• Sonuç bulunamadı

4/10 YÜZYIL BAĞDAT TOPOGRAFYAS

Harita 1: Ruṣâfe ve Çevresinin Takrîbî Haritası

1.1.8.6 Mehdî Nehr

Mehdî Nehri [Nehru’l-Mehdî], Fadl Nehri’nin kollarından biridir. Başlangıcının Şemmâsiye Kapısı’nın biraz yukarısında olduğu kaydedilmiştir. Şemmâsiyye Kapısı’ndan sur içine giren nehir, Ca‘fer Çarşı’sına [Suveykatu Ca‘fer] vardıktan sonra Mehdî Nehri Caddesi [Şâriu Nehru’l-Mehdî] boyunca akardı. Sonra Beradân Köprüsü’ne [Kantaratu Beradân] gelir ve Dâru’r-Rûmiyyîn’e girer. Sonra Nasr b. Mâlik Çarşısı’na [Suveykatü Nasr b. Mâlik] çıkardı. Ardından Ruṣâfe’ye giren nehir, Ruṣâfe Camii [Mescidu’l-Câmi’] ve Hafs Bostanı’nından [Bustânu Hafs] geçtikten sonra Ruṣâfe Sarayı’nın [Ḳasru’r-Ruṣâfe] içindeki bir gölete dökülürdü (Suhrâb, 1930:131).

Mehdî Nehri’nden ayrılan ve başlangıcı Nasr Çarşısı’nda [Suveykatü Nasr] olan bir başka nehirden söz edilir. Bu kol, Demir Kapılar’ın [Ebvâbu’l-Hadîdî] önündeki Horasan Kapılar Caddesi’nin [Şâriu Bâbı Horasan] ortasından geçerek, Horasan Kapısı’ndaki [Bâbu Horasan], Sur Nehri’ne [Nehru’s-Sûr] dökülünceye kadar uzanırdı (Suhrâb, 1930:131).

117

1.1.8.7 ‘Aḍudî Nehri

Adudî Nehri, Büveyhî emiri Adududdevle tarafından yaptırılması sebebiyle onun lakabına nispet edilmiştir. Nehrin başlangıcı Hâlıs Nehri’ndedir. Dâru’l-Memleke ve aşağısındaki Zâhir Bahçesi’ni sulamak amacıyla açılmıştır. Kanalın inşasından önce, Adududdevle büyük meblağlar harcayarak yaptırdığı bahçeyi sulamak için önce Dicle üzerine su çarkları [devâlîb] kurdurmuştu. İstahrî ve İbn Havkal’ın kayıtlarından Dicle üstündeki bu su çarklarının Adududdevle’den önce de bulunduğu anlaşılmaktadır. (İstahrî, 2004:83;1996:241). Fakat Dicle’nin su seviyesinde meydana gelen mevsimsel yükselme ve azalmalar, çarklar vasıtasıyla temin edilen suyun yaz kış kesintisiz akmasını engelliyordu. Bu sebeple kanal açılması kararlaştırıldı ve bunun için mühendisler görevlendirdi. Mühendisler, doğu yakasının arka tarafından [zâhiru’l-cânibi’ş-şarkî] yaz kış kesintisiz su temin edilecek nehirleri araştırdıktan sonra böyle bir kanalın sadece Hâlıs Nehri’nden açılabileceğini tespit ettiler. Fakat Hâlıs Nehri’nin yatağı ile Bağdat arasındaki yükseklik farkı, açılacak bu kanalın Bağdat’ı sular altında bırakma tehlikesini taşıyordu. Bu tehlikenin giderilmesi için şehir ile kanal arasındaki zemin yükseltilip tesviye edildi. Bu amaçla zeminden birkaç ẕira‘ yüksekliğinde Hâlis Nehri ile aynı seviyede olan iki büyük tepecik yaptırıldı. Tepeler arasında yan cepheleri setlerle sağlamlaştırılmış bir kanal inşa edildi. Yığılan toprak setleri iyice sertleştirmek ve aşınmasını engellemek için fillerin gücünden yararlanıldığı ifade edilmiştir (Hatîb el- Bağdâdî, 2004:1/121).

Kanal, Bağdat’taki meskûn bölgelere ulaştığında, Zincir Yolu’ndan [Derbu’s-

Silsile] geçmesi kararlaştırıldı ve buradaki yığıntı toprak da tamamen sertleşene kadar

fillere çiğnettirildi. Kanalın geçtiği yerlerde evlerin girişlerini toprak setler kapattığı için, kapıların yükseltildiği kaydedilmiştir. Kanalın şehrin merkezinden geçen ve saraya uzanan ana hattı ile bahçelere ayrılan kolları pişmiş tuğla ve kireçle inşa edilmiştir (Hatîb el-Bağdâdî, 2004:1/121). İbnu’l-Cevzî’nin kaydına göre kanalın inşaatı 18 Muharrem 372/13 Temmuz 982’de tamamlanmış, kanalın ilk suyu Dâru’l-Memleke’ye ve Dâru’l- Ḫilâfe’deki Zâhir Bahçesi [Bustânu Zâhir]’e akıtılmıştır (İbnu’l-Cevzî, 1992:14/281).

Adududdevle’nin bir uşağından nakledildiğine göre, bahçe düzenlenmeleri ve kanal projesi için toplam 5.000.000 dirhem harcanmıştı. Dâru’l-Memleke’nin inşaatı için de bir o kadar para harcandığı rivayet edildiği için Adududdevle’nin Bağdat’taki imar

118

çalışmalarının toplam 10.000.000 dirheme mâl olduğu söylenmiştir (Tenûhî, 1995:4/261). Adududdevle Dâru’l-Memleke ile Zâhir arasındaki evleri yıktırarak sarayın arazisini Dâru’l-Ḫilâfe yakınına kadar uzatmaya azmetmişse de planını gerçekleştiremeden ölmüştü (Hatîb el-Bağdâdî, 2004:1/121).

Adududdevle, Şîrâzî’nin konağını tamir etmenin imkânsız olduğunu görünce dillere destan hurmalar ve son derece seçkin ağaçlarla dolu bahçesini mamur hale getirmeye gayret etmişti. Adududdevle Bağdat’taki meydanlar ve bahçeleri yeniden düzenlemeye önem vermiştir. Sonradan Hilâfet sarayının en gözde yerlerinden biri haline gelen Zâhir’deki bahçenin yapılmasını da Adududdevle emretmişti (Miskeveyh, 2000:6/454).

1.1.8.8 Köprüler

Dicle üzerindeki köprülerin sabit köprüler olmadığını ifade ederek başlamak faydalı olacaktır. Bağdat’ın tarihi coğrayasına ait kaynaklarda köprü anlamına gelen iki farklı kelimenin yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Bu kelimelerden ilki, zevrak adı verilen teknelerin yanyana getirilerek birbirlerine bağlanması ve bunların üzerlerinin enine dizilen kalaslarla düz bir satha dönüştürülmesiyle oluşturulan, üzerinden insan ve hayvan geçmeye elverişli köprü türlerine cisr adı verilmiştir150. Söz konusu kayık köprülerin [cisr] sayılarının dönemden döneme değiştiği görülmektedir. Bağdat’ın iki yakasını birbirine bağlayan Dicle Nehri üzerindeki köprüler, 19. Yüzyıla kadar zevrak adı verilen teknelerin yan yana bağlanması suretiyle yapılagelmiştir.

Daha küçük boyutlardaki nehir ve kanalların üzerine kurulmuş sabit taş köprüler

kantara kelimesiyle ifade edilmiştir. Nitekim Bağdat’ın her iki yakasındaki kanallar ve

suyolu üzerindeki köprülere kantara denildiği görülmektedir.

Şehrin kurucusu Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un, biri kadınlara mahsus olmak üzere, Dicle üzerine üç köprü kurduğu kaydedilmiştir. Ayrıca kendisi ve yakın adamları için Bostan Kapısı’nda iki köprü daha yaptırmıştı. Halife Mehdî, Bîn Nehri’nden doğan ve

150 Dicle üzerindeki yüzen köprüler hakkında, 8/14. yüzyılda Bağdat’ı ziyaret eden İbn Battûta’nın verdiği

bilgiler önemlidir. İbn Battûta, Bağdat’ta Dicle üzerinde iki köprünün bulunduğunu, bunların yapı bakımından Hille köprüleri gibi olduğunu söyler. Hille köprüsünü tarif ederken de, şehrin iki yakasını birbirine bağlayan köprünün, yan yana yatırılmış teknelerin üstüne kurulmuş olduğunu ifade eder. Bu tekneler, iki uçlarından dolaşan kalın zincirlerle kıyıdaki sabit kalaslara bağlanmıştır. Bkz. İbn Battûta (2000), İbn Battûta Seyahatnâmesi, (Çev. Sait Aykut), Yapı Kredi Yayınları: İstanbul, s. 313, 318.

119

Zendrûd [canlı nehir] adı verilen nehrin suladığı kilisesiyle meşhur mevkide Dicle üzerine iki köprü kurmuştu. Daha sonra Hârûn er-Reşîd, Şemmâsiye Kapısı yanında iki köprü kurdurmuştu. Buraya kadar sözü edilen köprülerin tamamının Emîn’in katline kadar kullanımda olduğu kaydedilmiştir. Me’mûn zamanında üçe indiği kaydedilen köprü sayısı, muhtemelen onun halifeliğinin sonuna doğru ikiye düşmüştü (Hatîb el-Bağdâdî, 2004:1/129).

Hatîb el-Bağdâdî, hocası Ebû Ali b. Şâzân’ın151 [d. 339/950-ö. 425/1034], Bağdat’ta üç köprünün bulunduğu zamanları hatırladığı sözlerini nakletmiştir. Bu ifadeye göre köprülerden biri Salı Pazarı’nın [Sûḳu’s̱ -S̱ülesâ’] hizasında152, diğeri Bâbu’t-Tâk’ta, sonuncusu ise şehrin en kuzeyinde bulunan Muizzuddevle Sarayı’nın yakınındaki meydanın hizasında bulunuyordu. Hatîb el-Bağdâdî, meydan hizasındaki bu köprünün Adududdevle döneminde Bâbu’t-Tâk’taki iskeleye [Furḍatu bi-Bâbi’t-Tâk] taşındığı rivayetini de nakletmiştir. Böylece Bâbu’t-Tâk’ı karşı yakaya bağlayan köprü, biri gidiş, diğeri geliş olmak üzere çift köprü haline getirilmişti (Hatîb el-Bağdâdî, 2004:1/129).

Adududdevle döneminde Dicle üzerindeki köprünün yoğun trafiğine rağmen oldukça dar olması, özellikle binekliler için büyük tehlike arz ediyordu. Adududdevle bu köprü için daha büyük ve sağlam gemiler [süfun] kullanarak köprüyü genişletmişti. Köprünün iki yanına yapılan korkuluklarla [derâbzînât] yolcuların güvenliği sağlanmış, köprüye muhafızlar ve bekçiler tayin edilmişti (Miskeveyh, 2000:6/455-6).

Hilâl es-Sâbî’den nakledildiğine göre, 383/93-4 senesinde Meşra‘atu’l-

Kaṭṭânîn’de bir köprü kurulmuş, bu köprü bir müddet kullanıldıktan sonra iptal edilmiştir.

Yine onun ifadesine göre 448/1056-7 senesine kadar Bağdat’ta tek bir köprü bulunuyordu. 450/1058-9 senesinde iptal edilen bir başka köprüden söz edilir ki bu köprü batı yakasındaki Meşra‘atu’r-Ravâyâ ile doğu yakasındaki Meşra‘atu’l-Kattânîn arasında kuruluymuş, zikredilen tarihte Meşra‘atu’l-Kattânîn’e taşınmıştı (Hatîb el- Bağdâdî, 2004:1/129). 4/10. yüzyılda yaşayan İbn Havkal eskiden iki köprü olduğunu, kendi zamanında ise sadece Bâbu’t-Tâk yakınında bulunan köprünün kaldığını söyler.

151 Ali Toksarı (1999), “İbn Şâzân el-Bağdâdî”, DİA (C. XX, ss. 369-70), TDV Yayınları, İstanbul.

152 Dâirevi şehrin Horasan Kapısı hizasıyla, Dicle’nin doğu sahilinde bulunan Sûḳu’s̱ -S̱ülesâ’ arasındaki bu

köprüyü ilk defa Ebû Ca‘fer el-Mansûr kurmuştu ve Büyük Köprü (el-Cisru’l-Kebîr) diye bilinirdi. Bkz. Fehmî Sa’d (1993), el-‘Âmme fî Bağdâd, Dâru’l-Müntehabu’l-‘Arabî, Beyrut, s. 31.

120

Şehrin küçülmesine bağlı olarak köprülerden birinin iptal edildiğini ifade eder (İbn Havkal, 1996:216).

Mezarlıklar

Bağdat’taki mezarlıklar genellikle bir âlim veya mutasavvıfın türbesi çevresinde şekillenmiştir. Makberatu Kureyş ve Makberatu’l-Mâlikiyye gibi kabile ve mezhebe göre şekillenmiş mezarlıklar da görülmektedir. Mezhep imamları ve meşhur zâhitlerin kabirleri, müntesiplerinin defnedilmeyi arzu edilen yerler haline gelmiştir. Birçok Hanefî fakihin İmâm-ı Âzam’ın meşhedinin civarına defnedilmelerini vasiyet etmesi bunun bir örneğidir. Batı yakasında bulunan Mûsâ Kâzım, Cüneyd-i Bağdâdî ve Ma‘rûf el-Kerhî türbeleri etrafında büyük mezarlıkların oluşması da bu düşünceyi yansıtmaktadır. Bağdat’ın en meşhur mezarlıklarından biri, türbeleri ve ziyaretçileriyle Abbâsî halifelerinin mezarlarının bulunduğu Hulefâ Mezarlığı’ydı.

Abbâsî halifelerinden Seffâh Anbar’da, Mansûr Mekke’de, el-Mehdî Mâsebezân’da, (Belâzurî, 2013:337), Mûsâ el-Hâdî Îsâbâd’da, Hârûn er-Reşîd Tûs’da, Emîn Bağdat’ta, Me’mûn Fezendûn/Tarsus’ta ve Mu’tasım, Vâsık, Mütevekkil, Muntasır Sâmerrâ’da vefat etmişlerdi (Kazvînî, 1960:314). 4/10. yüzyılın başına kadar Emîn dışında kalan halifelerin hiçbiri Bağdat’ta vefat etmemiştir. Emîn, kardeşi Me’mûn’un kumandanı Tâhir b. Hüseyin153 tarafından Anbar Kapısı Caddesi [Şâri‘u Bâbi’l-Anbâr]

üzerinde bulunan Bostan-ı Tahir yakınındaki ordugâhında katledilmiştir (Ya‘kûbî, 1891:28, Hatîb el-Bağdâdî, 2004:1/89). Tenûhî’nin rivayetine göre ise Emîn Dicle üzerindeki bir teknede yakalanmış ve orada katledilmiştir (Hatîb el-Bağdâdî, 2004:1/89).

Sâmerrâ döneminden sonra Bağdat’ı yeniden kalıcı bir biçimde başkent yapan Halife Mu‘tazıd’a kadar Emîn dışında Abbâsî halifelerinden hiç biri Bağdat’ta vefat etmemiştir. Sâmerrâ döneminin son halifesi Mu’temid Bağdat’ta vefat etmiş olmasına rağmen cenazesi Sâmerrâ’ya nakledilerek oraya defnedilmiştir. Bu arada Emîn istisna edilecek olursa, Bağdat’ta vefat edip burada defnedilen ilk halifenin Mu‘tazıd olduğu söylenir (Hatîb el-Bağdâdî, 2004:1/89). Dolayısıyla 4/10. asrın ilk çeyreğine kadar

121

Bağdat’ta Abbâsî halifelerine ait bir mezardan söz edilemez. Hânedân mensupları ise daha çok Kureyş Kabristanı’na defnedilmekteydi.

Halife Mu‘tazıd sonrası Abbâsî halifelerinin çoğu Ruṣâfe’de defnedilmiştir. Her bir halifenin kabrinin üzerinde devasa boyutlarda türbeler inşa edilmişti. Yâkût, bu heybetli türbelerin, kalplerde bir ürperti meydana getirdiğini söyler. Türbelerin bakım ve onarımıyla türbedarları ve temizlikçileri için vakıflar tahsis edilmişti. Halife Râzî’nin kubbeli türbesi Ruṣâfe surunun dışında tek başına duruyordu. Müstekfî, Mutî‘, Tâi’ ve Kâdir’in türbeleri ise Ruṣâfe’de sur içindeydi.154 Halife Mu‘tazıd, Müktefî ve oğlu

Kâhir’in türbeleri batı yakasındaki Tâhir b. Hüseyin konağında bulunuyordu (Yâkût el- Hamevî, 1995:3/46-47).