• Sonuç bulunamadı

Kur’ân’ın Tefsire Muhtaç Olan ve Olmayan Âyetleri

Umumî bir hüküm olarak, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsir edilmesinin zaruri olduğunu izaha çalıştık. Bizzat Peygamberimiz’in, Kitab’ı açıklama işi ile tavzif edildiğini gördük. Fakat bu hiç bir zaman, Kur’ân’ın bütününün veya ekserisinin Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından kâfi bir surette tefsire kavuşturulmuş olduğu mânâsına gelmez. Bu mevzuda Taberî’nin fikri ve tasnifi umumiyetle ilim ehli tarafından hüsn-ü kabul görmüştür. Onun fi-kirlerini şöyle hülâsa edebiliriz:

Kur’ân’ın bir kısmının te’vilini Cenab-ı Hak’tan başkası bilemez Bun-ların ilmini Allah Zâtına mahsus kılmıştır. Kıyametin vakti, sûra üfleme, Hz. Îsa’nın nüzûlü ve bunlar gibi... Hiç kimse bunların vakti hakkında bir şey bilemez. Yalnız şartlarına dair haberler gelmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)

bu mevzularda bir şey söylediğinde, sadece şartlarını söyler, vaktini tahdit etmezdi. Deccâl mevzuu da bunlardan biridir. Allah bildirmedikçe bunları

29 Taberî, 4/82-83 30 Taberî, 1/419.

Hz. Peygamber (s.a.s.) de günü gününe bilmiyordu. Cenab-ı Hak, bu kabîl hâdiselerin genellikle delillerini ve şartlarını ona bildiriyordu.

Kur’ân’ın bir kısmının te’vilini ise, nâzil olduğu lisanı bilen herkes an-lar. Fakat Arapça’ya vakıf olan insanlar, nihayet kelimelerin lisanda hangi mânâlara geldiğini bilirler, yahut bazı özel sıfatlarla tavsif edilen mevsufları anlayabilirler. Yoksa bu kelimelerle murat edilen birtakım gerekli hüküm-leri ve durumları kolay kolay anlayamazlar. Zira böylesi bilgihüküm-leri Cenab–ı Allah Peygamber’ine (s.a.s.) mahsus kılmıştır. O’nun beyanı olmadıkça, bunlar idrâk edilemezler. Meselâ “Onlara: ’Yeryüzünde fesat çıkarmayınız!’

denilince: ’Biz sadece muslihler, düzeltmek için çalışanlarız.” derler. Biliniz ki onlar müfsitlerin ta kendileridir, fakat bunu bilmiyorlar.” ( Bakara, 11-12) âyetini işitince lisan ehli bilir ki ifsad zararlıdır, terk edilmesi gerekir; ıslah ise fay-dalıdır, yapılması gerekir. Ancak Allah’ın ifsad ve ıslah saydığı mefhumları bilemez. Bilmeyi yalnız Zâtına tahsis ettiği hususları ise, Allah’tan başkası bilemez.31

Buna benzer bir tasnif de Muhammed İbn el-Heysem’den nakledilir.

Bu zât ayrıca der ki:

“Kur’ân içinde Cenab-ı Hakk’ın, ilmini Zâtına tahsis ettiği hususla-rın olduğunu ve bizim için bunlara vâkıf olmaya yol bulunmadığını inkâr etmem. Bu kısmında emir ve nehiy olarak biz kullara herhangi bir şey terettüp etmez. Cenab-ı Hak, onlara inanmak ve cümleten teslim olmakla kulluğumuzu ortaya koymak istemiştir.”32

Âlimlerin fikirlerini nazarı itibara alırsak, Kur’ân’ı Kerîm’in âyetlerini, anlaşılması itibariyle şöyle sınıflandırabiliriz:

a- İlmi Allah’a mahsus olanlar.

b- İlmi yine vahiy yolu ile Hz. Peygamber’e (s.a.s.) tahsis edilmiş olan âyetler.

Bunlar ekseriya ibadetlere ve amelî ahkâma, bir kısım mugayyebata dair mücmel âyetlerdir. Bu emir ve hükümler Kur’ân’da varid olmuş ise de, ne şekilde ifa edileceği bildirilmemiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) beyanı ol maksızın, bunlardan ilâhî muradı anlamak imkânsızdır. Meselâ,

Kur’ân’-31 Taberî, 1/74-75.

32 Mukaddemetân, s. 194.

da sarih bir şekilde َة َ ا ا ُ ِ َأ ( namaz kılın) emri vardır. Müphem olarak vakitlerine de işaret edilmiştir. Fakat Arap dilinde “ dua etmek” ve “uyluk kemiklerini hareket ettirmek”33 mânâsına gelen “salât”tan, Cenab-ı Hak-k’ın muradını ancak Hz. Peygamber’in beyanı ve tatbikatıyla anlamamız mümkün olmuştur.

“İşte lügaten biri kalp ve lisan işi olan duaya, diğeri de bir hareket-i bedeniye işi olan fiil-i mahsus iki mânâya gelen salât kelimesi şer’an Pey-gamberimiz’den (s.a.s.) görüle geldiği üzere kalbî, lisanî, bedenî ef’al ve er-kân-ı mahsusadan mürekkep, gayet muntazam bir ibadet-i kâmilenin ismi olmuştur ki necasetten taharet, hadesten taharet, setr-i avret, vakit, niyet, istikbâl-i kıble namıyla altısı dışından başlayan şart; iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, sücûd, teşehhüt miktarı ka’de-i âhire namıyla içinde yapılan altı da rükün olmak üzere lâakal on iki farz; Fatiha, zamm-ı sûre, tâdil-i erkân, ka’de-i ûlâ ve saire gibi bir takım vacipleri, bunlardan başka bir çok sünnetleri, müstehapları, edepleri, mekrûhatı ve müfsidatı, sonra beş vakit ve cuma gibi farz, vitir ve bayram gibi vacip, ve diğer sünnet-i müekkede ve gayr-ı müekkede nevâfil olmak üzere envâ ve aksamı vardır ki beyanı kütüb-ü fıkhiyeye aittir.”34

Mezkûr misalde olduğu gibi, ibadat ve muamelâta dair bütün ahkâm âyetlerini Peygamberimiz hakkıyla tefsir ve beyan etmiş, teferruatlarına va-rıncaya kadar anlatmıştır. Mevzulara göre tasnif edilmiş hadis mecmuaları, bu âyetlerin geniş bir tefsirinden başka bir şey değildir. Ayrıca nasih ve mensûh, emirlerin kat’i şekli, terğib ve terhib babından olan âyetlerde de murad-ı ilâhiye, hadislerle hüküm verilir.

İlmi Hz. Peygamber’e (s.a.s.) mahsus âyetler, sadece ibadat ve ahkâma ait olan âyetler değildir. Bazı mugayyebata, bir takım uhrevî ahvale, ahbar ve kısasa dair tafsilât da bu cümledendir. Bunların misallerini ilerde arz edeceğiz.

İşte ilmi kendisine mahsus kılınan âyetleri ve bu âyetlerden insanlara ulaştırmakla mükellef olduğu ilâhî muradı, Peygamberimiz (s.a.s.) beyan et-miştir. Bu hükmün haricinde kalan hususlarda çeşitli vesilelerle açıkladığı

33 Beyzâvî, Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vil, Kâhire, H. 1311, 1/36. (Sirâcu’l-Munir’in hâmi-şinde.)

34 Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 1/191.

âyetler olduğu gibi, tefsir etmediği âyetler de olmuştur. Bir kısım âyetleri açıklamaya matuf izahları olmuş ise de, bunları âyetin kâfi tefsiridir, diye tevkıfî bir tarzda söylememiştir. Muhatabın durumuna göre bazen lâzımı-nı, bazen semeresini gösterir tarzda beyan etmiştir.

Böylece muayyen bir seviyeye ve muayyen bir asra değil de, kıyamete kadar gelecek bütün zamanlardaki bütün insanlara hitap eden umumi bir irşad kitabı olan Kur’ân’dan, her asır ve her insan, kalbî ve fikrî hayatı-nı tatmin edecek mânâları anlama imkâhayatı-nına kavuşmuştur. Bu, bazılarıhayatı-nın zannettiği gibi Kur’ân için bir nakîsa değil, bilâkis gayesinin lâzımıdır ve mûcizevî taraflarından biridir. Bazı tariflere göre müteşabih sayılan bu âyetlerin te’vilini, Cenab-ı Hak belki de Peygamberimiz’e (s.a.s.) bildirmiş-tir. Fakat bu hususlarda Peygamberimiz’in kat’i beyanlarda bulunmayışı, insanların Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini bizzat teemmül ve tedebbür etme-leri, tefekkür hürriyetini temin gayelerine matuftur.

Bunlardan başka Kitap’ta ve Sünnet’te varid olmayan, bilmemekte za-rar, bilmekte ise amelî bir fayda bulunmayan hususlar vardır. Sahabîler bunları sormamışlardır. İbn Abbas’tan rivâyet edilen bir söze göre, “Hz.

Peygamber’in (s.a.s.) ashabı, sadece kendilerine faydası olan meseleleri so-rarlardı.”35 Fakat birtakım basit zihinler, lüzumsuz şeyleri kurcalamış eski tefsirlerin bazısı, lüzumsuz bir konuda bir yığın kavillerle doldurulmuştur.

Meselâ, Bakara sûresinin 73. âyetinin tefsirinde “Buzağının hangi uzvuyla maktule vurulduğu”,36 Hûd sûresinin 40. âyetinin tefsirinde “Hz. Nuh ile beraber gemiye binenlerin kaç kişi olduğu meseleleri”37 gibi. Taberî gibi bazı müfessirler ise bu kabîl meseleleri, istemeyerek, bazen de tenkit ederek nakletmişlerdir.

c) Kur’ân’ın bir kısım âyetlerini anlamak, onun âyet âyet nüzûlüne şahit olan, âyetlerin fiiliyle ve kavliyle tefsirini yapan Peygamberimiz’e müsahabet eden sahabenin beyanına mütevakkıftır. Bu kısma daha çok, nüzûl sebepleri dahildir. Nüzûl sebeplerine dair rivâyetler zahiren ashaba mevkûf olsa da, hükmen merfû sayılırlar.38

35 Şatıbî, Muvâfakât, 4/214; Süyûtî, İtkân, 1/197-198.

36 Taberî, 2/231.

37 Taberî, 12/40-43.

38 Zerkeşî, Burhân, 3/157; Süyûtî, Lübâbu’n-Nukûl fî Esbâbi’n-Nüzûl, Dimaşk, H. 1379, s. 4.

ç) Ulemanın tefsir etmeye muktedir olduğu âyetler. Resûlullah, Kur’-ân’ın mühim kısımlarını açıklamakla beraber, âlimlerin içtihatlarıyla istin-bat edecekleri hükümler ve nüfûz-u nazarlarıyla keşfedecekleri incelikler çoklukla bulunmaktadır. İlimde rüsûh kazanmayan bazı kimselere göre tenakuz ve âyetler arasında ihtilâf zannedilen hususların hakikatini beyan etme işi de bu kısma dahildir.39

d) Arap lisanına aşina olan her insanın derecesine göre anlayacağı husus-lar.40