken, başlıkta ‘peçe’nin kullanılmış olması, yazıldığı dönemde açıktan yapılan tartışmaların daha çok peçe üzerinden sürdürülmesi ile ilgili olabilir.

1889’da Abdülhamit yönetimine karşı örgütlü bir muhalefet grubu kurulmuştur. Genç Türkler ismini alan bu grubun kurucuları biri Arnavut, biri İngiliz, biri Çerkez, diğer ikisi de Kürt olan Osmanlılardan oluşmaktadır. Genç Türkler, hem İstanbul, hem de Batı Avrupa’dan yayınladıkları dergilerle ve ülke içindeki çeşitli faaliyetleri ile büyüyen bir hareket olmuşlardır. Öğrenciler ve özellikle de Anadolu ve Balkan subaylarının katılımıyla birlikte Abdülhamit’in üç yakın akrabasının katılımıyla da güç kazanmıştır. Lewis grupta yer alan Selanik subaylarının Paris’te bulunan eski İttihat ve Terakki örgütüyle birleşmesi ve Anadolu’daki mason localarıyla olan ilişkisi nedeniyle grup içindeki liberal anlayış karşısında bağımsız olarak güçlenmeye başladığını belirtmiştir. “Subayların fikirleri sade ve ilkel idi: Hürriyet ve vatan, meşrutiyet ve millet”.410 Grubun çalışmaları sonucunda 1908’de Meşrutiyet ilan edilmiştir. Lewis, çeşitli yazarların, 1908 devrimini Yahudilere, masonlara, Roma Katolik Kilisesine, pozitivistlere, Alman Genel Kurmayına ve İngiliz Dışişleri Bakanlığına atfettiklerini ve Genç Türklerin hürriyet-eşitlik vaatlerinde ve ilanlarında ne kadar samimi oldukları hakkında bir yargıda bulunmanın güç olduğunu söylemiştir.411 II. Meşrutiyet’le birlikte Balkan ve Trablusgarp olayları patlak vermiş, İslamcı ayaklanmalar ve etnik gruplaşmalara dayalı olaylar ortaya çıkmıştır. Genç Türk hareketinin kurucularından biri olan ve Lewis’in bu hareketin kahramanı ve putu olarak nitelediği bir ismin ayaklanmalarda etkisi olan İslamcı İttihad-ı Muhammedî’nin önemli isimlerinden biri olması

409 “L’abolition du voile n’est qu’une question de temps” (Peçenin İlgası Zaman Sorunudur), Kadınlar Dünyası (Derginin Fransızca ekinden), 1913 Decembre 21/3 Janvier 1914, no:123, s.1, aktaran, Çakır, a.g.e., s. 183.

410 Lewis, a.g.e., s. 204, bkz. a.g.e., s. 194-207.

411 Lewis, a.g.e., s. 211, 213.

ilginçtir.412 Lewis’in ‘gerici’ olarak nitelediği İstanbul ayaklanması Selanik’ten gelen subaylar tarafından bastırılmıştır. Lewis savaşlarla geçen dönemi şu şekilde yazmıştır: “Türkiye zaten 1911’den 1913’e kadar savaşta bulunmuştu; fakat büyük devletlerin çarpışmasına karışması yeni ve yıkıcı bir tecrübe oldu. Diğer yerlerde olduğu gibi, modern savaşın baskıları, süratli değişiklikleri zorunlu kıldı; büyük Avrupa devletleriyle birdenbire yakın ilişki ve ittifak içine girmiş Türkiye gibi bir Doğulu ve İslâmi ülkede, bu değişiklikler özellikle şiddetli ve altüst edici idi. Genel seferberlik milyonlarca Türkü evinden barkından koparıp onları yeni yerlere, ödevlere ve birliklere götürdü ve büyük, modern ve askerî bir örgütün parçası yaptı.

Onların bıraktığı boşluğu doldurmak için, onbinlerce Türk kadını inzivadan çıktı ve onlara iş hayatına girmek için müphem imtiyazlar tanındı. Savaşın iktisadî baskıları yeni ihtiyaçlar ve fırsatlar –hem felaket derecesinde ihtikâr ve vurgunculuk, hem de yeni ticari ve sınaî teşebbüs fırsatları- yarattı. Almanya ve Avusturya ile sıkı ittifak askerî ve mali desteğe ek olarak, birçok alanlarda eğitimsel, teknik ve idari rehberlik de getirdi. Savaşın darbesi altında, Osmanlıların bitkin imparatorluğu daha önce görülmemiş ölçüde silkelenip çalkandı. Realiteler değiştikçe, insanların kendileri hakkındaki bilinçleri de değişti ve bu değişiklikler birden, çabuk, geniş ve derin oldu.”413

Meşrutiyet döneminde birçok konuda olduğu gibi kadın ve örtünme konusunda da farklı yaklaşımlar birbiriyle çatışmıştır. Bu farklı yaklaşımlara sahip düşünürler genel olarak Batıcılar (ılımlı ve sert), İslamcılar (ılımlı ve sert) ve milliyetçiler gibi bazı gruplandırmalara (bu gruplandırmalar her ne kadar göreceli de olsa) tâbi tutulmuşlardır. Batıcılar örtülü giyimi ilerlemenin (modernizasyonun), batılılaşmanın önündeki engellerden biri olarak değerlendirirlerken; ılımlı Batıcılar iptali değil ıslahı gereken bir giyim olarak değerlendirmişler, örtünme konusunda genel olarak çekimser kalmışlardır. Ilımlı Batıcılar geleneksel İslam’ın yoz olduğu ve modernleşme sürecine uyumlu hale getirilmesi için Kuran İslam’ının (asrı saadet İslam’ının) tekrar canlandırılması gerektiği üzerinde durmuşlardır. İslamcılar, örtünme konusunda ahlâk-fitne karşıtlığında bir söylem geliştirip, örtünmeyi

412 Bkz. Lewis, a.g.e., s. 198, 214.

413 Lewis, a.g.e., s. 237.

namusun biricik zırhı olarak görmüşlerdir. Ilımlı İslamcılar ise örtünmeyi en az İslamcılar kadar savunmuş olmakla birlikte söylemlerindeki Kuran İslamı (asrı saadet İslam’ı) vurgusu ile İslamcılardan ziyade ılımlı Batıcılara yakın bir duruşa sahip görünmektedirler. Bu çalışmada Batıcılar arasında Abdullah Cevdet, Selahaddin Asım ve Mısır’dan Kasım Emin’in; ılımlı Batıcılardan Rıza Tevfik’in;

ılımlı İslamcılardan Musa Carullah Bigiyef’in414, İslamcılardan Şeyhulislam Mustafa Sabri’nin görüşlerine yer verilmiştir.

3a. BATICILAR:

Niyazi Berkes, Batıcıların, 1908 devriminin getirdiği söz özgürlüğü sayesinde, kadınların toplumdaki durumu, peçe ve çarşaf sorunları, kadının eğitimi ve toplumsal hayatta yer alması gibi sorunları sayılamayacak miktardaki yazılarla tartışmaya açtıklarını ifade etmiştir. Onlara göre Türkiye’nin geri kalmasının başlıca nedeni kadınların durumunun aşağılığıdır ve bunun sorumlusu din ile din adamlarıdır.415

3a-1. ABDULLAH CEVDET (1869-1931)

Abdullah Cevdet, kendi hazırladığı İctihad Dergisi’nin ilk sayısında

“Müslümanların içinde bulunduğu düşkünlüğün nedenleri ve bu durumdan kurtulmanın yolları nelerdir?” şeklindeki iki soruyu “Pek Uyanık Bir Uyku” başlıklı iki yazıyla maddeler halinde cevaplandırmıştır. İkinci sorunun cevabında özetle şunlar yazılmıştır: Tekke ve zaviyeler ile medreseler kapatılıp yerine Avrupa’ya özgü kolejler kurulmalı, Latin harfleri kabul edilmeli, şer’î mahkemeler kapatılmalı, padişahın bir eşi olmalı, cariye kullanma hakkı bulunmamalı, kadınlar istedikleri tarzda giyinmeli, giyimlerine devlet tarafından hiçbir şekilde müdahale edilmemeli, kadınlar ülkenin en büyük velinimeti sayılarak kendilerine erkekler tarafından bu yolda hürmet ve riayet gösterilmeli, kadınlar ve genç kızlar erkeklerden kaçmamalı, her erkek gözleri ile gördüğü, beğendiği ve seçtiği kızla evlenmeli, görücülük son

414 Aslında Bigiyef, söz konusu grupların oluştuğu ortamın dışında bulunan bir düşünürdür.

Kadın ve örtünme ile ilgili görüşlerinin yaklaştırmasıyla bu göreli gruplandırmalardan “ılımlı İslamcılar” bir anlamda düşünürün payına düşmüştür.

415 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu Batı Yay., İstanbul 1979, s. 435-436.

bulmalı, Avrupa Medeni Kanunu aynen alınarak birden fazla kadınla evlenme gibi kadının aleyhine olan tüm uygulamalara kesin olarak son verilmelidir.416

Osmanlı kadınının örtünmesine şiddetli bir tepki göstermiştir. Meşhur sloganı

“hem Kur’an’ı aç hem kadını aç!”417 aynı zamanda aile konusundaki reform önerilerini de çizmektedir.418 Kadının örtünmesini adab-ı muaşeret açısından zerafet dışı bulan Abdullah Cevdet’in, bir örtünme aracı olarak da kullanılan eldiveni modernleşme sürecinde batılı formatlarda medenilik göstergesi olarak topluma sunması, taşıdığı sembolik anlama göre giysiye olan bakış açısındaki farklılaşmayı sunması açısından manidardır. O, “…zarif ve dürüst bir kadın elleri eldivensiz olarak evden çıkmamalıdır.” demiştir.419 Cevdet’e göre bir insan, “…sokakta bulunduğu vakit dahi, bir cemiyette, bir salonda bulunduğu gibi olmalıdır.” Ekrem Işın, Cevdet’in bu görüşünü, Cumhuriyet’in sokaktaki insanın gündelik hayatına vurulan

“resmiyet” damgası olarak değerlendirmiştir.420 Abdullah Cevdet’in, bu tür fikirleriyle Cumhuriyet devrinde gerçekleştirilen inkılâplarda tesirleri olan bir şahsiyet olduğu belirtilmiştir.421

Ziya Ülken, Cevdet’in dini duygulara ve geleneklere hücum ettiğine, protest bir duruşa sahip olmaktan hoşlandığına, orijinal olma merakı ile paradoksa

416 Abdullah Cevdet, “Pek Uyanık Bir Uyku”, İçtihad Dergisi, Cenevre Eylül 1904, S. 1, Ayrıca bkz. Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara 1988, s. 33-35, Çaha, a.g.e., s. 96, Kurnaz, a.g.e., s. 67, Kurtoğlu, a.g.m., s. 36-37.

417 Abdullah Cevdet, İçtihad Dergisi, S. 4, Cenevre 1907, S. 29, 1911.

418 Berkes, a.g.e., s. 436, Bkz. Kurnaz, a.g.e, s. 67, Çaha, a.g.e., s. 96, Kurtoğlu, a.g.m., s.

36, İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., İstanbul 1988, c. 1, s. 93.

419 Cevdet, “Teşrifat ve Âdâb-ı Muaşeret”, İçtihad Dergisi, S. 153, Mayıs 1923.

420 Ekrem Işın, İstanbul’da Gündelik Hayat, İletişim Yay., İstanbul 1995, s. 160, Meriç,

420 Ekrem Işın, İstanbul’da Gündelik Hayat, İletişim Yay., İstanbul 1995, s. 160, Meriç,